YAZARLAR

Özgürlükçü bir laiklik için

Kendinden ayırmaya, mesafe koymaya çabaladığın şeye dönüşmek elbette derin bir bunalımın göstergesidir. Bu bunalım Türkiye’deki kurumsal ifadesini Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığında bulur. Bu kurum, Kemalist çevrelerce “zararlı” veya “gerici” din anlayışlarının denetim altında tutulması, dindar çevrelerce “sapkın” veya “zındık” anlayışların önüne geçilmesi açısından yararlı bulunur. Birbiriyle çatışan bu iki anlayışın, böyle bir bunalım kavşağında buluşabilmesi, sadece sözünü ettiğim bu indirgeme göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir.

Laiklik bir düştür, dünyayı temsil etme gayesi gütmez. Gerçekliğe müdahale eder, onu dönüştürür. Bu müdahalenin temelinde, eşitlik ve özgürlük arzusunun basıncı yatar. Ancak Türkiye’de laikliğin dikkat çeken yönü bu değildir. Ondan söz edildiğinde sanki olmuş bitmiş tarihi bir vakayı işaret etme eğilimi ortaya çıkar. Laiklik karşıtları kadar savunucularının davranışı da bu eğilimce yönlendirilir. Aslında bu çerçevede tartışılan mesele laiklik değil dünyevileşmedir. Dünyevileşme, insan ilişkilerinin dinden arındırılması yoluyla bu dünya hayatının olumlanmasını anlatır. Dolayısıyla laiklik ile dünyevileşme arasında zorunlu bir bağ vardır. Ne ki dünya hayatının maddi gerçekliği büyük oranda insanlar arasındaki eşitsiz güç ilişkilerince belirlenmiştir. Tüm insanların eşit saygı ve değer görme hakınca tanımlanan laiklik, dünyaya bu minvalde müdahale eder. Bu müdahale, sadece dünyevileşmeyi insanlık değerlerinin gereklerine tabi kıldığımızda laiklikten söz etmemize cevaz verir.

Esasında laiklik insan hakları düşüncesinin temel bir aksiyomudur. Aksiyom, doğruluğu aşikar görüldüğünden tartışma dışı tutulan önermeleri adlandırır. Her tartışmanın temeli bu tip önermeler aracılığıyla atılır. Haliyle, bir tartışmanın derinliği tartışılan şeyler kadar, tartışma dışı tutulan şeylerce de belirlenir. Bu husus göz önüne alınırsa, neden laiklikle ilgili bol laf üretilirken, içerikli ve doyurucu bir tartışma inşa edilemediği de anlaşılır. Bizdeki laiklik tartışmasında tarafların çoğu şu başlangıcı tartışmasız kabul eder: Laiklik din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılmasıdır. Halbuki laiklik tartışmasının inşa edileceği düzey bu olamaz. Devletin farklı inançlar karşısında yansızlaştırılması, sadece insanlık onuruna giden yolda geçilmesi gereken bir evredir. Menzil ile durağı karıştırmamak, tartışmanın temelini daha derine atmak gerek. Bunun için devlet ile toplum hayatının dünyevileştirilmesi görüşünün kısıtlayıcı varsayımlarının ötesine geçilmelidir.

Türkiye’de laikliğin anlaşılırlık imkanları, Avrupa’da dünyevileşmenin tarihsel biçimlenişi tarafından koşullandırılır. Avrupa’da ordu ve askerlik, hukuki ve bürokratik muamelat, ekonomik süreçler, gündelik hayat ve nihayet eğitim sırasıyla dinden arındırılmıştı. Din dışına çıkarılmadan kasıt, bu alanların kilisede örgütlenmiş din adamlarının denetiminden kurtarılmasıdır. Bu yoldan laikliğin gerekli koşulu olan dünyevileşme, kilise ve devlet ayrılığıyla ilgili standart anlatı çerçevesinde tartışılmaktadır. Meseleye bu açıdan yaklaşınca Türkiye’de laiklik ile ilgili iki temel soru ileri sürülebilmektedir. Burada bir kez daha soruların doğru olmasının, yanıtların doğruluğundan önce geldiğini gösteren bir örnekle karşılaşırız. İlk soru şu şekilde ortaya konulur: İslam dininde Hıristiyanlık’ta olduğu gibi bir ruhban sınıfı olmadığına göre, laiklik gerçekten gerekli midir? Diğer soru, buna evet yanıtı verilmesi durumunda anlamlı hale gelir: Laikliğin gerçekleşme koşulları, Avrupa’dan farklı olarak ne olacaktır?

Gerçekten de İslam’da ruhban yokluğundan kast edilen nedir? Herhalde İslam toplumlarında din adamlarının sosyolojik bir grup oluşturmaması değildir. Anlatılmak istenen, din adamlarının siyasi iktidar üzerinde denetim kurabilecek ayrı bir zümre olarak örgütlenmediğidir. Bunun nedeni olarak da İslam’da ümmetin mensuplarının Allah ile din adamlarının aracılığına ihtiyaç duymadan bağ kurabilmesi gösterilir. Meselenin buraya kadar olan kısmında itiraz edilecek fazla bir taraf yok. Ancak buradan hızlıca “Laiklik bize lazım değil.” sonucuna varmadan bir noktaya dikkat edilmelidir. Siyaset teorisinde, iktidarın kullanımı ile ilkesi arasında bir ayrım gözetilir. Ruhban yokluğu, siyasi iktidarı kullanan güçler açısından belirgin bir fark yaratabilir. Lakin iktidarın ilkesinin, yani kaynağının ilahiyatla temellendirilmesi açısından önemli bir fark yaratamaz. Hükümdarlık, İslam dünyasında da ideolojik meşruiyet kaynağını dinde bulmuştur. Yüzyıllar boyunca Müslüman hükümdarların “zıllullahi fî’l-arz” (“Allah’ın yeryüzündeki gölgesi”) ünvanıyla anılması bu durumun somut bir kanıtını oluşturur.

Başka bir deyişle, Müslüman toplumlarda dünyevileşme talebi parçalanmış iktidarın bir elde bütünleştirilmesi ihtiyacından ileri gelmez. Dünyevileşmeyle asıl talep edilen, egemenliğin meşruiyet kaynağının değiştirilmesidir. Kanlı canlı insanlardan oluşmuş bir halk ile, halk adına ve halk için yöneten bir egemen tasarımını düşünün. Bunun yalnızca Allah’a hesap verecek ve onun sorgulanamaz emirleriyle yönetecek bir hükümdar tasarımından ne kadar farklı olduğunu hemen görürsünüz. İslam dünyasında laiklik, İktidarın hak ve yetkilerinin sınırlarını belirleme açısından çok derin bir ihtiyacın dışavurumudur. Ancak laikliğin gerçekleşme koşulları, yahut bizdeki haliyle Atatürkçü laiklik uygulamalarının sınırlılıkları da bu ihtiyacın karşılanması düzeyinde açığa çıkar. Laiklik, bu açıdan, egemenlik aygıtını güçlendiren dünyevileşme uygulamalarına indirgenmiştir.

Söz konusu indirgeme Türkiye’nin modernleşme tarihinin ana eğilimini temsil eder. Söylendiğine göre, üç kıtaya yayılan Osmanlı devleti, Batılı güçlerin meydan okuması karşılığında önce duraklamış, sonra gerilemiştir. Bunun nedenini ise akıl ve bilim temelinde teşkilatlanan Batılı devletler karşısında, bizde devletin dini esaslar üzerinde işletilmesi oluşturur. Yani laiklik, devleti kurtarma ve yaşatma gayesinin diğer adı olmuş ve bu yüzden onun özgürlükçü karakteri göz ardı edilmiştir. Devlet kurumlarının yapısı ve işleyişinin dünyevileşmesine paralel olarak, halkın devletin ihtiyaçlarına göre yeniden yaratılması laikliğin Türkiye’deki esas işleyiş biçimi olmuştur. Zaten Türkiye’de uygulama, din ve devletin birbirinden ayrılmasından çok, dinin devlet tarafından denetlenmesi sonucunu vermiştir. Laiklik, Araplıktan arındırılmış bir tür “Türk İslamı” biçimini alarak, bir sivil dine dönüşmüştür.

Kendinden ayırmaya, mesafe koymaya çabaladığın şeye dönüşmek elbette derin bir bunalımın göstergesidir. Bu bunalım Türkiye’deki kurumsal ifadesini Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığında bulur. Bu kurum, Kemalist çevrelerce “zararlı” veya “gerici” din anlayışlarının denetim altında tutulması, dindar çevrelerce “sapkın” veya “zındık” anlayışların önüne geçilmesi açısından yararlı bulunur. Birbiriyle çatışan bu iki anlayışın, böyle bir bunalım kavşağında buluşabilmesi, sadece sözünü ettiğim bu indirgeme göz önünde bulundurulduğunda anlaşılabilir. Türkiye’de anlaşıldığı şekliyle laiklik uygulamaları, egemen İslam yorumunun kurumsallaşıp dünyevileşmesiyle çok uyumlu gitmiştir. Bunu Diyanet’in Alevilik karşısındaki tutumunda, devlet eliyle Alevi yerleşimlerine cami inşa etme uygulamalarında çok açık bir şekilde görebiliyoruz. Sivil bir Kemalizmin temsilcisi olan kesimlerin Hıristiyanlık karşıtı veya anti-semitik söylemlerinde, “devlet dininin” dünyevileşmiş etkilerini anti-emperyalizm kılığında görebiliyoruz.

Din, kutsal varlıklar alanının bütününü kapsamaz. Bu alan, farklılaştırma ve yüceltme yoluyla dünyevi kullanım alanının dışına çıkarılmış nesneler bütününce tarif edilir. Din, bu ayırma işlemini ifa edebildiği oranda kutsalın gücünden pay alabilir. Kısacası, din kutsalın alanını, içeriği maddi yararına veya değerine göre tespit edilen varlıkların zeminini sınırlandırarak tayin eder. Devleti, dünyevi denetim ve gözetim alanının dışına çıkarınca, onu eşitsiz ilişkilerin yarattığı yücelik mertebelerinin kutsal zemini olarak tarif etmiş olursunuz. İnsanlar onun uğruna öldüren veya öldürülen araçlar veya dilerseniz kurbanlar olarak vasıflandırılırlar. Bu vasıflandırma, laikliğin bir devlet dini olarak anlaşılıp uygulanmasının asıl anlamını bize verir. Kanımca bu tarz bir laiklik uygulaması, öz olarak, insan hak ve özgürlükleri değil, egemenlik aygıtını güçlendirme ve geliştirme amacına matuftur. Laiklik, devletin hak ve yetkilerinin inanç gruplarına karşı geliştirilmesini değil, farklı inanç ve kanaatteki insanların eşit saygı ve değer görme hakkını devlete karşı ileri sürmeyi gerektirir.

Böylesi bir dönüşümün ilk koşuluysa, laiklikle ilgili davranışsal eğilimimizi değiştirmektir. Laiklik din ile devleti, özel ile kamuyu, iman ile bilgiyi ve bunun gibi şeyleri “ayırma” davranışının bir sonucu olarak tarif edilmektedir. Görüldüğü üzere bu tip bir ayırma işlemi devletin alanını genişletmeyi, farkılaştırma ve yüceltme yoluyla tesis edilmiş iktidarların kutsal mekanı olarak göstermeyi hedefler. Buna mukabil özgürlükçü bir laiklik anlayışının davranışsal tutumu ayırma değil, müdahale etme ve dönüştürmedir. Bu dönüştürme işleminin yönlendirici ilkesini, insanların eşit saygı ve değer görme hakkı olduğu düşüncesi oluşturur. İktidar ilişkilerinin kutsallık kisvesi ardında kalıcılaşmasının önüne geçme gayesi burada belirleyici olandır. Devletçi değil, özgürlükçü bir laiklik anlayışının özü, bu yüzden kutsalın sınırlarını aşmak, eşitleyici müdahalelerde bulunmaktır. İnancın kendisini değil, inanan insanı özgürleştirmenin yolu da buradan geçmektedir.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.