YAZARLAR

24 Haziran sonrasında acı reçete kader mi?

Güncel olarak Türkiye'de izlenen birikim modeli tıkanmıştır. Bu anlamda bir birikim rejimi krizinden bahsedebiliriz. Bu krizin yapısal biçim alması, ancak bir resesyonun yaşanması ile gerçekleşecektir. Eğer karşı karşıya olduğumuz bu ise, muhalefeti bir IMF programı kurtaramayacaktır. Tam da bu nedenle muhalefet partilerinin ana akım neoliberal reçetelerin dışına çıkacak bir çerçeveye sahip olmaları hayati derecede önemlidir.

ERDOĞAN KAZANSA DAHA MI İYİ OLACAK?

Geçtiğimiz hafta Korkut Boratav, Türkiye ekonomisindeki güncel gelişmeleri değerlendirdiği “2019’da ekonomiye IMF programı” başlıklı yazısında 24 Haziran seçimleri sonrasında kimin seçileceğinden bağımsız olarak ekonomik sorunların daha da yoğunlaşacağına işaret etti.

Cumhuriyet’ten Aydın Engin ise, “Acep seçimi reis kazansa daha mı iyi?” başlıklı yazısında bir süredir konuşulan bir konuya dikkat çekmiş. Başlıktan da anlaşıldığı gibi Engin, Türkiye ekonomisinde yaşanan zorlukların seçim sonrasında da süreceğine, hatta katmerlenerek artacağına işaret ediyor. Bu ortamda ekonomik zorluklar nedeniyle oluşacak siyasi bedeli kimin ödeyeceği sorusu kritik hale geliyor.

SENARYOLAR

İlginç bir noktaya geliyoruz. Bir yanıyla İrfan Aktan’ın işaret ettiği gibi “Yine gitmeyecekler” duygusu, muhalefetin önündeki en önemli engellerden biri haline geldi. Diğer yandan da olası krizle bağlantılı “gitseler de yine gelebilirler” duygusu giderek daha çok dile getirilir hale geliyor.

Buna göre, muhalefet partileri başkanlığı ve parlamento çoğunluğunu aldığında dahi, olası bir kriz nedeniyle müstakbel yeni yönetim zora düşecek. Hatta sert ekonomik tedbirleri, “acı reçeteyi” uygulamak zorunda kalacak. Senaryo şöyle devam ediyor:

Bu ortamda, muhalefete düşen AKP, sanki olanlarda kendi sorumluluğu yokmuş gibi ekonomik zorluklar nedeniyle yeni hükümeti ve başkanı suçlayacak ve Mart 2019 seçimleri, yeni bir erken seçim ile birleşerek Recep Tayyip Erdoğan’ın bu sefer bir kurtarıcı olarak yeniden seçilmesiyle sonuçlanacak. Bu senaryolar ile ilgili görüşümü aşağıda söyleyeceğim ama önce buraya nasıl geldiğimizi kısaca hatırlatmak istiyorum.

DÖNÜM NOKTASI 2016

Türkiye ekonomisi 2016’nın 3. çeyreğinde ekonomik daralma yaşadı. Bu 2008 krizinden beri ilk kez oluyordu. Aslında Türkiye ekonomisinin 2000'li yıllarda takip ettiği büyüme modelinin sonuna o zaman gelinmişti. Ekonomik daralma ortamında hem enflasyon hem kur hem faiz hem de işsizlik artıyordu. Kitlesel firma iflasları kapıdaydı. Stagflasyonist dinamikler yoğunlaşmıştı.

GELECEĞE KAÇIŞ PLANI

Bu ortamda devreye sokulan “geleceğe kaçış planı" ile yaklaşık 30 bin firma kurtarıldı, borçlar yapılandırıldı, 2017’de yüksek büyüme oranı yakalandı. Bu sayede 16 Nisan 2017’deki referandum sırasında ekonominin olumsuz basınç yaratması kısmen önlendi. Ancak alınan önlemlerin hiçbiri sorun çözmek için kurgulanmamıştı. Amaç sorunları ileri ertelemek idi. Ancak gerek küresel konjonktürdeki gelişmeler, gerekse Türkiye ekonomisinden gelen olumsuz sinyaller 2019’daki seçimlerin daha erken alınmasına neden oldu.

KRİZ VAR MI YOK MU?

Bu yazının yazıldığı sırada ABD Doları 4.40 TL düzeyine gelmişken, konu ister istemez kriz var mı yok mu konusuna geliyor. Özellikle ekonomik krizin seçim öncesinde hükümeti olumsuz etkileyebileceği beklentisi, bu konuya ilgiyi daha da artırıyor. Hatta yukarıda işaret ettiğim tartışma ile birlikte düşündüğümüzde, 24 Haziran sonrasında krizin derinleşmesi halinde yeni yönetimin büyük bir sorun yumağı ile karşı karşıya kalacağı düşünülüyor. Kısaca özetleyeyim, şöyle görüyorum: Şu an Türkiye’de teknik olarak bir kriz (resesyon) yok ama bir birikim modeli krizi var. Büyük harfle olan “Kriz”, bu ikisi eşleştiği zaman oraya çıkıyor. Açıklayayım:

BİRİKİM REJİMİ KRİZİ

Ekonomik kriz ya da resesyon, dar anlamıyla, ekonominin iki çeyrek üst üste (yani 6 ay) daralması durumunda kullanılıyor. Bu kriz tanımını, bir başka tanımla birleştirmediğimizde eksik bir açıklamaya sahip olmaktan kurtulmamız zor. Bu tanım ise sermaye birikim rejiminin krizi. Birikim rejimi ile de, sermaye birikim sürecinin uzun bir süre içinde gösterdiği düzenlilikler, birikim gerçekleştiği temel sektörler ve bu birikim rejimi ile uyumlu olan ekonomi politikalarını kastediyoruz.

Bu çerçeveden bakarsak, her sermaye birikim rejimi krizi, resesyonla birlikte sonlanır ve yeni bir birikim rejimi kurulur diyebiliriz. Ancak her resesyon, bir birikim rejimi krizine tekabül etmeyebilir. O nedenle krizleri niteliklerine göre incelemek daha verimli olabilir.

HANGİ KRİZ?

Ekonomik krizleri durumsal (contingent) ve yapısal olarak ikiye ayırabiliriz. Belirli bir birikim rejimi sürerken, dönemsel tıkanıklıklar nedeniyle resesyonlar yaşanabilir. Bu durumsal bir krizdir. Ekonomik daralmaya neden olan unsur(lar) geçici olduğu için birikim rejiminin sürmesini tehlikeye atacak büyüklükte krizler oluşmaz.

Yapısal krizler ise, resesyonların birikim rejimi krizi ile birleştiği zaman ortaya çıkar. Türkiye’nin yakın geçmişinden örnekler vermek gerekirse 1971 krizi durumsal iken 1978-1980 krizi yapısaldır. Ya da 1994 krizi durumsal iken 2001 krizi yapısaldır. Yani, yapısal krizleri durumsal krizlerden ayıran, sermaye birikiminin koşullarının dönemsel kesintilerin ötesinde, köklü bir şekilde tıkanmasıdır.

YAPISAL KRİZDE İKTİDAR DEĞİŞİMİ

Yine geçmişe baktığımızda yapısal krizde iktidar değişimi olduğunda bunun köklü siyasi ve toplumsal değişimleri de beraberinde getirdiğini görüyoruz. 1960 sonrası oluşan yeni Anayasa ve ekonomik düzen, 1980 sonrasında kurulan ekonomik-politik yapı ve 2001 sonrasındaki neoliberal popülist model bu değişimlere örnek. Bu bağlamda, eğer bir birikim rejimi krizinden bahsediyorsak, 2020 Türkiye’sinin bugününden oldukça farklı olacağını ileri sürebiliriz.

Yazının başındaki tartışmaya dönersek, ilk olarak, muhalefetin “kriz gelecek, nasıl olsa iktidardan düşeceğiz” diye iktidara gelmekten geri durma gibi bir stratejisi olamaz. Zaten bu söz konusu da değil.

İkinci olarak, muhalefetin kazanması kurumunda eğer karşılaşılacak olan bir “durumsal kriz” ise, bu mevcut ekonomi politikası çerçevesinin çok da dışına çıkılması gerekmeden atlatılabilir. Kısa süreli bir IMF programı ve bunun kısmi olumsuz etkileri ile durumsal kriz aşılabilir.

Ancak çok daha büyük bir sorunumuz var: Güncel olarak Türkiye'de izlenen birikim modeli tıkanmıştır. Bu anlamda bir birikim rejimi krizinden bahsedebiliriz. Bu krizin yapısal biçim alması, ancak bir resesyonun yaşanması ile gerçekleşecektir. Eğer karşı karşıya olduğumuz bu ise, muhalefeti bir IMF programı kurtaramayacaktır. Tam da bu nedenle muhalefet partilerinin ana akım neoliberal reçetelerin dışına çıkacak bir çerçeveye sahip olmaları hayati derecede önemlidir.

Üçüncü olarak, eğer başkanlık ve parlamento çoğunluğu mevcut iktidar tarafından alınırsa, 2019-2020 dönemecinde yapısal bir krizle karşı karşıya gelme ihtimalimiz çok yüksek. Son olarak başkanlığın ve parlamento çoğunluğunun aynı partide olmaması durumunda (ki şimdilik bu ciddi bir olasılık gibi görünüyor) seçimlerin kısa süre içinde yenilenmesi gündeme gelebilir. Bu nedenlerle, 24 Haziran bir yanıyla çok önemli ama diğer yanıyla sadece bir başlangıç.


Ümit Akçay Kimdir?

Doç. Dr. Ümit Akçay, 2017 yılından bu yana Berlin Ekonomi ve Hukuk Okulu’nda (Berlin School of Economics and Law) ders vermektedir. Daha önce İstanbul Bilgi Üniversitesi, ODTÜ, Atılım Üniversitesi, New York Üniversitesi ve Ordu Üniversitesi’nde çalışmıştır. Akçay, Finansallaşma, Borç Krizi ve Çöküş: Küresel Kapitalizmin Geleceği (Ankara: Notabene, 2016) kitabının ortak yazarı; Para, Banka, Devlet: Merkez Bankası Bağımsızlaşmasının Ekonomi Politiği (İstanbul: SAV, 2009) ile Kapitalizmi Planlamak: Türkiye’de Planlamanın ve Devlet Planlama Teşkilatının Dönüşümü (İstanbul: SAV, 2007) kitaplarının yazarıdır. Akçay, güncel olarak, yeni otoriterliğin ekonomi politiği, büyüme modellerinin ekonomi politiği, merkez bankacılığı ve finansallaşma konularıyla ilgilenmektedir.