YAZARLAR

Garibanın garibana yaptığı...

Lokantalarda yaşam, çalışan ilişkileri bakımından hem dayanışma hem de küçük hesaplarla ayak kaydırıp can yakma ortamında geçiyordu. Hakikaten çok öğreticiydi. O çok meşhur Türk lokantasında çalışırken örneğin, aynen sahibi Mısırlı olan ilk lokantada olduğu gibi, bahşişler garsonlara verilmiyordu...

Garsonluk yapan biri, yaşamını daha ziyade alt orta tabaka mensuplarıyla geçiriyor demektir. Çalıştığı dünyadan söz ediyorum, hizmet ettiği müşterilerden değil. Karşılaştığı kişiler, müşteriler, çok farklı konumlarda olabilir. Örneğin bir sonraki yazıda, lokantalarda karşılaştığım kimi şöhretler ve onlarla yaşadığım matrak hatıralardan söz edeceğim. Kuşkusuz her türlü müşteri gelir bir lokantaya ancak bu karşılaşmalar garsondan ziyade, çalışılan mekân ve mekânın muhitiyle ilgili. Bir porsiyon yemeğin on lira olduğu yerin müşterisiyle, hemen hemen aynı porsiyon ve kalitedeki yemeğin yüz lira olduğu lokantanın müşterisi apayrı. Alınan ücret bir yana, çok pahalı işletmelerde çalışanların çok daha şanslı olduklarını düşünmeyin sakın. Evet biraz daha çok para kazanılabilir ancak servet ile görgü çoğu zaman doğru orantılı olmuyor! Hele ki Türkiye gibi, burjuvasının ‘az gelişmiş ülkenin taze soğanı’ olan memleketlerde, yüzüne piknik tüp patlamış gibi solaryum banyosundan çıkmış dört çeker hanım ve beylere servis yapmak, tahmin edersiniz, bir tür işkencedir. Cemiyet hayatının önde gelen simaları... Ama ne cemiyet!

Haliyle, bir garson da herkes gibi ait olduğu dünyaca şekillenir ve yaşam okulunun temel derslerini o dünyadan alır. Söz konusu tabaka mensuplarının birbirine muamelesini, malum deyimle, garibanın garibana ettiğini bilmeyecek var mı? Üst sınıf mensupları da yek diğerinin gözünü oymak için elinden geleni yapıyordur elbet. Hatta Türkiye’deki TV dizilerine bakılırsa, zengin tabaka sabahtan akşama dek birbirine kazık atmayı ve hatta birbirini yok etmeyi hayal ediyor! Yeri gelmişken, hakikaten insan hayret ediyor şu dizi senaryolarına. O tabaka öyle midir, çok malın derdi büyük mü olur, bilmiyorum; belki de. Ama bu kadar mı yahu! Perihan Abla’nın mahallesindeki mazbut yaşamdan, yalı ve köşkten başka bir yerde yaşayamayan Türk tipi aileye nasıl da geçiverdik. Sevgili Çelenk Kardeşler’in alanına girmek istemiyorum ama senaryo yazarları nasıl dünyalarda yaşıyorlar böyle! İstanbullu Gelin’de tüm aile fertleri, yemek yemekten arta kalan zamanlarında birbirini yok etmek için plan yapıyor, misal. Deli midir nedir bunlar? Vallahi iyi ki fakiriz, Allah korumuş zenginleşmemişiz, dedirtiyorlar insana! Neyse ki Fırat Tanış ile Tilbe Saran’ın şahane sahneleri var da, insan olduğumuzu hatırlıyoruz. Fakat savrulmayayım, konu bu değil şimdi. Diziyi daha sonra yazacağım!

Önceki yazılarda da söz etmiştim, ezilen kültürlerden gelen yöneticilerin karşısındakini ezmek için neler yaptıklarından. Ancak orada tanık olduğum muhtelif saçmalık ve kötülükleri yapan ve bu yazıda ‘gariban’ sıfatıyla andıklarım, öyle saf kötü olduklarından da can yakmıyorlardı aslında. Başka türlü ayakta kalamayacaklarını düşünüyorlardı muhtemelen. Bir de galiba, dertlerini gidermenin yolunu, bir başkasına dert olmakta bulmuşlardı! Örneğin bir ara çalıştığım ve yalnızca bir hafta tahammül edebildiğim yerin sahibi, İrlandalı bir adam. Alkolikti. Ben hiç bu kadar ‘içen’ bir insan görmedim bugüne dek. Kendi lokantasında içmekten sıkılınca yandaki İrlandalı barına giderek devam ederdi ve gecenin sonunda bir canavara dönüşürdü. Lokanta, o güne dek çalıştığım en mütevazı mekândı. Bizim İrlandalı, lokanta dünyasının garibanıydı, anlayacağınız. Garsonlara ve herkese kontrolsüzce hoyrat davranırdı bu adam. Üstü başı da, zihniyeti de dökülüyordu. İşe girişimin tam altıncı gününde, ilk hafta ücretini alacağım pazar akşamı, durup dururken hakaret edince berbat bir kavgaya tutuştuk ve kendimi dışarı attım. Haftalığımı da alamadan üstelik! Lokantaların en yoksulunun patronu, çalışanına en hırçın ve kaba saba davranan insandı aynı zamanda.

Bir de şöyle acıklı bir hikâye duyuyordum. Doğrusu, duyduğumun yaygın olduğu da söylenirdi ama (öyleyse de) neyse ki başıma gelmedi! Kapitalizmin ve sömürünün ana vatanı olan İngiltere’de, benim koşullarımda, yarı yasal yarı kaçak çalışan çok insan vardı ve tahmin edilebileceği gibi bu insanların tamamına yakını az gelişmiş ülkelerdendi. Yanlış bilmiyorsam rutin bazı kontroller dışında devlet, ihbar olmadan kaçak işçi avına çıkmıyordu. Çıktığında da sınır dışı ediyordu. Bir gün biri, ekmek parasına çok ihtiyacı olan bir yakınının dönercide iş baktığını, “Şu anda elemana ihtiyacım yok,” denilerek reddedildiğini, bunun üzerine dönercide çalışanlardan birini ‘ihbar’ ederek yakalattığını ve onun yerine işe girmeye çalıştığını anlatmıştı. Ne vahim ve ne acı, değil mi! İhbar eden bir alçak. Alçaklık yapmasının nedeni, koyu parasızlık. İyi de zor koşullar ‘erdemi’ bu ölçüde önemsizleştirir mi hakikaten? Yaşamak ne zahmetli...

Lokantalarda yaşam, çalışan ilişkileri bakımından hem dayanışma hem de küçük hesaplarla ayak kaydırıp can yakma ortamında geçiyordu. Hakikaten çok öğreticiydi. O çok meşhur Türk lokantasında çalışırken örneğin, aynen sahibi Mısırlı olan ilk lokantada olduğu gibi, bahşişler garsonlara verilmiyordu. Ne güzel değil mi, bahşişleri hak edene vermeyen iki mekân vardı, bir Türk diğeri Mısırlı! Şöhretli Türk lokantasında üç ‘menıcır’ vardı. Menıcır denilen, garsonun deneyimlisi ve takım elbiselisi. Aynı tabakadan, yoksul insanlar. Ancak o yoksul, makam görünce birden değişiveriyordu. Biraz genelleme olacak tabii ama bizim kültürde birini delirtmek istiyorsanız, ona ‘koltuk’ vermelisiniz. En aklı başında bildiğiniz insan bir süre sonra saçmalamaya başlar. Gün boyu biriken tüm bahşişleri bu üç kişi paylaşırdı, akıl alır gibi değil. İçlerinden biri, baş menıcır olanı, en uyanıklarıydı. Çalışanların yanında gibi görünen, sürekli sol değerlerden söz eden tam bir üçkâğıtçıydı bu adam. Patronun karşısında rahatsız edici bir biçimde ezilip büzülür, arkasını dönünce eşitlikten vesaire söz ederdi. Sonraki yıllarda akademik dünyada da zaman zaman tanık olduğum bir durum. Solun değerlerini lafzen sömürüp hiçbirini içselleştirmeyen, ardından türlü sahtekârlıklar yapan ve her daim otoriteden yana olan kimi zavallılar. Her neyse, gel zaman git zaman kendi lokanta zincirini de açmış bu uyanık.

Ezileni ezmekten hiç çekinmeyen bu takım elbiseli ezilmişle, şöyle bir hatıram olmuştu. Lokanta, dışarıya da hizmet veriyor, talep geldiğinde hem yemek hem personel hizmeti sağlıyordu. Bir gün, ben ve bir diğer garson arkadaşımı, yanımızda bir araç dolusu kokteyl abur cuburuyla adı sanı bilinen bir Türk zenginin evindeki davete gönderdiler. İki üç saat servis yaptık. Hani şu elinde tepsiyle ortalıkta dolaşan penguen kılıklılar var ya... Çok ama çok zengin oldukları her hâl ve sözlerinden belli insanlardı. Cemiyet! İşin sonunda evin çalışanı, elime içinde bahşiş olan bir zarf tutuşturarak teşekkür etti. Zarfı arabada açtım ve 450 sterlin olduğunu gördüm. Yani neredeyse bir aylığımızı bahşiş olarak vermişti. Düşünsenize, gidip tüm parayı üç menıcıra vereceksin. Pışık! Lokantaya döndük ve mutfak çalışanları dahil oradaki herkesi toplayarak durumu açıkladım, parayı eşit olarak paylaştırdım. Cümlesinin keyfi yerine geldi tabii. Ertesi gün, sol değerleri benimsediği iddiasındaki menıcır beni yanına çağırdı ve olup biteni duyduğunu, bu kez sorun çıkarmayacağını ancak böyle bir şeyi bir kez daha yapmamam gerektiğini tebliğ etti! Çünkü üç kişi bölüşmek istiyordu o parayı; bizim hakkımız olanı. Nereden duymuş dersiniz? Bölüştürülen paradan payını alan ama aynı zamanda göze girmek isteyen bir çalışan, koşa koşa yetiştirmiş. Bir sömürülen, sömürgenin gözüne girmek için diğer sömürülenleri harcıyor; kendi payını aldıktan sonra! Ne güzeldir yerli ve milli değerlerimiz...

Bazen müthiş bir dayanışmaya da yine aynı dünyada tanıklık etmek mümkün oluyordu ama. Hiç unutmuyorum, İzmirli bir abimiz bulaşıkçılık yapıyordu. Bizden hayli büyüktü ve Londra’ya dil öğrenmeye gelmişti. Yıllarca dil bilmediği için çalıştığı yerlerde hak ettiği konuma gelemediğini düşünüp dil eğitimi için çoluk çocuğunu İzmir’de bırakmış, Londra’da gündüz bir okula devam ediyor, akşamları da bizim lokantada çalışıyordu. Tuhaf bir durum aslına bakılırsa. Malum, nüfusumuzun kahir ekseriyeti hak etmediği bir yaşam sürdüğünü düşünür! Yani elinden tutan olsa astronot olacakken bazı talihsizlikler nedeniyle ‘Tapu ve Kadastro’da memur olmuştur. İzmirli abimiz bu durumu gurur meselesi haline getirmişti yalnızca. Mutfağa her girene İngilizce bir sözcük sorardı. Fakat o kadar saat bulaşık yıkamaya dayanamadığı için her fırsatta yardım ediyor, iş bitince onun çıkarması gereken çöpleri biz çıkarıyorduk. Yorgunluktan ağladığını hatırlıyorum adamcağızın. Tabii abimizin bir talihsizliği, mutfakta iş bulabilmesiydi ki dil öğrenmek için hiç ideal bir yer değil. Mutfak çalışanı olmak hakikaten çok zor ve ağırdır. Hele ki yoğun akşamlarda cehenneme dönerdi. Dumandan göz gözü görmez, aşçı ve yamakları insanlıktan çıkardı. Çalışanlar da ya bizim memlekettendi ya da dili zayıf olan yabancılardı. Onların da ilk öğrendiği Türkçe küfürler oluyordu doğrusu. Sıkışık akşamlarda herkes birbirine sövüyor ve işe her başlayana da kültürümüzün alameti farikalarından olan belli başlı küfürler, özenle öğretiliyordu! Hâl böyleyken, ailesini bırakıp gelen ve işin ağırlığına dayanamadığı için uzun süre diğer çalışanlarca idare edilen abimiz, ancak iki üç ay dayanabildi ve pek bir şey öğrenemeden İzmir’e döndü.

Mutfak ve garibanlık deyince, ister istemez o son lokantadaki Abdullah’ı hatırladım şimdi. Abdullah, Diyarbakırlı pırıl pırıl bir adamdı ve ızgaracıydı. Haftanın yedi günü, sabahtan akşama dek çalışarak para biriktirmeye çalışıyordu. Bir gece işten çıktıktan yarım saat sonra döndü. Birkaç yıl önce gelmiş ve mutfağa girmiş Abdullah tek kelime İngilizce bilmiyordu ve her gece aynı duraktan aynı saatte bindiği otobüsü kaçırınca evine nasıl gidileceğini bilmediği için, lokantaya dönmek zorunda kalmıştı. Sözünü ettiğim, aynı zamanda, böyle bir garibanlık...

Türkiye’ye dönmek üzere ayrılma zamanım geldiğinde, tüm çalışanlar benim için bir pazar akşamı saat dokuz gibi lokantayı kapatıp veda partisi yaptı. Ayakta kalabilmek için birbirinin gözünü oymaya hazır insanlar, bütün gece bir arada şarkı türkü söyledi ve bana bir metre boyunda devasa kapaklı kartpostal ile zarf hediye ettiler. Kartpostalı hâlâ saklıyorum. İki iç yüzeyine de güzel, duygusal notlar yazıp imzalamışlar. Zarfta ne vardı biliyor musunuz? Günde en az on saat çalışan ve hak ettiğinin yarısını dahi elde edemeyen insanlar, aralarında para toplamışlar, son günlerimde cep harçlığı olsun diye. Çeyrek yüz yıl sonra şu satırları yazarken, yine gözüm doluyor...

Gri alan diye bir şeyden söz edilir, malum. Her insanda olduğu varsayılır. Bilmiyorum, belki böyle bir kesişim yeri vardır içimizde; ama bana kalırsa, herkeste siyah ve beyaz alanlar, nitelikler var. Aynı insan, çok kötü olabiliyor, çok iyi de... Buna mukabil şu bir gerçek sanırım; can yakıcı yoksunluklar ve sert yaşam mücadelesi, o siyahın ve beyazın en katıksız hâllerini çıkarıyor içimizden. İnsanlar arasındaki muhtelif farklılıklar bir yana, herhalde yeryüzündeki en alçak, en aşağılık ayrım, yoksulluk ve zenginlik arasında...


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.