YAZARLAR

Türkiye’nin ışıkları: Behice Boran, Perihan Pulat…

75 yaşındaki Perihan Pulat, memleketin ‘ittifaklara’, ‘adaylara’, ‘turlara’ sıkışıp fazla teknikleşmiş politika algısını doğru yere, ezilenlere, iş ve ekmek mücadelesine, emekçilere ve Kürtlere doğru genişletmeden bir kurtuluş olamayacağını gösteren bir işaret olmuştur. Behice Boran gibi…

1 Mayıs 1979…

Yükselen toplumsal muhalefeti bastırmak uğruna tertiplenen ve 34 kişinin can verdiği Taksim 1 Mayıs katliamının üzerinden sadece iki yıl; Milliyet gazetesinin genel yayın yönetmeni Abdi İpekçi’nin, İstanbul’un göbeğinde, ülkücü tetikçi Mehmet Ali Ağca tarafından güpegündüz öldürülmesinin üzerinden ise sadece iki ay geçmiş. Ve sıkıyönetim, işçilerin 1 Mayıs’ını yasaklamış.

Oysa…

1974’ten itibaren istikrarlı bir yükselişe geçen işçi hareketini ve sol muhalefeti bastırmak, halkı yılgınlığa düşürmek için düzenlenen tüm kontrgerilla provokasyonlarına rağmen, Haziran 1977’deki seçimleri, sol bir söylem kullanan CHP, tarihinin en yüksek oyunu alarak (yüzde 41.4) kazanmıştı. 1 Mayıs 1977 katliamının ardından, Demirel ve Türkeş öncülüğündeki Milliyetçi Cephe iktidarı ile bunların kontrolündeki tüm ‘devlet bürokrasisisi’nin, olayla ilgili sadece işçileri ve solu suçlayıp, provokasyonu yapan karanlık ortaklarını kollamalarına karşın, halk gerçeği biliyordu. Taksim’deki katliamdan sadece 5 hafta sonraki seçimde, büyükşehirlerde, belli başlı tüm işçi havzalarında, yoksul tarım bölgelerinde –hatta Konya’da bile– sol rüzgarı arkasına alan CHP, milliyetçi ve dinci sağa karşı büyük bir üstünlük sağlamıştı. Ama güvenoyu için yeterli vekil sayısına ulaşamadığından hükümeti yine ‘Milliyetçi Cephe’ takımı kurdu. 7 Haziran’dan sonra seçimi tanımayan sağcılar o zaman da seçimin galibini tanımamışlardı. Ama bu zorlama ‘2. MC’ iktidarı, ülkeyi siyasal ve ekonomik kaosa sürükleyerek 1978 sonunda çöktü ve Ecevit, AP’den istifa eden vekillerin katılımıyla, seçimi kazandıktan 1,5 yıl sonra hükümet kurabildi.

1979’a gelindiğinde, 77 seçimlerindeki siyasal tablo geçerliydi hâlâ: Güçlü bir işçi hareketi, giderek yükselen bir sol toplumsal muhalefet ve bunların temkinli desteğine sahip olan ve esasen de bu destek sayesinde popülerleşen sol eğilimli CHP… Ama Türkiye’nin büyük hamisi ABD huzursuzdu. 1979’da İran devrimi gerçekleşmiş, Afganistan’da da Sovyet yanlısı yeni yönetim bir yılını geride bırakmıştı. Türkiye’nin bu iki kayba eklenmesini, hele de sol bir alternatifle bağımsızlaşmasını göze alacak durumda değillerdi. Başkan Carter’ın içerideki en önemli iki müttefiki ordu ve büyük sermayeydi: Genelkurmay Başkanı Kenan Evren (her ne hikmetse kendisine bu yol 1 Mayıs 77 katliamından sonra, TSK teamülleri altüst edilerek ‘açılmış’tı) ve İstanbul patronları… Başbakan Ecevit’in yakın arkadaşı Abdi İpekçi (tam da Humeyni’nin İran’a döndüğü gün!) öldürülüyor; bu esnada Kenan Evren Washington’u suyolu yapıyordu. Türkiye’de, İran ve Afganistan’daki gelişmelere karşı ‘bölgesel bir cevap’ tertipleniyordu.

Ecevit bu kuşatmaya karşı geri adımlar attı. Başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde MC dönemlerinde ilan edilmiş Sıkıyönetimlerle kurulan askeri inisiyatifi dağıtmak yerine onlara taviz verdi. Ve 79’da da Amerikancı ordunun Sıkıyönetim Komutanlıklarının telkiniyle 1 Mayıs gösterilerini yasakladı, İstanbul genelinde sokağa çıkma yasağı ilan etti.

Ama işçiler ve gençler, iki yıl önce uğruna 34 can verdikleri bu mevziyi kaybetmek istemiyordu. İstanbul’un çeşitli noktalarında geceden gizlenerek ertesi sabah Taksim’e doğru yürüyüşe geçtiler. Merter’den Taksim’e yürümeye çalışan DİSK üyesi işçiler, TİP yöneticileri ve devrimci gençlerin en önünde 69 yaşındaki bir kadın vardı: Behice Boran… Önlerini kesen askerlere direndiler. Darp edilerek yaka paça gözaltına alındılar ve tutuklandılar. Sıkıyönetim hakiminin “yasağa rağmen sokağa çıktın mı” sorusuna o artık çok bilinen yanıtı verdi Boran: “Çıktık! Taksim’e yürüyecektik. Çünkü 1 Mayıs emeğin bayramı, mücadele günüdür. Biz de o sınıfın partisiyiz, çıktık!”

Behice Boran, yerlere yatırılıp darp edilmek, tutuklanmak, kerameti kendinden menkul bir asker hakim tarafından sorgulanmak ve bütün bunları, 69 yaşa varmış bedenine yaslanarak yapmak pahasına direnmişti. Sosyolog, dolayısıyla kuramcı olmasının yanı sıra cesareti yüksek bir işçi sınıfı siyasetçisiydi ve 1 Mayıs 1979’da Sıkıyönetim Komutanlığı olarak zuhur edip sokakları yasaklayan devletle uzlaşmanın, ona boyun eğmenin kaybetmek anlamına geleceğini biliyordu.

Bunu ‘bilmeyen’ Ecevit, Behice Boran’ın yerlerde sürüklendiği 1 Mayıs’tan sonra sadece 5 ay iktidarda kalabildi ve yerini, Özal’ın Amerikalardan getirilip ‘özel yetkilerle’ monte edildiği, 12 Eylül hükümetlerinin prototipi olan ‘3. MC’ye bıraktı. Yirmi yıl sonra bir kez daha iktidara geldiğinde, cezaevindeki onlarca devrimci gencin katledildiği ‘Hayata Dönüş’ operasyonu için, tekerleme söyleyen bir çocuk gibi takılıp sürçerek, “Teröristleri kendi terörlerinden kurtardık” demeye çalışıp, siyasi ‘kariyerinin’ hazin son noktasını koyacaktı.

40 yıl sonra, bir başka 1 Mayıs günü… Ellerinde büyük boy bir Karaoğlan portresiyle, ondan geriye kalan son partinin birkaç bayrağı bulunan 10 kişilik bir grup, yorgun adımlarla İstanbul Maltepe’deki miting alanını terk ediyor. Bir siyasal tutumdan çok kişisel vefa korteji görünümündeler. 40 yıl önce, toplumun neredeyse yarısının oyları, ama daha önemlisi, en dinamik kesimlerinin tedrici desteğiyle ortaya çıkmış bir potansiyelin; devletin geleneksel güçleriyle, şu ya da bu sağcıyla, o ya da bu gerekçeyle yapılmış uzlaşma ve ittifakların sonunda vardığı zaruri çöküşün yükünü de sırtlanmış gibiler.

Oraya herhangi bir nedenle gelip partisinin kortejine katılmış, bir nebze de olsa kolektif ikbali 1 Mayıs meydanında aramış insanların samimiyetine ve iyi niyetine saygı duymaktan öte denebilecek bir şey yok elbette. Ama bir siyaset tarzının, 40 yıl önce bambaşka koşullarda olsa bile bugünküne benzer ‘ayrılıklarla’ vardığı hazin noktayı görmeye de engel olamıyor bu…

Nitekim aynı anda, tıpkı 40 yıl önceki 1 Mayıs’ta Merter’de sıkıyönetim polis ve askerlerince yerlerde sürüklenen Behice Boran’ın saçtığı ışığı, onun bir öğrencisi, yoldaşı ve takipçisi olan 75 yaşındaki Perihan Pulat saçıyor bu kez, Ankara’dan... Yüksel Direnişçilerinin Perihan Ablası, ‘bugünkü sıkıyönetim’ olarak OHAL’in yasakladığı İnsan Hakları Anıtı’na, tam da 1 Mayıs günü, “işimizi geri istiyoruz” diyenlerle birlikte yürümek isterken, bugünkü sıkıyönetim kolluklarınca işkenceye varan şekilde darp ediliyor. Toplumsallaşmış insanın ötesinde, doğadaki birçok mahlukta bile ritüellerine rastlanan yaşa, yaşlanmışlığa hürmet, orada alçak işkence için bir kolaylaştırıcı oluyor. Biri tutup savuruyor, öbürü yüzünü ve bedenini tekmeliyor. Nicelerimizin saçak altlarına sığındığı bu zor ve karanlık zamanda, yattığı yerden doğrulup kendine yapılanların hesabını sormaya girişiyor Pulat. Bunu aylardır yaşıyor Perihan Pulat, kendisine “yorulmuyor musun, yılmıyor musun” diye soranlara, “Bilakis” diyor, “daha da hırslanıyorum, daha da yürekleniyorum…” “Sen daha ölmedin mi” dediklerinde “100 yaşına kadar yaşamaya” karar veriyor. “Behice Boran’dan ilham aldığını” söylüyor. (*) Onu defalarca evinde konuk etmiş, fikirlerine ve mücadelesine ortak olmuş. Ve şimdi ondan öğrendiği direnci taşıyor. 40 yıl sonra bir 1 Mayıs günü tıpkı Behice Boran gibi bir ‘turnusole’ dönüşüyor.

1979’da ülkenin iç zorunlulukları ve açmazlarıyla ‘bölgesel ve uluslararası ihtiyaçlar’ arasında kurulan oyunlar Türkiye’yi önce 12 Eylül faşizmine sonra bugünlere getirdi. O dönem işçilere, toplumsal muhalefete, halka dönmek yerine ‘büyük güçlerin beklentilerini anlamaya çalışma’nın bedeli, siyasal ve fiziksel buharlaşma oldu. Ve bugün vardığımız felakete karşı direncin sembollerinden biriydi Behice Boran…

75 yaşındaki Perihan Pulat, bugün tüm ülke benzer bir yol ayrımındayken, yanlış kararlarla gidilecek bir başka felakete karşı direncin sembolüdür artık. Memleketin ‘ittifaklara’, ‘adaylara’, ‘turlara’ sıkışıp fazla teknikleşmiş politika algısını doğru yere, ezilenlere, iş ve ekmek mücadelesine, emekçilere ve Kürtlere doğru genişletmeden bir kurtuluşa sahip olamayacağını gösteren bir işaret olmuştur. Behice Boran gibi…

(*Yüksel Caddesi'nin Perihan Ablası: Polislere inat 100 yaşına kadar yaşayacağım!Yüksel Caddesi'nin Perihan Ablası: Polislere inat 100 yaşına kadar yaşayacağım!


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.