YAZARLAR

Yaralar, çiçekler, çocuklar... Unutmabeni!

Hafızan, sorumluluğunu aldığın ilk çiçektir, Küçük Prens’in gülü gibi. Kurutma ve unutma.

Çocukluk fotoğraflarımızın sosyal medyayı çiçek bahçesine çevirdiği bir 23 Nisan’ı daha geride bıraktık. İnsanların çocukluklarının bir gün, birkaç saniye için bile olsa, birbiriyle tanışması ne güzel. Bu dünyaya aynı şaşkınlık ve masumiyetle fırlatıldığımızı, hikâyelerimiz birbirinden apayrı olsa da, hepimizin payına gülüşler kadar gözyaşlarının, sevinçler kadar hayal kırıklıklarının da düştüğünü hatırlamak…

İnsanın varoluşunu tanımlayan en önemli iki kavram benzerlik ve farklılık sanırım. Walter Benjamin’den ilhamla, tekniğin olanaklarıyla henüz yeniden üretilemediğimiz bu çağda, eşsiz birer yapıtız. Dünyaya bir daha düşmeyecek birer kar kristaliyiz. Bir yandan da dünya üzerinde fiziğimizden karakterimize, özgeçmişimizden yaşam tarzımıza az çok benzediğimiz yüz binlerce insan var hepimizin. İnsan olmak paydası, bizi hiçbir yerde olmasa yüceliklerde ve zayıflıklarda birleştiriyor. Herkesin ‘aşk hâli’ az çok birbirine benziyor söz gelimi. Ya da korktuğumuzda, dehşete düştüğümüzde girdiğimiz hâller…

İnsanın ve hikâyelerin yazgısı aynı bu anlamda: Güneşin altında yeni bir hikâye olmadığı gibi, tamamen eşsiz, benzersiz, başka hiç kimseyi hatırlatmayan bir insan da yok. Ama bir bütün olarak da her insan kendi alt türünün tek örneği!

Sevdiğimiz hikâyelerde aradığımız kıstaslar değişkenlik gösterse de, ‘ilginç olmak’ değil tek başına, mesela bir filmi bizim için eşsiz, unutulmaz yapan. Senaryosu, oyuncuları, rejisi, atmosferiyle kurduğu, bize sunduğu dünyanın bütünü. Sevdiğiniz filmleri şöyle bir aklınızdan geçirin. Gerek gerçek hayat gerekse de diğer filmlerle benzerliklerinin de farklılıklar kadar payının olduğunu göreceksiniz bu sevgide.

Italo Calvino’nun okuma hazzının temeline ilişkin müthiş sözünde olduğu gibi: “Yeni olmayanda yeniyi, yenide yeni olmayanı” ararız, filmlerde, romanlarda ve insanlarda. Hikâyeler gibi bazı insanlar da bu konuda barındırdıkları dengeyle bizi kendine çeker ya da iter. Bazısı bize bazı yaralarımızı hatırlatır, hemen iter. Tersi de mümkün çünkü salt katil değildir cinayet mahalline geri dönen. Ayaklarımız acı çektiğimiz yerlere tekrar tekrar götürür bizi. Bazı insan da, uçurum kenarındaki kıpkırmızı bir çiçeğin göz alıcılığıyla, müthiş bir tekinsizlikle bizi kendine çeker ya da bir halat oyununda olduğu gibi, çekilirken dengemizi bulamayıp düşüveririz.

Agatha Christie’nin dünyanın en fıstık pinpon karakterlerinden biri olan Miss Marple’ına bir romanda söylettiği şu sözü hiç unutmam: “Bazı insanlar bana başka bazı insanları hatırlatır, böylelikle hepsini tanımama gerek kalmaz.” Böyledir gerçekten, özellikle ‘yapı görme’ye yatkın birinin yeni tanıştığı birini zihnindeki bir departmana kaydetmesi çok uzun sürmez. Bunun avantajlı bir yanı vardır, özellikle tehlikelere karşı korur bizi. Aynı hataları farklı kişilerle defalarca tekrarlama lüksüne sahip olabileceğimiz kadar uzun değil hayat. ‘Yalancı’yı, ‘ölümüne bencil’i, ‘iflah olmaz çapkın’ı şıp diye tanımak, faydalıdır. Ne denli aksini iddia edersek edelim, bir yanıyla da duygusal konfor peşinde olan bir yaratıktır çünkü insan. Rutin önemli, can tatlı.

.

Öte yandan herkes de çok kolay tanımlanamaz. Bazısı tanımlanamayan bir cisim gibidir hatta, hayatın dengesini yeniden sağlamak için onu sabırsızca bir kategoriye yerleştirmek istersek hata ederiz. Kalbin de bir damak tadının olduğunu, bu tadı geliştirip bir insanda gerçekten sevdiğimiz şeylerin neler olduğunu anlamak için kendimizi ve başkalarını keşfetmeye daha çok zaman ayırmamız gerektiğini unutursak, insanın birçok renginden mahrum kalırız.

Sezgiler ve deneyimler önemli, ama en azından ‘ilk elemeler’den geçmişse, hayatımıza giren yeni bir insana çaydaki dudak payı kadar olsun ‘tanıma payı’ bırakmak da öyle… İnsanız, yanılırız çünkü. Çok bilen de yanılır, az bilen de. Bilmeyen zaten yanıldığını bile anlamaz, çok bilense yanıldığını kabul etmemek için hayatı kaçırır. Bozuk saat bile hayat boyu iki kez doğru insanı gösterir!

Buralara nereden geldim… 23 Nisan’dan, çocukluktan. Bu yazıyı yaza bakan nefis bir 24 Nisan gününden yazıyorum. Tarihimizinse en üzücü günlerinden biri. Dünyanın en güzel çiçeklerinden biri olan “forgetmenot” (unutmabeni) çiçeğinin, bu hüzünlü günün simgesi olması gibi, bu ardışık iki günün kederli kaderi…

Renkleriyle geçmişi, bugünü ve geleceği simgeleyen bu çiçeğin her bir yaprağı, 1915’ten sonra Ermenilerin dağıldığı farklı kıtaları temsil ediyor. Belki insanlık tarihi boyunca unutulamayacak kadar büyük bir acı, kendi içimizdeyse hâlâ adlandırması bile siyasete konu, asla tam olarak yüzleşilemeyen bir travma, bu çiçekle sembolize ediliyor. Yara ve çiçek.

Her yara iyileşmez, çocuklar ve toplumlar yaralarıyla büyür. Kollar ve bacaklar gibi serpilir yara, ürküsüne tazelik katar. Başka insanları da, toplumları da en az güzellikleriyle olduğu kadar, yara izleriyle tanırız. Yara hava alırsa iyileşir. Başkalarından da önce, kendimize gösterebildiğimiz, bakmaktan korkmadığımız yaralarımızla ancak, biraz olsun, barışırız.

Daha önce bir yazımda bahsetmiştim. “Nostalji” sözcüğünün Yunanca kökeni itibarıyla “eski bir yaranın sızısı” anlamına geldiğini Mad Men’in nefis bir bölümünden öğrenmiştim. Toplumun bir kesiminin 23 Nisanlara tavrı son yıllarda belki hiç olmadığı kadar hem neredeyse politik bir tavır, bir yer bildirimi hem de bunu da içeren biçimde bir nostaljik sızı içeriyor.

Kaynak İndigo dergisi

Aniden bastıran seçimler karşısındaki endişe, tablonun çoklu karamsarlığı, yine de umudu asla yitirmeme gerekliliğinin yanı sıra, çocukların günü olan bu günde çocukların durumu iç sızlatıyor… Sadece son birkaç yılda çeşitli toplumsal olaylarda yitirdiğimiz onlarca çocuk… Ayşe Öğretmen’in bebeği Deran’la beraber hapse giderken resmi… Çocuk gelinler, sokakta her gün rastlayabileceğimiz Suriyeli çocuklar… Dünyanın en güzel ortak imgesi olan çocuk yüzü bugün o kadar çok acıyla çerçevelenmiş durumda ki, ‘çocuk’ dediğimiz anda kendi çocukluğumuzdan yiten çocuklara uzanan bir ağıt da yakmış oluyoruz. Ağıtlardan ve yangınlardan bir çelenk. Acı da, umut da, gelecek de onun içinde.

İnsan olarak yazgımız çocuk doğmak ve yetişebildiğimiz kadar, yetişkin olmak. Çocukluk ve yetişkinlik çok güzel, yaşlılık da bir nevi tersinden çocukluk gibi görünüyor. En beteri ergenlik. Maalesef toplumca en takılı kaldığımız yer de orası. Bazen ergenlikle lanetlendiğini düşünüyorum bu toplumun. Bunda çocukluk yaralarıyla tam yüzleşemeyen bir toplumun kirli gazlı bezlerle üstün körü örttüğü yaralarına yaralar ekleyerek devam etmesinin payı da büyük galiba. Yüzleşmeyen, büyüyemez.

Salt kendimizin ve yakınlarımızın yarasını değil, başkalarının yaralarını da görmedikçe, benzerlikler kadar farklılıkları da kucaklamadıkça, bize biçilmiş şu kısa hayatta ne kendimizi yeterince tanımamız mümkün ne de başkalarını. Hafızan, sorumluluğunu aldığın ilk çiçektir, Küçük Prens’in gülü gibi. Kurutma ve unutma.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.