YAZARLAR

Öldürülüşünün 70. yılında Sabahattin Ali bestelerini toparlama denemesi

Çok zamandır memleket dışına çıkmak isteyen ve bunun için çabalayan Sabahattin Ali, hapishanede tanıştığı berber Hasan Tural vasıtasıyla bulunan Ali Ertekin eşliğinde bu yolculuğa çıkarken bizzat mihmandarı tarafından öldürüleceğini bilmiyordu. Tanıyanlarca “yurtdışına adam kaçıran bir şebekeye mensup” olduğu ifade edilen Ertekin, ifadesinde cinayeti bir mola esnasında işlediğini anlatmıştı.

1948 yılının 31 Mart günü elinde bavuluyla İstanbul’dan Kırklareli’ne doğru hareket eden 41 yaşındaki “genç”, bunun son yolculuğu olduğunu bilmiyordu. Sevenleri onu sessizce uğurlamıştı, Bu yolculuktan kimsenin haberi yoktu. Gelecek “muvaffakiyet” haberi beklenirken gencin kaybolduğu anlaşıldı ve yapılan araştırmalar sonucu cesedine ulaşıldı. 16 Haziran günü Sazara köyü yakınlarında bulunan, Sabahattin Ali’nin cansız bedeniydi.

Çok zamandır memleket dışına çıkmak isteyen ve bunun için çabalayan Sabahattin Ali, hapishanede tanıştığı berber Hasan Tural vasıtasıyla bulunan Ali Ertekin eşliğinde bu yolculuğa çıkarken bizzat mihmandarı tarafından öldürüleceğini bilmiyordu. Tanıyanlarca “yurtdışına adam kaçıran bir şebekeye mensup” olduğu ifade edilen Ertekin, ifadesinde cinayeti bir mola esnasında işlediğini anlatmıştı. Elinde kitabı, yaktıkları ateşin başında Ali Ertekin’e ileride yapacaklarını anlatan Sabahattin Ali, konuşmasını bitirip kitaba gömüldüğünde bir anda başına aldığı darbelerle katledildi. Ertekin, sonrasında o geceyi şöyle anlatacaktı: “[anlattıklarından sonra] Sabahattin Ali’nin Türklükle alakası olmayan ve Türk milletine fenalık için harice kaçmak isteyen bir canavar olduğunu anladım. Zaten elinde de şişkin bir çantası vardı, bu çantada mevcut olması muhtemel olan muzır evrakı düşündüm. (…) İşte bu millî düşünceyle birdenbire irademi kaybederek elimdeki sopayla kitap okumakta iken kafasının sol tarafından yüzüne doğru şiddetle vurdum.”

İşlediği cinayeti büyük soğukkanlılıkla anlatan katil, kendisiyle yapılan röportajların birinde yaptığı “iş”i başbakana bildirmeyi dahi düşündüğünü söylüyor. Buna cesaret edememiş ama ifadesine göre sonraki haftalarda “azılı bir komünist olan” Berber Hasan’ı faka bastırmak için emniyetle işbirliği yapmış.

Emniyet bağlantısı bununla sınırlı değil: Sabahattin Ali’nin öldürülmesinde bizzat polis teşkilatının parmağı olduğu hatta Ali Ertekin’in olayda bir piyon olduğu ve yazarın, sınırı geçerken onu yakalayan polislerce işkencede öldürüldüğü öteden beri söylenir ama ispat edilememiştir. “Faili meçhul” cinayetler arasında baş köşeye oturan bu hadise, hâlâ karanlık. Kayıtlara göre 2 Nisan gecesi gerçekleşen cinayet çok sonra duyuruldu: 12 Ocak 1949 tarihli gazeteler, “Sabahattin Ali Bulgar sınırında öldürüldü” manşetiyle çıktı.

Sabahattin Ali bu aralar “Kürk Mantolu Madonna”nın yazarı olarak tanınıyor ama “eser”i büyük. Şiirlerinden romanlarına uzanan yazıcılığı, kısacık hayatında onu memleketin en önemli yazarlarından biri yapmaya yetecek kadar özel. Üstelik “iş”i edebi ürünlerle sınırlı değil: Çıkarttığı gazete ve dergiler, yazdığı yazılar, yaptığı çeviriler, ‘40’lı yıllar için önemli hamleler. Sabahattin Ali, döneminin en etkili isimlerinden biri olarak tarihe yazıldı.

Şiirlerini pek sevmez, yayımladığı tek kitabı sonradan hata olarak nitelendirmiştir ama bilhassa ‘70’li ve ‘80’li yıllarda adının yayılması bestelenen şiirleri sayesinde. Ölümünün ardından uzun süre yok sayılan ve kitapları basılamayan Sabahattin Ali, 1973 yılında Bilgi Yayınları’nca yeniden yayımlanan toplu şiirleri ile kitlelere ulaştı, şiirlerini besteleyenler onu bugüne taşıdı. Tek şiir kitabı “Dağlar ve Rüzgâr” (Türkiye Yayınevi, 1934) görünür ama hemen öncesinde kendi imkanlarıyla bir küçük kitapçık bastırmıştır: 1932 yılında Konya’da Orta Anadolu Matbaası’nda basılan “Dağ Şiirleri”, onun on şiirini bir araya getiren 16 sayfalık küçük bir kitapçık. Önsözündeki yazı, kitabı nasıl da çekinerek yayımladığının ispatı: “Şair olmak iddiasında değilim. Bir zamanlar bazı manzumeler karalamış, fakat bundan çabuk vazgeçmiştim. Kendimi başka vadilere, hikâyeye hasretmek istiyordum. (…) şu son aylar içinde beş on manzume meydana geldi. Belki kıyamadığım için, bunları, eskilerden de birkaç tane ilave ederek neşrettim. Bunu yapmakla sahamın haricine çıkmadığım kanaatindeyim, çünkü bu şiirler de uzun bir hikâyenin parçalarıdır, uzun ve ebedi bir hikâyenin…”

Sabahattin Ali’nin şiirleri pek çok kez değişik yayınevlerince basıldı. Bu şiirler, birkaç yıldır YKY tarafından toplanan külliyatı içerisinde yayımlanıyor. “Dağlar ve Rüzgâr”, toplu basımlar dışında 2017 yılının Kasım ayında yapılan özel bir baskıyla da karşımıza çıktı: İçeriğinde bütün şiirlerin el yazısı kopyaları ve geçirdikleri aşamalar yer alıyor. Yazının bundan sonrasında bu kitapta yer alan şiirlerin bestelenme macerasını size sunma niyetindeyim. Şüphesiz zor iş, unuttuklarım olacaktır ama ulaşabildiğim tüm besteleri art arda sunacağım…

“Dağlar ve Rüzgâr”ın açılışında yer alan 1931 tarihli şiir “Dağlar”, 1984 yılında yayımlanan Sezen Aksu albümü “Sen Ağlama”nın ikinci yüzünü açar: “Başım dağ, saçlarım kardır, / Deli rüzgârlarım vardır, / Ovalar bana çok dardır, / Benim Meskenim dağlardır. // Bir gün kadrim bilinirse, / İsmim ağza alınırsa, / Yerim soran bulunursa, / Benim meskenim dağlardır.” Ali Kocatepe’nin bu bestesi, albümün sevilen şarkılarından. Mahsun Kırmızıgül, bu besteyi 1996 yılında yayımlanan “Sevdalıyım / Hemşerim” albümünde seslendirdi. Şiir, farklı bir besteyle Sadık Gürbüz ve Fuat Saka tarafından da yorumlandı.

En bilinen Sabahattin Ali şarkılarından biri, 1978 tarihli Nükhet Duru albümüne adını veren “Melânkoli”. Kitabın dördüncü şiiri. 1932 yılının Aralık ayında Konya’da yazılmış. Şarkı, Ali Kocatepe bestesi. Bestelenme hikâyesini bestecisinden aktarayım: “1977’nin yaz aylarıydı. Bodrum’da biraz tatil yapmış, İstanbul’a dönecektim. Big Ben diye güzel bir kulüp işleten Engin adlı arkadaşım elinde bir kitapla geldi ve bana bir şiir okudu. Çok etkilendim. ‘Kimin?’ dedim. Kapağında ‘Sabahattin Ali – Değirmen / Dağlar ve Rüzgâr” yazıyordu… Okuduğu şiirin adı ‘Melankoli’ydi. Sabahattin Ali’yle böyle tanıştık. Otobüsle İzmir’e geçmiştim. İlk işim Alsancak’taki bir kitapçıdan bu kitabı almak oldu… İçinde hem öyküleri hem de şiirleri vardı. Uçakla İstanbul’a dönerken tüm şiirlerini okumuştum. O gece elimde gitarım “Melankoli”yi besteledim. Nükhet Duru seslendirdi, 1978 Altın Kelebek En İyi Beste Ödülü’nü aldım.” Şarkı, dilden dile bugüne ulaştı ama pek bilinmeyen bir Eurovision macerası var… Ali Kocatepe, bu şarkıyla Eurovision Şarkı Yarışması Türkiye elemelerine katılmış, şarkı [muhtemelen Sabahattin Ali isminden dolayı] ön elemeyi bile geçememişti!

“Dağlar ve Rüzgâr”da art arda yer alan “Hapishane Şarkısı” başlıklı beş şiir, Sabahattin Ali şiirleri arasında farklı bir yerde. Konya ve Sinop hapishanelerinde yazılan bu şiirlerin beşincisi, en bilineni ama sırayla gideyim… İlk şiir, “Kartal” adıyla Kerem Güney tarafından bestelendi: “Göklerde kartal gibiydim, / Kanatlarımdan vuruldum; / Mor çiçekli dal gibiydim, / Bahar vaktinde kırıldım.” Aynı şiire Ali Ekber Eren tarafından yapılan beste Haluk Özkan, Volkan Konak ve Edip Akbayram yorumlarıyla bize ulaşırken Cem Akgün’ün farklı bestesini “Göklerde Kartal Gibiydim” adıyla Yasemin Göksu seslendirdi. Cem Akgün, II numaralı şiiri de 1987 yılında topluluğu Grup Çağrı ile “Bir Yürek Kaldı Avucumda” adıyla seslendirmişti.

Üç numaralı “Hapishane Şarkısı”, daha çok Ahmet Kaya yorumuyla bilinir: “Burda çiçekler açmıyor, / Kuşlar süzülüp uçmuyor, / Yıldızlar ışık saçmıyor, / Geçmiyor günler, geçmiyor.” Aynı şiiri Kerem Güney ve Ali Kocatepe farklı bestelerle seslendirdi. “Düşmanlar gülüp sevinsin. / Dostlar arkasını dönsün…” dizeleriyle dikkat çeken IV numaralı şiir bugüne kadar bestelenmedi ama ardından gelen, bütün zamanlarda en çok yorumlanan şarkılardan biri oldu. Kerem Güney, Mayıs 1933 tarihli sonuncu “Hapishane Şarkısı”nı “Aldırma Gönül” adıyla besteledi, ortalık karıştı: “Başın öne eğilmesin, / Aldırma gönül, aldırma; / Ağladığın duyulmasın, / Aldırma gönül, aldırma...” İkinci kıtada yer alan ifadeler [“Dışarda deli dalgalar, / Gelip duvarları yalar; / Seni bu sesler oyalar, / Aldırma gönül, aldırma…”] şiirin yazıldığı Sinop Hapishanesi’ni tasvir ediyor. En çok Edip Akbayram’ın sesinden dinlediğimiz şarkı Timur Selçuk’tan Ebru Gündeş’e Behiye Aksoy’dan Hayko Cepkin’e pek çok isim tarafından yorumlandı. Bunlarda farklılıklar da var ama hepsinin üzerinde birleştiği değişiklik “Dertlerin kalkınca şaha / Bir küfür yolla Allah’a…” dizelerindeki: Sabahattin Ali’nin “küfür”ü şarkıya dönüşürken yumuşamış, “sitem”e dönüşmüş.

“Kızkaçıran”, altında 16 Ağustos 1932 tarihi olan bir şiir. İstanbul’da yazılmış. Yıllar sonra, Ahmet Kaya bu şiiri besteledi ve ilk albümü “Ağlama Bebeğim”de yorumladı. Hemen ardından gelen “Mayıs”, aynı yıllarda Ekrem Ataer bestesiyle Banu Kırbağ tarafından yorumlanmıştı: “Mayıs, ayların gülüdür, / Taze bir çiçek dalıdır, / İçerim ateş doludur, / Mayıs’ta gönlüm delidir.”

“Kıyamadığım”, Ali Kocatepe’nin bestelediği bir diğer Sabahattin Ali şiiri: “Hey bir zaman bakıp bakıp / Seyrine doyamadığım! / Şimdi gurbette bırakıp / Sesini duyamadığım! // Evde kapanıp kaldın mı? / Seyrana çıkıp güldün mü? / Başkalarının oldun mu? / ‘Benimsin’ diyemediğim!” Şarkı, “Benimsin Diyemediğim” adıyla 1979 yılında yayımlanan Nükhet Duru albümünde yer almıştı. Ali Kocatepe, Sabahattin Ali şiirlerini en çok besteleyen iki müzisyenden biri. Yine Nükhet Duru’nun yorumuyla hafızalara kazınan “Çakır” ve [kaynağı “Eskisi Gibi” adlı şiir olan] “Ben Sana Vurgunum”, Sezen Aksu’nun “Sen Ağlama” albümünde yer alan “Çocuklar Gibi” ve Modern Folk Üçlüsü yorumuyla bize ulaşan “Yaşamak”, Kocatepe’nin bestelediği diğer şiirler. Sonuncusu, Sabahattin Ali’nin 1928’de Yozgat’ta yazdığı “Hayat” başlıklı üç şiirinden “Mefkûreci” alt başlığıyla yayımlanmış olan. 1980 yılında sözler TRT tarafından “muzır” bulunmuş, şarkı denetimden geçmemişti: “Hayat ne fazla gülmek, ne de yasa girmektir, / Mevzuatı çiğnemek, talihi devirmektir… / Dünyayı parmağının ucunda çevirmektir… / Yaşamak, yatağından seller gibi taşmaktır.” Kocatepe, şiiri bestelerken “mevzuat” sözcüğünü “gelenek”le değiştirmiş. Bir başka değişiklik, “Çakır”da. TRT denetiminden geçmek için “Beyaz ellerine kına yaraşır, / Mavi gözleriyle bir içim sudur. / Efeler onu el üstünde taşır; / Köyün bir tanecik orospusudur.” dizeleri yumuşatılmış ve son kısımdaki “orospu” sözcüğü Nükhet Duru’nun “o ooo”larıyla geçiştirilmiş. 1979 yılında şarkıyı böyle yorumlayan Duru, 1993 yılında aynı şarkıyı yeniden yorumlarken bu sözcüğü üzerine basa basa söylemişti. Ali Kocatepe bahsini kapatmadan, bestecinin 1989 yılında “Şarkılarla Sabahattin Ali” başlıklı bir albüm yaptığı bilgisini de vereyim.

Ali Kocatepe için “Sabahattin Ali şiirlerini en çok besteleyen iki müzisyenden biri” dedim, diğeri Kerem Güney. “Aldırma Gönül”de imzasına rastladığımız besteci, 1977 tarihli albümü “Tapusuz Memet”te iki, 1979 tarihli “Yetmez mi Gönül”de dokuz Sabahattin Ali şiiri besteledi. 1933 yılında Adana’da yazılan “Bir Doğum Günü İçin”, “Dünyaya Geldiğin Zaman” adıyla ikinci albümde yer almıştı: “Göklerin Yüzü Güldü mü / Dünyaya geldiğin zaman? / Azgın sular duruldu mu / Dünyaya geldiğin zaman?” Albüme adını veren “Yetmez mi Gönül”, “Acı Demlerde”, “Sıcak Bir Sevda”, “Kanatlarımdan Vuruldum”, “Kaygusuz Deli Bir Kuştum”, “Mapusluk Sana Zor Gelir”, “Ağlayı Ağlayı” ve “Kıyamadığım”, topluluğu Güneşin Sofrası ile seslendirdiği diğer Kerem Güney besteleri…

Aydın şiirlerinden “Kara Yazı”, Ahmet Kaya tarafından bestelenmişti: “Geçmedi yâre sözümüz, / Yollarda kaldı gözümüz, / Yere çalındı yüzümüz, / Böyleymiş kara yazımız.” Kitapta bu şiirden hemen sonra gelen “Uzakta” ise Haluk Özkan bestesiyle 1986 yılında karşımıza çıkmıştı: “Her gün seni arıyorum, / Niçin benden uzaktasın? / Dağa taşa soruyorum: / Niçin benden uzaktasın? // Yanık bir bülbül ötüyor” “Vira Bismillah” albümünde yer alan şarkının düzenlemesi Ergüder Yoldaş’a aitti. Özkan, şarkıyı kendi düzenlemesiyle 1994 yılında yayımlanan “Deli Sevda” albümünde yeniden seslendirdi. Aynı şiir, Nurettin Rençber tarafından da farklı bir besteyle yorumlandı.

Sabahattin Ali’nin müzikle alakası ve hikâyelerinde, romanlarında geçen şarkılı sahneler başka bir yazının konusu. Onlara girersem yazı daha da uzar. İyisi mi burada bitireyim, son selamı öldürülüşünün 70. yılında onu bir hikâyesinden kopup gelen bir şarkıyla çakayım: “Döndüm daldan kopan kuru yaprağa / Seher yeli, dağıt beni, kır beni; / Götür tozlarımı burdan uzağa / Yârin çıplak ayağına sür beni…” Bu dizeler, 1937 yılında yayımlanan “Ses” adlı kitabına adını veren hikâyeden. Beyşehir’den Konya’ya giderken Barsakderesi adlı boğazda “sakatlanan” bir kamyonun yolcularını anlatan hikâyede sazın duyulduğu nokta bu zoraki mola. Ses, gece inerken, gün boyu yol kıyısında çalışan amelelerden birinden geliyor: “Yol amelesinin çadırı tarafından gelen saz sesi, ustaca çalınan bir meyandan sonra, susar gibi oldu ve bir erkek sesi o zamana kadar duymadığımız, fakat bize yabancı da gelmeyen bir halk şarkısı söylemeye başladı.” Hikâye boyu duyulan dizeleri besteleyen, Zülfü Livaneli. Şarkıya adını veren seslenişi de o eklemiş: “Leylim Ley”. 1979 yılında yayımlanan “Atlının Türküsü” albümünde Attila Özdemiroğlu’nun düzenlemesiyle karşımıza çıkan bu “türkü”, ilk kez 1975 tarihli Livaneli albümü “Eşkıya Dünyaya Hükümdar Olmaz”da dinleyiciyle buluşmuştu. İbrahim Tatlıses’ten Kardeş Türküler’e, Joan Baez’den Özdemir Erdoğan’a pek çok isim tarafından yorumlandı. “Aldırma Gönül”le birlikte en bilinen Sabahattin Ali “şiiri” olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Bestelenen Sabahattin Ali şiirlerini sayarken Mazlum Çimen bestesiyle Banu Kırbağ’ın (“Yanıyor Beynimin Kanı” adıyla) yorumladığı “İstek”i ve Gülbahar Uluer’in “Esme Rüzgâr” adıyla seslendirdiği “Rüzgâr”ı ı unutmayayım. Şimdilik külliyat bunlarla tamamlanıyor ama bu yeni Sabahattin Ali şarkılarıyla karşılaşmayacağımız anlamına gelmiyor. Söylediğim gibi, bu eksik bir liste. “Bütün” olma iddiasında değil ama bütüne en yakın “tüm” besteleri içeriyor. Eksikler, okuyucunun da katkısıyla tamamlanırsa en kısa zamanda bestelenen Sabahattin Ali şiirlerinin eksiksiz bir listesine ulaşabiliriz.

Sabahattin Ali’yi öldürülüşünün 70. yılında Maria Puder’in kemanı, Macide’nin piyanosu, Hacer’in türküsü eşliğinde anıyorum.


Murat Meriç Kimdir?

1972’de doğdu. Çanakkale ve İzmit’te okudu. Ankara’da kimya mühendisliği eğitimi alırken, dinlediği müziğin tarihine merak saldı ve oradan ilerledi. Kendini bildi bileli plak topluyor; okuyor, dinliyor, dinlediklerini yazıyor, sevdiklerini çalıyor. Kedi gibi meraklı. Rakı, roka, bamya, erik seviyor. Çanakkale - İstanbul arasında yaşıyor ama Ankaracı. 1996’da Müzük adlı dergiyi çıkartan ekipten. Sonrasında Roll mürettebatına katıldı. Mürekkep, Birikim, Milliyet Sanat, Virgül, Bant gibi dergilerde yazıları yayınlandı. Yeni Binyıl, Radikal ve BirGün'ün yazarlarındandı. Ankara’da Radyo Arkadaş’ın kuruluşuna katıldı, radyo programları başta TRT, pek çok radyoda yayımlandı; kimi televizyon programlarının danışmanlığını yaptı, metnini yazdı. 2002 - 2003 yıllarında TRT için Kırkbeşlik adlı televizyon programını hazırladı ve sundu. Kalan Müzik için bir Tülay German albümü (Burçak Tarlası 64 – 87, 2001) derledi, pek çok albüme yazar ve danışman olarak katkıda bulundu. Pop Dedik / Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği (İletişim Yayınları, 2006), 100 Şarkıda Memleket Tarihi (Ağaçkakan Yayınları, 2016), Yerli Müzik (bi'bak Berlin, 2018) ve Hayat Dudaklarda Mey / Memleketin Anason Kokan Şarkıları (Anason İşleri Kitapları, 2019) adlı dört kitabı, üzerinde çalıştığı pek çok projesi var. Üniversitelerde ve kültür merkezlerinde müzik tarihi üzerine seminerler verdi, veriyor. Düzenli olarak Gazete Duvar'da, arada bir Kafa’da yazıyor; Açık Radyo için hazırladığı Harici Bellek başlıklı program salı günleri 19.30'da yayımlanıyor.