YAZARLAR

Türkiye'nin değişen yüzü: Ağlayan Çocuk ve Çiftlikbank

Herkes, bu saf görünümlü çocuğun, bu işi nasıl kıvırdığının şaşkınlığında olsa da, hadi kendimize dürüst olalım; zaten Mehmet Aydın’ın başarısının sırrı biraz da, insanlara verdiği görüntüsünün altında yatmıyor mu?

Yurtdışına kaçırılan milyon dolarları, sayıları on binleri bulan mağdurları, bu işin arkasında kesin daha büyük isimler bulunuyordurları ile Çiftlikbank dolandırıcılığı, bugünlerde ülkenin en merak edilen konularından oldu.

Aslında Türkiye, bu kapsamda dolandırıcılık olaylarının yabancısı değil. 1950’lerde kente başlayan göçü fırsat bilerek saf köylülere, İstanbul’un kulelerini, meydanlarını satan Sülün Osman; 1980’lerin banker furyası ve Banker Kastelli; Tansu Çiller döneminde, emekli Organeral Necdet Öztorun’un adını kullanarak örtülü ödenekten milyarlar alan Selçuk Parsadan ve yine bir saadet zinciri olan Titan’ın sahibi Kenan Şeranoğlu ilk akla gelenlerden. Ancak tek bir fark var; bu sefer dolandırıcılığın yöntemi kadar dolandıranın fiziksel özellikleri, yani yüz ifadesi, yaşı, duruşu ve kilosu da en az olayın kendisi kadar ilgi gördü.

Mehmet Aydın, 27 yaşında ama olduğundan küçük gösteriyor; yüzündeki hafif tebessümüyle saf bir çocuk-delikanlı görünümünde. Birkaç haber sitesinde kendisinden “tosuncuk” diye bahsedildiğini bile okudum. Yoksul bir aileden; çocukluğu iki göz bir bodrum katında geçmiş. Bursa’da bir çay bahçesinde asgari ücretle çalışıyor ve işe, bir ayakkabı alacak parası bile olmadığından terlik ile gidip geliyormuş. Bu resme uymayan tek bilgi, bilgisayar yazılımcısı olması ama bu işi nereden, nasıl öğrendiğine dair bir habere rastlayamadım.

.

Herkes, bu saf görünümlü çocuğun, bu işi nasıl kıvırdığının şaşkınlığında olsa da, hadi kendimize dürüst olalım; zaten Mehmet Aydın’ın başarısının sırrı biraz da, insanlara verdiği görüntüsünün altında yatmıyor mu?

Tabii ki de, on binlerce insan, paralarını sırf bu yüzden kaptırmış olamaz, ama bu konuya daha sonra geleceğim.

Aslında Türkiye bu kapsamda bir dolandırıcılık ile nasıl ilk defa karşılaşmıyorsa, bir çocuk, daha doğrusu görüntüsü karşısında da ilk defa böylesine büyülenmiyor.

Ağlayan Çocuk

Ağlayan Çocuk resmi, güzel yüzü, düzgünce taranmış sarı saçları, metanetli bakışı, iri mavi gözleri, hafif burulmuş dudakları, yanaklarından süzülen gözyaşları ve yüzündeki acı ifade ile 1980’li yıllarda Türkiye’de çok meşhur olmuştu. Evlerde, kahvehanelerde, bakkallarda, tamirhanelerde, kamyon ve minibüslerin arka camlarında, her yerde bu resim vardı.

Nurdan Gürbilek, “Kötü Çocuk Türk” isimli kitabında, Ağlayan Çocuk resminin 1980’lerde Türkiye için ne ifade ettiğini ve 1990’lar ile beraber, toplumdaki çocuk imgesinin nasıl değiştiğini ayrıntılı bir biçimde anlatır. Ben de, Gürbilek’in yorumuna, bütün yanlış anlaşılmalar bana ait olmak üzere, kısaca değinecek ve onun bıraktığı yerden bugüne, hikayenin devamını getirmeye çalışacağım.

Ağlayan Çocuk resminin bu kadar sahiplenilmesinin arkasında, toplumun, çocuk yaşta çekilmiş acı ve bu acıya sebep olan haksızlıklar karşısında her zaman mağrur durarak, sebebi bilinmese de, böylesine bir travmanın yaratabileceği her tür ruhsal kirlenmeden, hınçtan ve şiddetten arınma ahlakı düşüncesi yatar. Her ne yaşadıysa, dayanmayı başarmış ve erken yaşta yaşadığı acı, onun onurlu ve erdemli duruşunun kaynağı olmuştur.

Bu erdemli duruşun, biri Batı’ya, biri kendi içimize dönük iki yüzü var.

Batı’ya dönük olan yüzü, bir zamanlar üç kıtaya yayılmış bir dünya imparatorluğundan, Doğululuğunun, geri ve yoksul bırakılmışlığının çaresizliği içinde hasta adamlığa düşen ve bir devrimle son anda toparlanan bir toplumun, muasır medeniyetler seviyesine erişme çabasının onurlu bakışıdır. Çocuğun, gürbüz yüzü, sarı saçları ve iri mavi gözleri ile kavruk ve yetersiz beslenmiş bir Anadolu çocuğu yani bizden biri olmaması ilk başta yadırgatıcı gelse de, bu resim de, her şey gibi çift anlamlıdır. Resim, hem Batı’ya karşı mağrur bir duruşu, hem de Batı karşısında kendisini sürekli çocuk ve eksik hisseden ama yine de o olmaya çalışan bir toplumun, bir türlü giderilememiş büyüme arzusunun temsilidir.

Kendimize dönük olan yüzü içinse, resmin meşhur olduğu 1980 askeri darbesi yıllarına bakmalı. Toplumun, cumhuriyetin kuruluşundan da öncesine dayanan, eşit, özgür ve kendi farklılıkları ile yaşama talepleri, darbe ile bir anda susturulmuş ve toplum, bir kez daha sadece dışarıdan değil, içeriden de kudretten yoksun bir çocuk muamelesi görerek, onurlu bir duruşa sahip olmayı, milli bir erdem olarak kabul etmek zorunda kalmıştı.

1990’lar, Türkiye’nin dünyaya açıldığı, Neoliberal politikaların güçlü bir şekilde hissedildiği yıllardı. 1950’lerden farklı olarak, bu sefer sadece ekonomik değil, köy yakma olayları, Kürt milliyetçiliğinin yükselmesi ve terör gibi siyasi nedenlerle de, kırsaldan gelen göç, büyük kentlerin çehresini bir kez daha değiştirdi ve Ağlayan Çocuk, duvarda asılı bir resim olmaktan çıkıp, her an sokakta karşılaşılabilecek capcanlı bir yüze dönüştü.

Böylelikle, Batı’nın nimetleriyle tanışmış, tüketimin artık bir ihtiyaç değil tarz olarak algılandığı bir toplumda, mağrur ve onurlu çocuk imgesi yerini, aç gözlerle etrafına bakınan, her an suç işleyebilecek bir çocuk imgesine bıraktı. Bu çocuklar bizdendi ama 'Ağlayan Çocuk'a karşı duyulan empatiyi kimse onlara göstermedi. Sokak çocukları, kentin çağdaş görüntüsünü ve toplumun refah yanılmasını bozuyorlardı. Zaten yeni Türkiye’nin yeni insanları için yoksulluk, artık gurur duyulacak bir şeyden ziyade, utanılması gereken bir başarısızlık göstergesi olmuştu.

2000’li yıllarla beraber, artık delikanlı sayılacak yaşa gelmiş olan sokak çocuklarına, bir ara apaçiler dendi. Bu isim, yan tarafları iyice kısaltılmış, üst tarafları ise jöle ile dikleştirilmiş saç kesimlerine bakılarak verilmiş olsa da, bu benzetme, aslında çok daha büyük bir gerçeğe tekabül ediyordu.

Çoğu, köylerinden koparılmış ailelerin çocuklarıydılar. Kentin çeperinde yaşıyor ve kentin refahını sağlayan ucuz ve vasıfsız iş gücünü oluşturuyorlardı. Tek eğlenceleri ise hafta sonları, kendilerine özgü giyimleri ve tarzları ile gruplar halinde merkeze, örneğin Beyoğlu’na gitmek ve ait olmadıkları bu dünyada, kendilerini görünür kılmaya çalışmaktı.

Peki, sokaktaki kendi çocuklarını reddeder ve görmezden gelirken, bu esnada toplumun Batı’ya karşı çocukluğuna ne oluyordu?

Tüketim toplumunun getirdiği refah ve beraberindeki eşitlik duygusuna rağmen, gerçekte, ortada askeri darbenin izlerinden kurtulamamış, toplumsal barışın bir türlü sağlanamadığı, ardı ardına ekonomik krizler yaşayan ve her derdimize çare olacağı sanılan Avrupa Birliği’ne alınmayan bir Türkiye vardı. Yani, toplumun ortak bilinçdışındaki Doğulu ezikliği ve kudretten yoksun olma hali halen yerinde duruyordu.

Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kurulduktan hemen sonraki ilk seçimde, tek başına iktidara gelmesinde, birçok etkenin yanı sıra, toplumun o anki bu haletiruhiyesini de azımsamamak lazım. AKP iktidarının ilk yıllarında Avrupa Birliği sürecinin hızlanması, yaratılan demokratikleşme havası, ekonomi alanındaki olumlu gelişmeler ile Türkiye’de -mevcut tüm toplumsal çatışma alanları varlığını korumasına rağmen- iyimser bir hava hakimdi.

Sonra bir şeyler değişmeye başladı. Batı’nın, sonu gelmez istek ve beklentilerini karşılamakta zorlanan Erdoğan’ın, 2009 yılında Davos zirvesindeki “one minute” çıkışı, sembol bir dönüm noktası olarak görülmeli. Artık Avrupa Birliği’ne, en azından onun demokrasi kültürüne ihtiyacımız yoktu ve ekonomik ilişkileri sürdürmek yeterliydi. Zaten dünya beşten büyüktü ve gerekirse, diğerleriyle ilişkilerimizi geliştirir, kendi kararlarımızı kendimiz verebilirdik, tıpkı yetişkin bir insanın yapacağı gibi.

Peki, kendi iç sorunlarımız?

Tabii ki de yine kendimiz çözecektik. Kredi değerlendirme kuruluşları düşük not mu veriyorlar? Öyleyse, yok hükmündedirler ve kendi kredi değerlendirme kuruluşlarımız olacak. Kürt sorunu ve çözüm süreci? Yine kendi iç meselemiz. Zaten Kürt sorunu değil, sadece terör var ve bunu çözmek için başka ülkelerin topraklarına da girer ve hiç kimselere de hesap vermeyiz.

Ya içerideki çocuklar, bizim çocuklarımız?

Onlar da artık bir an evvel terbiye edilmeli; dini ve milli değerlerinin kıymetini bilen bir nesil yetişmeli.

Ancak gençlere ne kadar değer verdiğimizi söylüyor, hatta seçilme yaşını 18’e düşürüyor ve siyaseten onlara kendi fikirlerini söyleme şansını veriyor gibi görünsek de, aslında Türkiye büyüdükçe, içerideki çocuklarına, gençlerine, kadınlarına, erkeklerine, insanlarına daha da kötü davranır oldu.

Düşünün, gençlerin kendi fikirlerini söyledikleri için okuma haklarının yani geleceklerinin ellerinden alınmasını konuşur olduk. Düşünmeye devam edin; artan çocuk istismarı vakalarını, çocuklara ve kadınlara uygulanan akıl dışı şiddeti, çocuk gelinleri düşünün. Yo, durmayın, eğer biraz daha düşünmeye cesaretiniz varsa, iş arkadaşlarınıza, çalışanlarınıza, işçilerinize, yoldan geçene, şu ya da bu nedenle nasıl davrandığınızı ya da sizlere nasıl davranıldığını düşünün.

Dindarlıklarını bilemem ama kızgın bir nesil yetiştirdiğimiz kesin. Kafalar karışık. Hem Batı emperyalizmine karşıyız, hem de Batılı ülkelerin toplumsal konforunu ve nesnelerini arzuluyoruz. Son referandumda, hayır oylarının çoğunluğunun büyük kentlerden çıkması boşuna değil. İktidar, her ne kadar yerli ve milli araba, uçak, internet, akıllı telefon, bilgisayar vs. ile bu arzuları gidermeye çalışsa da, bu taleplere eşlik edecek özgür ve eşitlikçi bir ortam yok. Tekrar ve tekrar çocuklaştırılan bir toplum olduk ve kum havuzunda, birbirlerinin suratına kum fırlatıp, devamlı bağıran çocuklar gibiyiz.

Demek istediğim şu: Evet, Ağlayan Çocuk resmini unutalı çok oldu ve o günden bugüne Türkiye’de çok şey değişmiş gibi görünse de, çocuk olma halimizle uğraşmamız hiç değişmedi, sadece bu eksiklik duygumuz ile uğraşma şeklimiz ve araçlarımız değişti.

Mehmet Aydın, tam da böyle bir ortamdan; insanların, yönetenler tarafından azarlandığı, susturulduğu, düşüncenin değersizleştirildiği, bir şeyleri emek harcayarak elde etmenin ve yapılan işle içsel bir bağ kurmanın anlamını yitirdiği, nesnelere en çabuk ve kolay yoldan ulaşmanın yüceltildiği bir toplumun içinden çıktı.

Aydın'ın kafası karışık, hepimiz gibi. Zengin olmak, özgür olmak, gönlünün istediği gibi yaşamak, hatta ünlü olmak istiyor. Bu yüzden, rap şarkılar söylediği videoları şu an ortalarda. Dedim ya, kafası karışık. Rapçi olmak isterken aynı zamanda Çiftlikbank tesislerini açarken, iki elini kaldırıp, dualar ediyor ve dini bütün bir mümin görüntüsü verebiliyor. Üstelik bütün bunları, vatana ve millete hayırlı bir evlat olmak için yapıyor. Sonra birden onu, Uruguay’da, lüks bir villada yaşar ve son model arabası ile caddelerde dolaşırken görüyoruz.

Meğer bizler, onun oyunuyla, oturduğumuz yerden para kazanma hayalleri kurarken, asıl bizim tosuncuk yorulmadan para kazanmanın yolunu bulmuş. İşte o an, Aydın'ın saf gülümsemesinin arkasındaki gerçekle, muzip ve arsız bakışlarıyla yüzleşiyor ve içten içe onu, çok ama çok kıskanıyoruz.

Gürbilek, N. (2001); “Kötü Çocuk Türk”, Metis Yayınları.


Hakkı Yırtıcı Kimdir?

İstanbul Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi mezunu olan Hakkı Yırtıcı, yüksek lisans ve doktora eğitimini de aynı üniversitede tamamladı. Çağdaş Kapitalizmin Mekansal Örgütlenmesi isimli kitabı, 2005 yılında Bilgi Üniversitesi Yayınları tarafından basıldı. İktidar, mekan, dil ve psikanaliz alanlarına yoğunlaşan Yırtıcı; iktidar ve mekanın yeniden üretimi, modernleşme ve gündelik hayat pratikleri, sinema ve mekan analizi ve kent modernleşme tarihi üzerine dersler vermektedir.