YAZARLAR

Sofrayı paylaşma mutluluğu ve Ülkü Tamer

Ülkü Tamer en hınzır ve en olgun gülüşüyle bakar bize. Hüzünlü ve muzip bir tebessümle. Kalbinin olanca sevgisiyle. İnsanın her halini görmüş ve kabullenmiş olmanın kemaliyle. Teşekkür bütün bunların yanında ne kuru bir kelime.

Sevgili Hrant Dink’in kulağıma küpe ettiğim sözlerinden biridir. Hayal kırıklığına ya da ihanete uğradığında hem kırgın hem kızgın bir ses tonuyla “Daha da sofrasına oturmam” derdi.

Çok düşündüm o sözü. Sofranın kıymetini yani. Şimdilerde herkesin kendi çıkarını kolladığı, selamından ikili konuşmalarına her ânının proje zihniyetiyle aktığı kolaj masalar pek revaçta. Görünür oluyorsun hani.

Oysa sofra muhabbettir ve terbiyedir. Sen ne olduğunu anlamadan karşındakinden aldığın ilhamla dönüştüğün andır. Yine düşündüm bunları. Ülkü Tamer’i kaybettiğimiz için. Onun sofrasından geçmek kısmet oldu diye minnet duyarak hayata.

2016 Kasım’ında Nilüfer Belediyesi’nin şiir günlerinde kesişmişti yollarımız. Eş Genel Başkanlar Figen Yüksekdağ ve Selahattin Demirtaş dahil HDP milletvekillerine operasyon düzenlendi tam şehre vardığımızda. Hani zaten şiirin adı çıkmış, hayatın dışında diye. Öyle ya, kim ne etsin şiiri? Biz işte orada bir şairler kabilesi olduk acıdan ve öfkeden; hüzünden ve isyandan. Kalbimizin saflığını açtık ki ne zordur bilirsiniz. Sanki kaybedecek hiçbir şey kalmamıştı da ondandı herkesin bu kalbini sofranın ortasına koyabilme hali. Bir sofraya konduk işte. Kabile reisi diye iki çınara Ahmet Telli’ye ve Ülkü Tamer’e sığınarak. Soluklanarak gölgelerinde.

Minnetim de sevgim de şu ölüm tarihine bağlı değil o yüzden. Ona da bin şükür. Çünkü insan sevildiğini sayıldığını bilmeye yaşarken, orada şu insan evlatlarının arasındayken ihtiyaç duyar. En çok çaktığımız sınav halen vefa. Şükür dedim, Ülkü Bey’e hem ağabey hem beyefendi olabilen o büyüğüme gösterebildim hislerimi. Hiç yetmese de.

Fark ettiğim şeylerden biri de şu. Gitgide teşekkür edecek insan bulmakta zorlanıyorum. Gelecek darbelere, sinsi tuzaklara karşı önünü arkanı kollamakla akıyor günlük hayat. Cevabı beklenmeyen “Canım nasılsın”lardan, savuşturma sloganı “Sonra bakarız bir ara”lardan, buyurgan “Bilmem anlatabildim mi”lerden geçilmiyor ortalık. O yüzdendir sanırım iki gündür en çok alıntıyı Ülkü Tamer’in o nimet gibi gelen dizelerinden yapmamız. En güzel teşekkür edebilenden…

Ben sana teşekkür ederim, beni sen öptün,

Ben uyurken benim alnımdan beni sen öptün;

Zamirler fazla vurguludur genelde. Çok fazla ‘sen’, hitap ettiğin insanı karşına yerleştirir, kutbun kılar. Çok fazla ‘ben’, egonun itici kibrinin tezahürü gibi tınlar. Burada işte ama, 'ben'ler ve 'sen'ler yerini buluyor birden. Çünkü bir hemhal oluş tarif ediyor özünde. İnsanın kendini en çıplak, en saf haliyle bırakıverdiği uyku, paylaşılan ânın büyüsüyle ‘biz’ kılıyor, hikâyesi birbirinden ayrı, yolu kesiştiği andan itibarense birlikte kurulacak cümlelere geçen iki insanı.

Serinlik vurdu korulara, canlandı serçelerim;

Sen mavi bir tilkiydin, binmiştin mavi ata,

Ben belki dün ölmüştüm, belki de geçen hafta.

Sen bana çok güzeldin, senin ayakların da.

Aşka varana kadar sıradandır günler. Aşkı hissedene dek içinde, çizgiseldir zaman; biteviye uzanır gider. Oysa içine bir kez aşk düştü mü, zamanın girdap boyutunun ayırdına varırsın. Bir an yıllara uzar da mevsimler gıyabında akar. Başkasına yönelişin sana seni hatırlatır. Her zerrenle yaşadığını hissedersin. Kokular keskinleşir, renkler patlar. Kırmızıya keser, maviye çalar dört bir yan. Hüznün, derinleşmenin ama aynı zamanda ferahlığın, özgürlüğün, umudun rengidir mavi. Varoluşun bütün hallerini kapsar. Yalan gerçeklerden soyar insanı, hayallerini sahiplenmeni sağlar. Ve bir anda bütün ayrıntıları görür olursun. Tali diye geçilen her şeyi. Gövdenin her bir uzvunu, ruhun her bir zerresini. Güzellik tanımını yeniden yaratırsın. Senin gören gözlerinin ifadesi olur güzellik. Bakışınla güzelleşir dünya.

Ağzındaki ormanı ağzımdan yüreğime akıt.

Ben sana gün giydim.

Sana sığlandım.

Bir ruhun berikine aktığı öpüşler vardır. Güneş ve ay olduğun zamanlar. Her bir ânı birbirinden bildiğin, öte türlü eksik hissettiğin, adeta bir pelerin gibi kendini onun varlığıyla kapladığın zamanlar. Hayatın savuruşlarında, biriktirdiğin ne varsa onlarla gelip yığılırsın sevdiğinin yamacına. Seni yük gibi taşımayan, varlığınla çoğalana.

Haşhaş tarlaları arasından geçeceksin,

Beyaz ve mor haşhaşları havaya savurarak

Yeni bir afyon bulacaksın kendine.

İşte o zaman beni unutma,

Şairini, onun şiir yazan ellerini,

İçine dizilen sıragölleri,

Kendi kendine konuştuğun seni,

Her şeyi, hiçbir şeyi unutma.

Kendini alışkanlıklarla uyuşturmaya çalışırsın. Rutin bunun için var. Acıtıcı hakikatten kaçmanın yollarını ararsın. Oysa şair demiştir bir kere diyeceğini, sen o dizeler eşliğinde kendini karşına alıp halleşmeye girişmişsindir. Geriye dönüşü yoktur ki bu soyunuşun. Unutamazsın çıplak kalmışlığını. Her bir an birikir içinde, yan yana sıralanır. Kendi kendine “Ya işte böyle” der, hasbıhale girişirsin o en tanıdık yabancın olan senle. Konuşurken öğrenirsin taşımayı bütün o kaldıramadıklarını.

Saçlarının her teli bir dinamit fitilidir

yokuşları çıkıp yorgunluğa bıraktığın an gövdeni.

Kanıksayışın buzul uykusundan uyandığın an, yanarsın. Bastırılmış ne varsa, bunca zaman kendine dayattığın riyaya karşı ayaklanır. Teslim olman yeter, gerisi ateştir. Yakan, yıkan, arındıran ateş. Yangın yeri olur ortalık. Gövdene kütük gibi saplanmış sözler, elmasken kömüre dönenler, hiç sönmemiş bir korla birlikte alev alır. Yanarsın. Ve fakat bilirsin ki, kalan sağlar senindir.

Şiir ateşin habercisidir,

yangının kundakçısı.

Yanardağın üstündeki kuştur şiir.

Yandığında şiirin ne demeye geldiğini de anlar olursun. Ateşi hem körükleyen hem de o ateşin içinden çekip çıkarandır şiir. Yeniden yaratmak üzere yıkar. Tekinsiz yüksekleri kaypak zeminlere tercih ede ede. Göze almayı, göze batmayı öğretir.

En kötü alışkanlığım benim ölmekti durmadan.

Bir kamyon geçince ölmek, camilere girince,

Utanınca büyüklerden ve bahar yollarından,

Hatta yankesicilerden, bakır saçlarından kadınların

Birer birer yüreklerim yıllara dökülünce.

Yağmur sularıma inmeliydi önce inince.

Her bir aldanış, her bir hayalkırıklığı her bir ayıp küçük bir ölümdür. İnsan yanıldıkça bir parçasını kalakaldığı noktada bırakır. Ama öğrenir de. Hataları kim unutabilir ki. Kalbin çentikleri bir ömre yayılır. Ve gözyaşlarından filizlenir insan. Hâlâ ağlayabildiği oranda gülebilir doyasıya. Öldüğü kadar yaşamış olur hakkıyla.

Şiir tanığıdır bütün bunların. Ülkü Tamer en hınzır ve en olgun gülüşüyle bakar bize. Hüzünlü ve muzip bir tebessümle. Kalbinin olanca sevgisiyle. İnsanın her halini görmüş ve kabullenmiş olmanın kemaliyle.

Teşekkür bütün bunların yanında ne kuru bir kelime.


Karin Karakaşlı Kimdir?

1972’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü’nün ardından Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 1998’de öykü dalında Varlık dergisinin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü kazandı. Karakaşlı’nın eserleri şunlardır: Başka Dillerin Şarkısı (Öykü, Varlık Yay., 1999; Doğan Kitap, 2011) , Can Kırıkları (Öykü, Doğan Kitap, 2002), Müsait Bir Yerde İnebilir Miyim? (Roman, Doğan Kitap, 2005), Ay Denizle Buluşunca (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2008), Cumba (Deneme, Doğan Kitap, 2009), Türkiye’de Ermeniler: Cemaat, Birey, Yurttaş (İnceleme, Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel ve Ferhat Kentel ile, Bilgi Üniversitesi Yay., 2009), Benim Gönlüm Gümüş (Şiir, Aras Yayıncılık, 2009), Gece Güneşi (Çocuk Kitabı, Günışığı Kitaplığı, 2011), Her Kimsen Sana (Şiir, Aras Yayıncılık, 2012), Dört Kozalak (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2014), Yetersiz Bakiye (Öykü, Can Yayınları, 2015), İrtifa Kaybı (Şiir, Aras Yayıncılık, 2016), Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz (Anlatı, Can Yayınları, 2016). Karakaşlı halen Kültür Servisi, Gazete Duvar siteleri ve Agos gazetesinde yazmaktadır.