YAZARLAR

Otoriteyi sevme özgürlüğü

Adorno, Otoritaryan Kişilik Üstüne adıyla yayınladığı araştırmada antidemokratik düşünceyi oluşturan şeyin ne olduğu ve potansiyel faşist bireyin nasıl birisi olduğu sorularını yanıtlamaya çalışır. Çalışmanın bulgularından birisi, eğitsel düzeyden bağımsız olarak, bilgisizlik ve kafakarışıklığı ile faşizme eğilim arasında doğrusal bir ilişki olduğudur.

Nazi Almanyası’ndan kaçarak Amerika’ya yerleşen Frankfurt Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü üyelerinden Theodor W. Adorno, Otoritaryan Kişilik Üstüne adıyla yayınladığı araştırmada antidemokratik düşünceyi oluşturan şeyin ne olduğu ve potansiyel faşist bireyin nasıl birisi olduğu sorularını yanıtlamaya çalışır. Çalışmanın bulgularından birisi, eğitsel düzeyden bağımsız olarak, bilgisizlik ve kafakarışıklığı ile faşizme eğilim arasında doğrusal bir ilişki olduğudur. Adorno, bilgisizliğin yol açtığı belirsizlik ve kaygı durumunun gerici kitle hareketlerinin yeşermesi için uygun bir zemin oluşturduğunu, bütün modern faşist hareketlerin bilgisizleri hedeflediğini, bu yüzden de olguları bilinçli bir şekilde manipüle ederek başarıya ulaştıklarını belirtir. Ona göre, “Faşizmin hiçbir zaman tutarlı bir toplumsal kuram geliştirmeyip kuramsal düşünme ve bilgiyi ısrarla ‘halktan yabancılaşma’ diye itham etmesi bir rastlantı değildir”i.

Adorno ve arkadaşlarının 1940’ların Amerikası’nda yaptıkları bir dizi görüşme sonucunda ulaştıkları çalışmanın bulguları, bugün hâlâ otoritaryan kişilik özellikleri ve demokrasi karşıtı düşüncelere yatkınlık arasındaki ilişkiyi açıklamak için başvurulan kaynaklar arasında. Özellikle bugün Türkiye’de iktidarın ve yandaşlarının üniversiteler, akademisyenler, yazarlar, sanatçılar ve genel olarak entelektüellere karşı beslediği antipatinin arka planında bu türden bir antientelektüelizmin kitleler nezdinde bulması beklenen karşılığın yattığını düşünmek için yeterince sebebimiz var. Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı’nın 2016 yılında katıldığı bir televizyon programında sarf ettiği “ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum. … Bizde de şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ülkeyi ayakta tutacak olanlar okumamış cahil halk. Türkiye’nin okumuş kesimi profesörden başlayarak geriye doğru en tehlikeli olanlar üniversite mezunları.” sözleri bu niyeti açıkça ortaya koyuyordu. Sosyal medyaya getirilen yasaklar, muhalif basının maruz kaldığı baskı ve her türlü özgürlükçü düşüncenin karşı karşıya kaldığı tehditler, bugün muktedirler tarafından bilgi, hakikat ve enformasyon karşısında kafakarışıklığı, görmemezlik ve bilmemezliğe değer veren bir atmosferin neden ısrarla yeğlendiğini de açığa çıkarıyor.

Elbette bu yönde, iktidarın elinde epeyce araç var. Basın neredeyse tümüyle tek bir kişinin kontrolü ve denetimi altında. Televizyon ekranlarını işgal eden “çokbilir kişiler” konu her ne olursa olsun, milli menfaatlerden, içinden geçtiğimiz zor zamanlardan ve Türkiye’nin düşmanlarından söz ederken evire çevire aynı cümleleri yineleyip duruyorlar. Otorite ile her zaman arasını iyi tutmayı bilmiş şarkıcı, türkücü, topçu, popçu, oyuncu ve “sanatçılar” da elbette üzerlerine düşeni yerine getirmekten geri kalmıyor, gerektiğinde saray resepsiyonlarında boy gösteriyor, sıraya koymuşçasına birbirlerinin ardı sıra verdikleri röportajlarda ülkedeki özgürlük fazlalığı sayesinde adeta nirvanaya erdiklerinden, ne kadar mutlu ve mesut olduklarından ve hatta bu aşırı özgürlüğün “birazcık” sınırlanmasının, örneğin tivitırın mivitırın kapatılmasının, ülkenin ne kadar hayrına olacağından dem vurup duruyorlar. Gerçekte, bunlar da Adorno’nun otoritaryan kişiliğinden nasiplerini almış insanlar. Onlar için iktidarda kimin olduğunun, ülkede nelerin yaşandığının, olup bitenin ve ölüp gidenin pek önemi yok. Yalnızca sanatlarıyla değil, her devirde otoritenin yanında olmakla da birbirleriyle yarış halindeler. Elbette bu yarışta öne çıkan, ödülünü de hemencecik alıyor. Damadına milyonluk ihale olsun, MESAM’a kayyumluk olsun, devlet sanatçılığı ödülüyle “onurlandırılmak” olsun…

Zerrin Özer’in de bu yolda geri kalacağını beklemek hata olurdu elbette. Gençken Kenan Evren’e hayrandı. Şimdilerde Cumhurbaşkanı’na sevgisini ilan ederken “seviyorum işte, kime ne” diye dayılanıyor… Doğru elbette, Zerrin Özer’in kimi seveceği bize mi kaldı? Dilediğini sevsin gönlünce… Ama bununla kalmıyor. Posta gazetesine verdiği röportajda o da MESAM kayyumu Coşkun Sabah gibi Twitter'ın yasaklanması gerektiğini savunuyor: Özgürlük güzelmiş ama onu da edebiyle yaşamak gerekirmiş. Hem kimse onun kimi seveceğine karışmasın istiyor, hem de kimin özgürlüğünü nasıl yaşayacağını kendisi biliyor; artık ne demekse, özgürlüğü edebiyle yaşamak gerektiğini, gerisinin ahlaksızlık olduğunu buyuruyor. Sadece bu kadarıyla yetinse, geç bile kaldı, bunu ondan önce söylemeyi akıl edenler çıktı, diyeceğiz. Ama elbette bununla kalmıyor. Kız çocuklarının evlenene kadar bakire olması gerektiğini ilan ediyor. Tıpkı halkın cahilini seven rektör yardımcısı gibi, Özer’in bu sözlerinin de neden tam da bu zamanda söylendiği üzerine düşünmemiz gerek. Diyanetin, ilahiyatçıların ve AKP’li politikacıların kadın düşmanı sözlerine, eylemlerine maruz kalmadığımız gün geçmezken... Meclis başkanı İsmail Kahraman, TBMM’deki anma programında kadın tiyatrocuları sahneden uzaklaştıralı birkaç gün olmuşken. AKP İstanbul kadın kolları başkanı, İBB’nin 8 Mart dolayısıyla düzenlediği etkinlikte “kadın problemleri konuşulurken sürekli kadına yönelik şiddeti, ezilmiş kadınları gündeme getirenleri” esefle kınayalı henüz bir ay olmamışken... Daha birkaç ay önce Diyanet İşleri Başkanlığı’nın web sitesinde 9 yaşına giren kız çocuklarının evlenebileceği yazılmışken… Şimdi röportajında “ben devlet sanatçısıyım, TRT’de program da yaparım, Erdoğan’ı da severim” diyen “devlet sanatçı”mız çıkıyor, Diyanet’in 9 yaşında evlenebileceklerini belirttiği kız çocuklarımızın evlenirken bakire olması gerektiğini ilan ediyor. Elbette, Özer’in kız çocuklarının evlenemeyeceğini, bunun yalnızca röportajında pek değer verdiğinin altını çizdiği ahlaken değil, yasal olarak da mümkün olmadığını bilmediğini varsayamayız. Dahası, röportajından kendi bedenleriyle ilgili kararları verme hakkının mutlak biçimde kadınlara ait olduğunu bilecek kadar acı bir deneyim yaşadığını da öğreniyoruz. Bu noktada, yazıyı Adorno’yu okumaya yeniden dönerek ve onun Otoriteryan kişiliği açıklarken başvurduğu kavramlardan birine, “sahte tutuculuk”a başvurarak bitirmek istiyorum. Sanırım Adorno’nun aşağıdaki sözleri, Özer’in “otoriteyi sevme özgürlüğü”nün ne anlama geldiğini de bize en iyi biçimde açıklıyor:

“Buradaki fikir, … 'potansiyel faşist' karakterin, yalnızca görünür düzeyde değil, aynı zamanda kişilik yapısıyla da gerçek bir tutucudan çok sahte bir tutucu olduğudur. Sahte tutuculuğa denk düşen psikolojik yapı, bilinçdışı alandaki şiddet, anarşik itkiler ve kaotik yıkıcılıkla birlikte, ego düzeyindeki uzlaşmacılık ve otoritaryen itaatkârlıktır. …

… Dolayısıyla, sahte tutucu kişilerin göz önündeki ideolojisi bile, onların bizi inandıracakları gibi, salt temeldeki başkaldırıcılığa karşı bir tepki oluşumu olmayıp net bir şekilde tutucu değildir. … Tutucu olmayan öğenin bu taşması, her insanın vazgeçilmez hakları gibi geleneksel değerlerin, kaba baskı ve zayıf görülen her şeyin açıkça yerilmesi yönünde çaba gösteren hâkim güçlerin az rastlanan bir açıklıktaki, ama yine de çok şiddetli olan saldırısına konu edildiği günümüz ideolojisindeki belli birey ötesi değişikliklerle daha da pekiştirilmektedir. Az çok faşist, devletci kapitalist örgütlenme yönüne işaret eden toplumumuzdaki bu gelişme eğilimlerinin, ideolojide eskiden gizlenmiş olan şiddet ve ayrımcılık eğilimlerini ön plana çıkardığına inanmak için nedenler vardır. Bütün faşist hareketler resmen geleneksel düşünce ve değerleri kullanırlar; ama gerçekte, bunlara bütünüyle farklı, antihümanist bir anlam kazandırırlar.” ii

i Theodor W. Adorno, Otoritaryan Kişilik Üstüne Niteliksel İdeoloji İncelemeleri, çev. Doğan Şahiner, Ankara: Say Yayınları, 2011, s. 118

ii Adorno, 2011, s. 147-148


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.