
Kriz ve iman üzerine
Biz felsefeciler için Aydınlanmanın iki ayağı vardır. Biri bütün siyasal sonuçlarıyla birlikte Fransız Aydınlanması ve diğeri de eski deyimle ‘devrimin objektif koşulları’ belirmemiş olduğundan muazzam bir tinsel-kültürel şahlanma sürecine girerek kendi ‘subjektif’ koşullarını yaratmış olan Alman Aydınlanması. Alman Aydınlanması edebi, felsefi, düşünsel bir ‘aydınlanma’ olarak belirir ve merkezine de büyük oranda Immanuel Kant yerleşmiştir. Bu nedenle Aydınlanma üzerine beliren teorik çatışmaların ve bu husustaki felsefi çatallanmaların da temelinde büyük oranda Kant bulunur. Biraz da ünlü “Aydınlanma Nedir?” başlıklı yazısı nedeniyle…
“Kendi aklını kullanmak cesaretini göster” ve “Aydınlanma insanın kendi suçuyla düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır” gibi ünlü formülasyonları nedeniyle de Kant –bana kalırsa ucuz, üstelik Türkiye’de daha da ucuzlaştırılmış– bir ikilik içerisinden ele alınır: Akıl ve Vahiy. Bu ucuzluk biraz da Batı’yı gölge-kendiliğimiz olarak düşünmemizden kaynaklanıyor. Oysa Batı daha Spinoza’dan itibaren teorik ve düşünsel düzeyde bu ikilik içerisinden düşünmeyi bırakmıştır; çünkü Spinoza’nın da çok açık bir biçimde göstermiş olduğu üzere Eski Ahit ve Yeni Ahit metinlerinde Tanrı, kozmolojik ve ontolojik hakikatler sunmaktan ziyade ahlaki itaat talep eder. Bu talep de Tanrı kelamı olarak değil, “Tanrı bizden bunu istiyor” biçimindeki beşeri bir kelam olarak duyurur kendisini. Dolayısıyla yer yer beliren kozmolojik, ontolojik iddialar da beşeri iddialardır ve en azından çağımızda, inananlar da bunun böyle olduğunu bilirler. Yani kendi topraklarımızda (bu da ne demekse artık) görmekte olduğumuz bir ikiliği (gerçekte yoktur bu ikilik, hem fenomenal düzeyde hem de siyasal düzeyde biz üretiyoruz bu ikiliği ve kendimizin ürettiği bir ikilik uyarınca bakıyoruz meselelere) Batı’ya da yansıtarak düşündüğümüz için, ne bu toprakları ne de Batı’yı anlayabiliyoruz, hakkınca.
Yine Kant’a dönersek, bu durum, onun da üzerine gölgesini düşürüyor ve örneğin Voltaire gibi görmek istiyoruz Kant’ı da, ya da örneğin Turan Dursun gibi. Öyle ya, sonuçta vahye karşı aklı öne sürüyor değil midir Kant? Ortada Kur’an’daki gibi bir vahiy ve vahiy anlayışı söz konusuymuş gibi… En sekülerimiz bile Hıristiyanlığı ve Yahudiliği İslami söylemin sunduğu gibi düşünüyor çünkü. Evet, son on beş yirmi yılda bohça açılınca İslamcıların ne kadar zırcahil olduklarını kendileri de dâhil olmak üzere hepimiz gördük. Fakat tarih görüşlerimiz nasıl bu kadar aynı olabilir sorusunu da sormamız gerekmez mi? Özellikle de dinsellik hususunda bu kadar benzer düşünüyor olmamız, aramızdaki tek farkın ‘kavramlara’ yüklediğimiz ‘değerde’ belirmesi, üzerine düşünülmesi gereken bir olgu oluşturmuyor mu?
Bana kalırsa çoğumuzu teslim alan bu tarih görüşü, Batı Aydınlanmasını da Batı’daki sekülerleşme süreçlerini de hatalı konumlandırmamıza neden oluyor. Pek çok meseleye olduğu gibi bu meseleye de kendi arzularımızı yansıtarak, görmek istediğimiz şeyi görmeye çalışarak bakıyoruz. Oysa uygarlığın üç çekirdek bölgesinin ürettiği öğelerin ikisinin çok uzun bir süreçte kaynaşıp eklemlenmesinin sonucunda ortaya çıktı Batı. Antik Yunan rasyonaliteyi üretti; bu zorunluluğun dünyasıydı. Ortadoğu bir tek-tanrı fikrini üretti; bu ahlakın dünyasıydı. Hindistan ve Çin mistisizmi üretti; bu da başka türlü olmak kaydıyla yine ahlakın dünyasıydı. İlk ikisinin kaynaşmasından doğdu Hıristiyanlık dini ve hem Max Weber’in hem de Carl Schmitt’in muazzam bir berraklıkla gösterdikleri üzere, Batı’nın teolojik kavramlarıyla seküler siyasi-etik kavramları arasında keskin bir kopuş değil, aksine bir süreklilik söz konusudur (Weber ile Schmitt arasında teorik stratejileri bakımından çok büyük bir fark bulunuyor elbette; bunu göz ardı etmiyorum). Yani sekülerlik zaten ortaya çıkmış, tamamlanmış gövdesiyle dinsel olanın karşısına dikilmiş değildir; aksine dinsel olanın içinden gerçekleşen bir sekülerleşme süreci söz konusudur.
İşte bu süreç doğru okunduğunda, Kant’ın dindar yanıyla Aydınlanmacı yanı arasında bir çelişki görmeye meyleden, birini diğerinin hilafına öne çıkarmaya ya da diğerinin lehine silip düzlemeye meyleden düşünce pratiklerinin de manasızlığı görünür oluyor. Yani Kant’ın bütün düşüncesini teolojik bir krize geliştirilmiş bir yanıt olarak okumak da mümkün. Bu teolojik kriz dünyanın, kozmosun anlamının, insanlık durumunun değişimiyle ilgilidir. Bu değişim, felsefe tarihi içerisinden okursak, Hobbes, Locke, Spinoza gibi düşünürlerde gözlemlediğimiz mekanistik ve zorunlulukçu dünya görüşüne doğru bir değişimdir. Zorunluluk fikri insanın ufkunu o kadar kaplayacaktır ki Spinoza “Özgürlük zorunluluğun bilincinde olmaktır” diyecektir. Buna karşılık Hıristiyan imanı ise ‘özgür irade’yi var sayar ve bunun üzerine temellenir (hatta benim iddiam odur ki Arendt’in ‘sorumluluk’ kavrayışı da felsefi olmaktan ziyade dinsel temellere sahiptir; fakat bu hep ertelediğim bir yazının konusu olarak şimdilik dursun). “Belki bilgiden vazgeçmek zorunda kaldım, ama imanı kurtarmayı başardım” diyen Kant’ın imanı kurtarması da ‘özgür iradeye’ yeniden yer açmayı başarmış olmasıyla ilgilidir.
Bilen bilir ya, bir de ben söyleyeyim: Hem Eski Ahit ve dolayısıyla Yahudi dini, hem de Yeni Ahit ve dolayısıyla Hıristiyanlık dini, oluşumları yüzyıllara yayılmış metinsellik durumları oluştururlar. Yahudilikte kurucu patriyarkların ve ardından peygamberlerin ve bunlara ek olarak Rabbilerin çok uzun zamana yayılmış çalışmaları söz konusudur; Hıristiyanlık’ta ise İsa’dan sonra St. Paul’ün ve onun ardından da Kilise Babalarının kurucu işlevleri söz konusudur (İslam her ikisine de Tanrı kelamıyla insan kelamının birbirine karışması, dolayısıyla da Tanrı kelamının bir tahrifatı olarak bakar). İşte Hıristiyanlık için kurucu uğraklardan bir tanesi de Tertullianus’tur: “Credo quia absurdum.” Yani “İnanıyorum, çünkü saçma!” Yani akılla kavranabilir bir şey olsaydı, zaten onu aklımla bilirdim, dolayısıyla da inanmama gerek kalmazdı; fakat akılla kavranabilir bir şey değil, bu yüzden inanıyorum. Hıristiyan imanıdır bu. Özgür iradeyi Yunan düşüncesinin ve mantığını ortasına taşır. Bunun öznesi Kudüs ile Atina arasındaki bir sentezin öznesidir.
Tertullianus, burada Stoalılar tarafından geliştirilmiş olduğu şekliyle saçmanın mantığına başvuruyordu. Çok kabaca, var olan bir şeyin varlığının dayanağının hiçlik olarak işaretlenmesi ve var olanın dayanağı hiçlik olamayacağında göre de orada bir Varlığın saptanması biçiminde bir akıl yürütmenin çeşitli varyasyonları… Detaylarına girmeyeceğim, fakat Kant da özellikle özgürlük ve ahlak yasası ile ilgili belirlemelerinde aynı mantığa başvurur; fakat bu mantığı geliştirerek (bu mantığın hareketi sınırlıdır; birtakım noktalara geldiğinde, bunları sınır kabul eder ve geri çekilir. Geri çekilmeyen, hareketine devam eden mantık diyalektik mantık olarak belirecektir Hegel düşüncesinde). “Ahlak yasası varsa” diyecektir, “ben özgür olmak zorundayım.” Çünkü buyruğa itaat zorunlulukla değil, boyun eğmeyebilecekken de boyun eğmemle, yani ancak benim özgürlüğümle bir anlam kazanabilir.
Bence Kilise Kant’ı aziz ilan etmelidir. Çünkü sorumluluk, irade gibi dinsel kökenli kavramların Antik Yunan düşüncesiyle buluşmasıyla atılmıştır Hıristiyan dininin ve imanının temel mantığı. Bundaki bir kırılma Hıristiyan imanını da tehdit eder. İnsanlık durumunun gelmiş bulunduğu aşamada Kant bu krizi görmüş ve buna bir yanıt geliştirmiştir bir yandan da.
Şimdi benim önümde bir soru daha beliriyor: Ya İslam? Bu türlü de değil, bundan çok daha köklü bir krizle karşı karşıyayken, İslam bu krizi nasıl okuyor ya da okuyor mu?
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Demokrasiyi kendisine karşı korumak
Oedipus, bilmesindeki aşırılık jestini bilmemeye yöneldiğinde de tekrarlar; kendi gözlerini kör eder. Bu fazlalık, bu aşırılık dışarı atılmadan bir ‘site’ sembolik olarak mümkün değildir
Kibrinden vazgeçememenin kısa tarihi
Bazen insan gözü mürekkebe değmiş olduğu için bazı densizlerle konuşulabilir olduğu kanaatine düşüyor. Misal, 1915’le ilgili olarak, “Efendim önce Ermeniler saldırmaya başladı” diyenler, kendilerinden son derece emin!
Irkçı fantezi için bazı ölçütler
Irkçı fantezi önce öteki üzerine çalışır; ardından kendine döner. “Onların arzuları, bizim olanı elimizden almaktır” biçiminde başlayan süreç, bu ‘bize ait’ olanın ne olduğu sorusunu doğurur kendiliğinden. Yanıt yine fantastiktir: İşsizliğin, ekonomik buhranların, siyasi krizlerin sorumluluğu da ötekinin, göçmenlerin üzerine yıkılır.
Çelik Fırtınası'ndan 'dijital fırtına'ya
Her çağ kendi içeriğini üretiyor; öyle bastırılmış olanın geri dönüşü gibi bir şey yok. Aksine, bu türlü bir geri dönüş tahayyülü hem döndüğü varsayılan şeye, hem de onu bastırdığı varsayılan şeye, gerçekte sahip olmadıkları bir kudret atfetmek anlamına da geliyor.
Boşluğa dikilen fallik anıtlar
İtirafçılık, tıpkı bir metonimik bir karakter sergiliyor çünkü; yapısal tekrarlarla kendisini hayatın hemen her alanında üreten bir söz biçiminin temel yapısını teşkil ediyor artık ‘itirafçılık’. Ulus Baker’in tarif ettiği biçimiyle ‘sohbet’i baltalıyor bu durum; çünkü muhatabının hakikatini ondan iyi bildiği iddiasına sahip baştan. Ama bu iddia kendi başına yeterli değil; anıtlaştırılmalı!
Büyüler, büyü bozumlar, diğerleri
Geçtiğimiz 10 yılın Türkiye’si birtakım insanlarda ‘peygamberî’ vasıflar görenlerin, gide gide bu imgeyle bir tür devlet arzusunun birleşmesinin bir başka biçimine de tanıklık etti. Öyle ki egemen devlet şiddetini tam da bu birleşme nedeniyle bir tür ‘ilahi’ şiddet olarak kodlamak bile çok zor olmadı pek çokları için. Artık yalnızca can almakla ya da Foucault’nun çözümlediği biçimiyle “hayatta tutarken ruhu ele geçirmeye dönük stratejilerle” değil, bizzat ölümün anlamıyla oynamaya kalkışan nekro-politik bir iktidar biçimi…
Özeleştiri, bildiğin gibi değil
“Özeleştiri vermeliyiz” derken bile bir hesap hatasını saptama arzusunu dışa vuruyor kimi insanlar. “Nasıl oldu da cebimizde bildiğimiz seçmen kaçıverdi?” demenin başka türlüsüdür bu. Kestirmeden söyleyeceğim: Seçmen onuru ile sizin aranızda bir tercihe zorlanıyordu zaten uzun süredir; onurunu seçti.
Hakikat ve haysiyet
Aklıma ister istemez Kürt Sorunu geliyor. Eskiden insanların hakikati bilmedikleri için böyle inandıklarını, düşündüklerini söylerdik. Şahsen pek çok kişisel konuşmada söylemişliğim var bunu: “Ama gerçekte neler olup bittiğini bilmiyorsunuz!” Eh, artık her şey herkesin gözleri önünde olup bitiyor.
Tiran kişilik üzerine
“Uykuyu öldürdü” der Shakespeare Hamlet için. Çünkü ölüler yakasını bırakmaz. Güvensizlik, korku, endişe… Diktatör kişiliğin psişik düzeydeki bütün haklılık ve meşruiyet öğeleri hazırdır artık. Çözümü daha çok öldürmektir; ta ki kendisi de öldürülünceye kadar. Tutkusuyla deliren bir tiran kişilik…
Törless’ten öte, yasadan beri
Siyaset teorisyenlerinin siyasal teorinin terimleriyle kavrama gayretinde oldukları ‘istisnayı’ arzunun terimleriyle de düşünülebilir kılıyor Musil. Ve adeta şunu söylüyor: Olayın öncesinde, neyin iyi ve neyin kötü olduğunu kavramamıza ve başından iyiyi ya da kötüyü seçmemize olanak sağlayacak etik bir uzamımız yoktur. Ortada kendisi de suçlanabilir durumda olan bir kurban yoksa etik bir uzam da açılamaz.
Narsistik öz-yıkım ve faşizm
Gökalp’in halet-i ruhiyesi, tutulamamış bir yası, yası asla tutulamayacak bir yıkımla -1915- örtmeye yöneltmişti onu. Narsistik saldırganlık böyledir biraz. Talat Paşa, Gökalp’e “Buyruk kişisel ahlakın, talimat da ülkündür” derken tam olarak bunu ikrar ediyor değil midir?
Bir Cem Yılmaz filmi 😉
Simgesel sermayeniz ne kadar yüksek olursa olsun, onun da bir enflasyonu vardır. Kolektif fantezileri canlı tutmaya dönük simgesel seferberliklerin yetmez olduğu bir nokta elbette var ve o eşik de geçildikten sonra aleni yalanlar devreye girer. Manipülasyonun adeta ikinci bir doğa halini aldığı bir toplumsal uzamda artık manipülasyonu mümkün kılacak bir omurga da kalmaz.
Hiçbir şeyden haberimiz yok henüz
Her seferinde seferber edilen şey Kürtlere yönelik güvensizlik, kuşku… Üstelik Kürtler diye homojen bir özne varmışçasına bir tahayyül hali söz konusu. Düşünsenize, İslamcı-milliyetçi iktidar tam ‘take-off’ yapacak, bunu ‘dış güçlere’ aldanmış Kürtler engelliyor.
Sefilliğin politikası
Kristeva, sefilleştirmenin içerisinde bizzat varlığa yönelik karanlık ve şiddetli bir isyanın söz konusu olduğunu belirtiyor. Bir tür nihilist bir isyan… Bu isyan, gerçekte bir kimsenin bizzat kendi varlığında söz konusu olan bir kayba dayanıyor. Gerçekte bir eksikliğin ürünü olan sefilleştirme edimi, bir başkasına yöneltilerek dışsal hale getiriliyor.
Kaldırılamayan cenazeler ülkesi
Olan bitene ilişkin haberleri ilk işittiğimde, verdiğim tepki, “E ama bu cenazeyi kim kaldırmış?” oldu. Nasıl bir hınç söz konusu olmalı ki ‘cenazeyi’ unutup histerik bir lince koşabiliyor birileri? Yıllar önce, Taybet Ana’nın cenazesi hâlâ Cizre sokaklarındayken, Ankara’daki bir gerginlikte, sözün bir ağırlığının olabileceği yanılgısına da kapılarak, “Yahu ayıptır! Cenazelerimiz hâlâ yerdeyken utanmıyor musunuz?” gibisinden bir şeyler söylemiştim.
Köken ve faşizm
Bütün dillerin kökeni olan dili konuşmaya ramak kalmışken, Veronica korkunç yaşlanmıştır. Profesörün onu bir kere daha konuşmaya zorlaması, onun ölmesi anlamına gelmektedir. Profesörün, kendisi üzerinde deney yapmak isteyen Nazilerden sürekli kaçış hali içinde oluşu da –olaylara damgasını vuran arka plan– eklenince, köken takıntısıyla faşizm arasındaki ilişkiyi berrak bir biçimde ortaya koyan bir metafor…
Ey Xûde, edî bese lo!
Yalnızca hayatta kaldığımız için bile suçluluk duyduğumuz bir dönemde, elbette açlık grevindekilerin ne iradesine, ne de kararlılığına bir şey söyleme hakkımız var. Ama… insana yüklenmez yüklerin altında da boynumuz belimiz büküldü son birkaç yılda. Ne diyeyim? Kurbanınız olayım bizleri bir de açlığınızın, ölümlerinizin imtihanıyla sınamayın.
Korkunun Irmağında: 90'ların Diyarbakır'ı
Suzan Samancı’nın ilk romanı "Korkunun Irmağında" doksanlı yıllarda OHAL'e maruz bırakılmış, Doğu ve Güneydoğu’nun iç savaşı andıran çatışmalı sürecinde bölgenin önemli kenti olan Diyarbakır’da yaşanan şiddet ve korku atmosferini, “isimsiz ana karakter, Yekta, Kendal ve Dara” üzerinden tarihsel bir dokuyla sunar. Bilincin yarası yüreği acıtsa da “Dudaklarımızda korkuya meydan okuyan ıslık vardı” der Samancı...
Tarih, savaşlar, fırsatçılıklar
Toplum mühendisliği, ittihatçılık gibi terimler, örneğin Balkan Savaşlarını da göz önüne getirse ne olurdu? Acaba İttihatçıların “zor yoluyla” Türkleştirme ve asimilasyon politikaları için tersinden de olsa “Allah’ın bir lütfu” olduğu da görünür olabilir miydi? Bu lütfun 1915’e giden yolun bir anlamda başlangıcı olduğu?..
Demirtaş’ın büyük becerisi
Demirtaş’ın en büyük farkı ve becerisi, emretmeyi ya da yaltaklanmayı değil, ikna söylemini Türkiye siyasetinin kalbine taşımış olmasında yatıyor. Bu kadar eksikliğini duyuyor olmamızın nedeni de bu.
Düğümler, fanteziler, gizemler
İdeolojik bir anlam alanına tutarlılığını veren şey nedir? Gösterenlerin istikrarsız olduğu, sürekli anlam kaymalarına meyilli olduğu bir durumda, bir ideoloji kendi tutarlılığını nasıl sürdürür? Ya da soruyu başka türlü sorarsak, bir söylem kendi ‘kararsızlık uğraklarıyla’ karşılaştığında söylemin bunları kuşatma biçimi bize ne söyler?
Faşizm ve gerici modernizm
Modern milliyetçiliğin kültürel sistemi ile modern teknolojinin bütünleştirilmesi olarak görülebilir gerici modernizm. Bu bütünleştirme, elbette ırkçı-milliyetçi sistemin akılcılık karşıtı ve romantik boyutlarını iptal etmez. Gerici modernistler, sağcılığın geçmişe dönük pastoralizmini birleşik, teknik ve ekonomik bakımdan güçlü bir ‘millet’ hayaline dönüştürürler.
Anksiyetik toplum, anksiyetik erkek
Bir olay bastırmayı çağırıyor ve bunu süreklileştirmeyi vaat ediyorsa, oradaki söylemin amaçlarına, iddialarına, taleplerine ve ‘başarılarına’ damgasını basmış olan şey anksiyetedir. Bu türlü bir iktidar söylemi içerisinde kendisini otoritenin öznesi olarak sunan şey, gerçekte özgün otoriteden ve bu otoritenin görünürlüğünden taşan bir arzudur.
Beyazlık üzerine düşünen ‘beyazlar’
Fanon’un uyanış anı ile Özyürek ya da Ünlü gibi isimlerin, bu defa tersinden beliren uyanış anlarının bilgi kuramsal düzeyde ‘kardeş anlar’ oldukları kanısındayım. Bir bilgi-iktidar rejiminin nasıl da kılcal damarlara kadar işlediğini, bizzat kendileri üzerine çalışan bu yazarların metinlerinden izlemek, söz konusu rejim hakkında da pek çok şey söyleyecektir bize.
Barok dönemin kadın ressamları Gent'te sahne alıyor
Geç Rönesans ve Barok Dönem İtalyası'nda kadın sanatçıların rolü neydi? Erkek egemen bir dünyada kendi sanatsal kimliklerini nasıl inşa ettiler? Gent Güzel Sanatlar Müzesi’nde 50 resimle açılan sergi, 1550’den 1680’e kadar İtalya’ya kadın ressamların üstlendiği kritik role ışık tutuyor.
Buğday ya Esedullah!
Yanıt imkânlarını açar Dersim. Çünkü orada ‘kutsal’ henüz yeryüzünü terk etmemiştir. Biraz teorikleştirme pahasına… Genel din tarihini, ‘kutsal’ın çok ağır işleyen bir süreç içerisinde yeryüzünü terk etmesinin tarihi olarak da okumak mümkündür: Hemen yanı başımızda olan, sürekli bir etkileşim içerisinde bulunduğumuz bir ‘öte dünyanın’ önce bir ‘öteki dünya’ya dönüşmesi; ardından tek-tanrının mutlak iktidarında kutsalın yeryüzünden çekilmesi ve bunun ardından da Weber’in ifadesiyle dünyanın büyü bozumunun gerçekleşmesi.
Suç ve kefaret
Pek çoklarının sandığının aksine, suç, hukuksal bir kategori değil, etik bir kategoridir ve egemen hukuksal biçimlerin bir başarısı da etik bir kategoriyi kendi envanterlerine kaydedebilmiş olmalarında yatar.
Anayasal iktidar, anayasama iktidarı
Anayasal iktidarın içerisine çeşitli biçimlerde sızan, fakat dışarıda, geride durması gereken anayasama gücü ya da kurucu güç, bir zaman sonra ipleri bütünüyle eline alır. Bu da Devleti sürekli kurulan bir şey haline getirir. Bir türlü kurulamayan ama sürekli kurulmakta olan bir Devlet siyasal vasfını yitirir; hem amacını hem de aracını kendi içinde taşıyan bir salt zor ve şiddet aygıtına dönüşür.
Suçluluk çağı
İyi olmamanın değil, yeterince iyi olmamanın acısı fena çıkarılır insanlardan. Bir ortak zevk alanına yapılmış bir çağrıyı reddetmeniz bile yeterlidir bu kolektif histerinin hedefinde kendinizi bulmanız için. Elbette pis bir asimetrik ilişki de varsayılmaktadır bu acı çıkarma histerilerinde; pis, kokuşmuş bir iktidar ilişkisi…
O halde kimdir ‘terörist’?
Terörist insan-olmayan bir varlık olarak kodlanmıştır ve bu nedenle de kendisine her şey yapılabilir. Savaş hukukunun iptali insan oluşun da iptali anlamına gelir ve ‘Terörist kimdir?” sorusunu saçma kılan da budur. Terörist bir ‘kim’likle değil, bir ‘ne’likle damgalanmıştır bu söylem tarafından. O halde doğru soru “Terörist nedir?” sorusu olmak durumundadır.
Hepimiz insanız canım!
“Adıyamanlıyım” dedim bizim özel harekâtçıya. Bir gülümseme yayıldı yüzüne. “Adıyaman’ın sofisi çoktur” dedi sevinerek. “Alevi’si de çoktur” dedim. Yine bir sessizlik… Kendisini toparlayınca “Hepimiz insanız ya” dedi. “Doğru söylüyorsunuz” dedim, “hepimiz insanız elbette; fakat bunu beş dakika önce değil, ben Alevilerden söz edince hatırlıyorsunuz.” Egemen kararın açığa çıktığı anlardan biri bu; kimin insan olduğuna, kimin olmadığına dair bir kararı verme hakkını da görüyor kendinde.
Platon’dan Lacan’a arzular, tutkular
İster agorada, ister tiyatroda, isterse de analizde söylenmiş olsun, söz her zaman bir yanıt çağrısında bulunur. Bu çağrıyı ne kadar güçlü bir biçimde deneyimliyorsak sözün işleyişini o kadar az bildiğimiz anlamına da gelir bu. Sözel akışlarda kendisini duyuran ilk şey boşluktur ve bu da bizleri bu boşluğu doldurmak için sözün ötesindeki bir gerçekliğin arayışına iter. Bu da öznenin neyi söylemediğini bulmak üzere onun davranışlarını analiz etmeye götürür.
Bir başarısız İbrahim: Zebercet
Zebercet’in hayatında ve ölümünde modern Türkiye’nin arzu akışlarının kodları saklıdır. Kodların dağılmasının, yeniden kodlamaların ve bu kodlamalar içerisinde kendiliğinden tarihten düşenlerin tarihidir bu. Bütün bu tarih, Zebercet’i simgesel ölümü çoktan gerçekleşmiş bir figür olarak koyar önümüze.
Irkçılığın dinsel temelleri
Önce Hıristiyanlık, ardından da İslam, Yahudileri tek tanrının mirasının dışına atmaya yönelmiştir. Ayrıca İslam açısından Hıristiyanlar küçük de olsa bir pay verilen üvey kardeş gibi görülürken, Yahudiler Eski Ahit anlatısının İsmail figüründe cisimleşen bir konuma itilirler: Mirastan mahrum bırakılarak ‘kovulan’ oğuldur İsmail. Dinsel anlatısı gasp edilen Yahudi’den geriye salt ırksal bir şey kalır.
'Vahşi hayat' neden 10 dakika boyunca alkışlandı?
‘Vahşi Hayat’ (Wildlife) Eleştirmenler Haftası’nın açılış filmiydi. Sağlam bir kaynaktan edindiğim bilgiye göre yönetmen Paul Dano, Berlin Film Festivali’nin Yarışma Bölümünden aldığı daveti reddetmiş ve filmini önce Sundance Film Festivalinde gösterdikten sonra Cannes’a gelmiş. Görüldüğü gibi ilk filminde bile kendini ağırdan satan yönetmenler de var.
Çekici düzensizliği bir ölüye gitmenin
Ölümü elinden alınınca, insandan geriye yalnızca biyolojik bir canlı kalır ki bu da ‘artakalan’ bir şeydir; insandan artakalan bir şey… Adam kadına “Gitmelisin artık,” dedi. “Dokunma bana, ölüm içindeyim ben. Üçüncü gün buraya gene geleceğim. Tanyeri ağarırken gel istersen. Gene konuşuruz o zaman.”
Din bir yere gitmiyor, kutsal dönüşüyor
Geri dönen şey bir yerlere gitmiş olan ‘din’ değil elbette; geri dönen bir şey yok. Yalnızca ‘kutsal’ dönüşüyor; bir din olarak kapitalizm diğer dinlerle eklemleniyor; onları kendine katıyor, kendi ‘kutsallığı’ ve ‘mistisizmi’ içinde yeniden anlamlandırıyor, yoğuruyor, yeniden biçimlendiriyor.
Yer değiştiren örtü
Örtü simgesel düzeyde yer değiştirmiştir bile çoktan. Sonradan kendi gerçekliğini de edinir ve gerçekliğin bizzat kendisini bir fazlaya, bir ilaveye dönüştürür. “Örtün beni” diyen Peygamber’in kadınlara örtünmeyi buyurduğu rivayet olunur.
Yetim dövmek kolaydır efendiler
Ankara treni, eski Baba, yeni Baba, Eski Meclis, Yeni Meclis, Eski Türkiye, Yeni Türkiye… Evet, evet, şuramda takır tukur bir şeyler… Yetim dövmek kolaydır efendiler! Kelebekler’i seyrettim, bende bir Birhan Keskin izi bıraktı...
İslam’ın krizi, siyasalın krizi
Bir köy düğününde tanıklık etmiştim. Halay filan çekilmeyen düğünde, meydana halılar serilmiş ve semazen kıyafetli bir grup bu halıların üzerinde bir gösteri yapmıştı. İslami düğün organizasyonlarının olmazsa olmaz öğelerinden biri haline gelmişti bu semazen gösterileri. Böyle bir şeyi tüketme iştahıyla dolu insanların durumu, ister istemez insanın aklına Veblen’in ‘gösterişli tüketim’ kavramını da düşürüyor.
İslam’a kök salmış bir kriz: Mitsel şiddet
Ayet, Bedr’deki şiddetin bizzat Allah’ın şiddeti olduğunu belirtiyor. Bu nedenle de Enfal Suresi'ne yapılan başvurular, kimi şiddet edimlerini ilahi şiddetin bir tür dışlaşması olarak kodlamak arzusunu güdüyor. Fakat bu sözlerin bizzat Tanrı tarafından dile getirilmesi ve Tanrı’nın bir şiddeti üstlenmesi ile insan tarafından dile getirilmesi ve insanın kendi şiddet edimini bu sözlerle açıklaması arasında da oldukça büyük bir mesafe söz konusu.
Kamu ne ki 'özel' ne olsun?
“Hem kamusallık diye bir şeyin kalmamış olduğu bir dünyada, biri ‘bu benim özelim’ diyerek bir şeyleri kaçırıyorsa, kesin bir hinlik yapmıştır da onu saklamaya çalışıyordur.” Kamusallık diye bir şeyin ortadan kalkmış olduğu bir dünyada, anlamını kamusala karşıtlığı içinde bulan ‘özel’in de anlamını yitireceği düşüncesiyle söylemiştim bunu. Fakat bunu söylerken bile, reeldeki çöküşe karşın hâlâ bir tür ‘kamusallık’ fikrini muhafaza etmekte olduğumu da fark etmiştim.
İstisna, sapkınlık ve çöküş
Bütün ahlaki ayrımların çöktüğü yer eylemin kendisinde değil, bir ayrımsızlık bölgesi olarak istisna uzamındadır. İstisna, normal durumda sapkın kabul edilen davranış ve eylemlerin makul ve makbul olduğu bir uzam yaratır. Ama bu uzam ‘metonimik’ bir bulaşmayla her tarafa yayılır.
Savaşın ideolojik işlevi: Savaş ve Savaşçı
Junger ve arkadaşları, savaş alanında, askerler tarafından yaşanan deneyimlerin –söz gelimi, üşüdükleri zamanlarda birbirlerini ısıtabilmek üzere tensel temasların kurulmasına neden olacak kadar yakın ilişkilenmelerin– modernlikle birlikte ortaya çıkmış olan yabancılaşmanın aşılması açısından temel bir imkân sağladığı konusunda hemfikirdiler.
Kötülük de bulaşıcıdır
Emad ve ekibi, Satıcının Ölümü oyununu sahneledikten hemen sonra, salon alkış kıyamet iken, o onuru kırılmış, aşağılanmış çocuğun alkışlamadan, kırgın, küskün bir ifadeyle yalnızca yerinde oturmakla yetindiği o bir anlık görüntü bir barbarlık anıtı olarak yükselir Farhadi'nin Satıcı'sında. Bu bir barbarlık anıtıdır, çünkü alışılmaması, sıradanlaştırılmaması gereken bir şeyler olup bitmiştir orada.