YAZARLAR

Küfre teslim olmuş dil

Ne aynı memleketten ne aynı topluluktan olmak ne de aynı dili konuşmak gerekiyor anlaşabilmek için. Hatta biz ve onlar ikiliğini biteviye ısıtıp ısıtıp önümüze koyarak aynı olanın peşinden gitmenin, o biz denilenin kendi içinden infilak etmesine sebebiyet vermekten başka bir sonucu yok. Biz ve onlar ikiliğine vurgu, bizin kendi içinden sürekli iç düşmanlar yaratır. Ne kadar da aşina olduğumuz bir durum!

Konuşamıyoruz evet, konuşamıyoruz. Konuşmak, konuşabilmek anlaşabilmeyi vaat ediyor. Oysa anlaşamıyoruz, dolayısıyla doğru düzgün konuşmuyoruz, konuştuğumuzu zannediyoruz. Konuşma sandığımız handiyse bir kakofoni yaratıyor. Sokaktaki, otobüsteki, dolmuştaki hallerimize bir bakın, kurumların koridorlarına, toplantı salonlarına bir göz gezdirin. Öfkeli çığrışlardan geriye pek de bir şey kalmadığını anbean gözlemliyoruz. Sosyal medyadaki paylaşımlar ve onların altına döşenen yorumlar küçük de olsa bir ipucu işte. Söyleneni ne doğru düzgün dinleyip ne de yazılanları layıkıyla okuyup algılıyoruz, anlıyoruz. En tepedekilerden en aşağıdakilere kadar ortalık küfürden, hakaretten, aşağılamadan geçilmiyor. Her köşe başında ‘yerli ve milli’ diye diye höykürmenin en kallavisiyle ortalığı sardığı bir iklimde, asıl ‘yerli ve milli’ hasletimiz bu olsa gerek. Dilin en olmadık, en kötü ve en şuursuz hali bu olmalı. Onu doğasından koparıp parça pinçik etmek bu. Dilin varlığın evi olduğunu söylemişti bir zamanlar bir düşünür. Bizim evse tarumar halde, varlık mı, onu geçelim zaten bir kalem.

OECD’nin bir iki yıl önce 65 ülkede yaptığı bir araştırmada, bu ülke yurttaşlarının kendi dillerinde, evet evet Türkçede yazılmış metinleri anlamada 43'üncü sırada yer aldığı dile getirilmişti. İşte anlaşamadığımızın, söylenenin ne anlama geldiğini algılamadığımızın, ona vakıf olamadığımızın ve dolayısıyla dile getirilene mantıklı tutarlı karşılıklar veremediğimizin kanıtı. Buna bir de birkaç yıl önce Avrupa çapında yapılan zekâ araştırmasının sonucunu ekleyelim. Araştırmaya göre Türkiye’de zekâ ortalaması 88 ve bu “donuk zekâ” seviyesine karşılık geliyor. Zekâ denilen doğuştan getirdiğimiz sabit bir meleke değil, değişiyor, gelişiyor, doğuştan zihinsel bir hasar söz konusu değilse eğer. Unutmayalım dünyaya geldiğimizde beynimiz hâlâ gelişimini tamamlamış değil. Ortalama iki yaşında gelişimini tamamlıyor ve bunu mümkün kılansa dil, konuşulanlara dâhil oluşumuz. Gerisi en az on iki yaşına kadar örgün eğitime katılmayla geliyor. Ama esas olan o ilk iki yılda dâhil olduğumuz dil deneyimi. OECD’nin araştırma sonucuyla değerlendirdiğimizde neden “donuk zekâ” seviyesinde olduğumuz açığa çıkıyor. Yıllar öncesinden toprağı bol olsun Aziz Nesin dediydi kendine has üslubuyla aynı şeyi farklı ifadelerle. Hâlâ hatırlayanlarımız vardır, kendisine en hakikî hasletlerimizle höykürenler ortalığa dökülmüşlerdi.

Biyolojik, tarihsel varlıklar oluşumuzun yanı sıra sosyal varlıklar olmamız varoluşsal koşulumuzun temel bir vasfı. Dolayısıyla birbirimizi anlamak olmazsa olmaz, aracıysa dil. Ya bizim halimiz nice? Varlık koşulumuza, olmazsa olmazımıza reddiye, reddiyeye de küfürle ‘methiye’! Sözün özü anlaşmak gibi bir derdimiz yok! Oysa anlaşma gibi bir niyetimiz olsa aynı dili konuşmak bile küçük bir ayrıntı haline gelebilir kolaylıkla. Bu arada, yeri gelmişken anlamak derken bu kavrama ilişkin yaygın bir yanlışlığı hatırlatmakta fayda var. Birini, birinin meramını anlamak, onu onaylamak anlamına gelmiyor; onu algılamak, kavramak ve ancak bu koşula bağlı kalarak bunun üzerinden soruysa soru sormak, itirazsa itiraz etmek, eleştiriyse eleştiri yapmak, onaylamaysa onay vermek demektir anlamak. Diyalog da tam da buna işaret eder. Diyalog ve dolayısıyla anlamak, anlaşmak, diyaloga girdiğimiz anla sonunda ulaştığımız halin aynı olmamasıdır. Bir şeyler değişmiştir tarafların tümü için çünkü.

İşte size küçük yaşanmış bir hikâye, konuşmaya, anlamaya ve anlaşmaya dair. Çok öğretici. İnsanın, varoluşsal koşulunu unutmadığında, ona sahip çıkarak davrandığında nelere kadir olabileceğinin iyi bir örneği.

On beş yıl kadar önce beynindeki urun alınması için Amerika’ya gitmek zorunda olan gence annesi eşlik eder. Anne hastaneye yürüyüş mesafesindeki bir pansiyonda kalır. Operasyon başarılı olur, ancak oğlan bir süre daha hastanede kalmak zorundadır. Bu süre zarfında anne, her gün oğlunun başucundadır. Her geldiğinde oğluyla yaptığı sohbetlerde, kaldığı pansiyonda temizlik yapan Meksikalı kadının hikâyesinden parçalara yer verir. Meksika’dan Amerika’ya nasıl zorluklarla geldiğinden, yoksulluğundan, ardından kızı ve damadını binbir zorlukla nasıl Amerika’ya getirebildiğinden, kızının kocasından ötürü ne sıkıntılar çektiğinden, yetmezmiş gibi bir de o adamdan çocuk sahibi olduğundan, damadının tembelliğinden, hayırsızlığından, bu nedenle kendisinin geçimlerine destek olmak zorunda kaldığından bahsetmektedir Meksikalı kadın bizim anneye. Anne de kendi hikâyesini ona aktarmaktadır. Anne de her bir araya gelişlerinde bunları aktarır oğluna. Anlayacağınız derin bir muhabbet vardır bizim anneyle Meksikalı kadın arasında. Burada ilginç olan ve oğlanı dumura uğratan nokta, Meksikalı kadının sadece kendi dilini biliyor oluşu ve tabii ki annesinin de Türkçe’den başka bir dil bilmeyişidir. Nitekim annesinin bir iki anlattıkları üzerine “Ya anne konuştuğunuz ortak bir dil yok, bu kadar ayrıntıyı nasıl anladın da bana aktarıyorsun?” diye sorar oğlan. Annenin cevabı kısa ve nettir: “Oğlum anlaşmak için ortak bir dilimizin olmasına gerek yok ki. Anlaşmaya niyetin olsun yeter!”

Evet, ne aynı memleketten ne aynı topluluktan olmak ne de aynı dili konuşmak gerekiyor anlaşabilmek için. Hatta biz ve onlar ikiliğini biteviye ısıtıp ısıtıp önümüze koyarak aynı olanın peşinden gitmenin, o biz denilenin kendi içinden infilak etmesine sebebiyet vermekten başka bir sonucu yok. Biz ve onlar ikiliğine vurgu, bizin kendi içinden sürekli iç düşmanlar yaratır. Ne kadar da aşina olduğumuz bir durum! Halimiz perişan. Uzunca bir süredir Türkiye toplumunun çökmekte olduğuna dair epeyce yazılıp çiziliyor. Birbirlerinden hızla uzaklaşan, aralarında ortak bir dalga boyunu tutturduğunu düşünen insanların ‘sakin’ olduğu adacıklar halinde yaşıyoruz. Arzu ettiğimiz dalga boyunu yakalamak için radyoda istasyon arar gibi biteviye düğme çevirir haldeyiz. Payımıza düşense kulakları tırmalayan şiddetli parazitten başka bir şey değil. Güzergâhlarımız handiyse temassız. Konuşup anlaşabilmeyi tardedip hayatımızdan, “donuk zekâ”lı hallerimizle serseri mayın misali kavga dövüş yara bere içinde dolanıp duruyoruz işte.

Ne demeli ki? Küfre teslim olunca dil, “kimselerin vakti yok/Durup ince şeyleri anlamaya”. “Ama dışarıda yağmur var/Bir yaz sonu sıcağına karşı/Ama dışarda toprak serin/-Taze bulgur pilavı kokulu-/Ama dışarda –Ben anlatamam-/Tutabilseniz bir dönemezsiniz.” (1)

(1) Gülten Akın (2016) “Oyun”, Kestim Kara Saçlarımı, s. 29. İstanbul: YKY.


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.