YAZARLAR

Savaşı halklar kazanmaz

Onların binlerce evladını öldürürken zaferimizi biralarımızla kutladık. Onlar evlatlarımızı öldürdüklerinde şaraplarını içtiler. Evlatlarının ölümüne içen halklarız bizler.

François Ozon’un Birinci Dünya Savaşı’nda bir Alman ve bir Fransız askerin sığındıkları siperde karşı karşıya gelmelerinin ardından yaşananları anlatan 2016 yapımı filmi Frantz, savaşların bir kazananının olmadığını en yalın haliyle gözler önüne seriyor. Savaşın sonunda her iki taraf da kaybettikleri evlatlarının ardından aynı acıları yaşıyor; vatan uğruna ölüme gönderdikleri evlatlarına ağlıyor. Film birbirini düşman bilen iki ulusun yaralarını sarmaya çalışırken farklı dillerde ama aynı cümlelerle ifade bulan öfkelerini, acılarını, korkularını ve pişmanlıklarını açığa döküyor. Her ne kadar savaşın kâğıt üzerinde bir kazananı olsa da, halkların nezdinde değişen bir şey yok. Savaşın ardından Almanlara ve Fransızlara düşen yalnızca derin bir acı ve yıkım. Film Frantz, Adrien ve Anna’nın hikâyesinde birbirlerine benzeyen, aynı hayalleri paylaşan, aynı aşkları, aynı kederleri yaşayan, aynı kahramanlık hikâyelerine inanıp kendi milletinin diğerine göre ne denli üstün, ne denli yüce, ne denli cesur olduğunu anlatan marşlar söyleyen iki halkın bütün ortaklıklarına rağmen birbirine duyduğu nefretin muktedirler tarafından körüklenen milliyetçiğin çarpık bir sonucundan başka bir şey olmadığını gösteriyor. Filmin bir sahnesinde, Frantz’ın babası, Fransızların oğullarını öldürdüğünü söyleyerek evinde bir Fransızı konuk etmesine karşı çıkan dostlarına şöyle sesleniyor:

-Benim oğlum, senin oğlun ve senin iki oğlun, onları cepheye kim gönderdi? Cephanelik taşıyıp süngüleri bileyleyen kimdi? Bizdik. Babaları. Hem bizim tarafımızda hem de onların tarafında böyleydi. Biz sorumluyuz. Onların binlerce evladını öldürürken zaferimizi biralarımızla kutladık. Onlar evlatlarımızı öldürdüklerinde şaraplarını içtiler. Evlatlarının ölümüne içen halklarız bizler.

***

-Bahçemizde elma ağaçları vardı. Her çocuk gibi, ben de bayramlık pabuçlarımı yatağımın altına koyardım uykuya dalmadan önce… Buraya geldiğimde 14 yaşındaydım. Yakınlarımıza bombalar düşüyordu. Babam gitmemiz gerektiğini söyledi. Abilerim, ben ve kardeşlerim, önceleri kampta kaldık. Ben orada çocukluğumu bırakıp geldim…

Neden ülkesini bırakıp buralara geldiği sorulduğunda böyle yanıt veriyor Suriyeli genç kadın (1). Şimdi üniversiteye gidiyordu. Bunun için çok mücadele etmesi gerekmişti. O okumak istiyor, çevresi ise bir an önce evlendirilmesi gerektiğini düşünüyordu. Kamptaki kızlar erken yaşta evlendiriliyordu. O da evlenmeliydi ki aklından olur olmadık fikirleri çıkarsın, başka kızların da aklını çelmesin. Kabul etmedi. Direndi. Türkçe öğrendi. Baş örtüsünü çıkardı. Özgür olmalıydı. O direnince aileler kızlarıyla arkadaşlık etmesine izin vermez oldular. Vaz geçmedi. Onların da evlenmek yerine okula gidebilmesi için çabaladı. Kardeşlerini kamptan çıkardı ve okula yazdırdı. Kaldıkları yurtta diğer çocukların aileleri Suriyeli öğrencilerin burada kalmasına karşı çıktılar. Çok zorlandılar; ama kendilerini kabul ettirdiler.

Abileri ise okul çağını geçirmişlerdi. Düzenli iş bulmakta zorlandıkları için bir aile kuramıyor, kimi zaman çok düşük ücretlerle kayıt dışı olarak çalışıyor, kimi zaman ise ücretlerini bile alamadan işten çıkarılıyorlardı. Şimdi de ülkenin ana muhalefet partisinin lideri başta olmak üzere, pek çok siyasetçi, yazar-çizer, gazeteci ve akıl fikir sahibi insan abilerinin neden ülkelerini korumak yerine burada dolaştıklarını, bizim askerlerimiz Afrin’de ölürken neden onların Afrin’e gidip savaşmadıklarını soruyordu. Bunca akıl fikir sahibi insan, vatandaşlık statüsü verilmemiş, mülteci statüsü bile tanınmamış, çalışma izni olmayan, dahası ülkelerindeki savaştan kaçtıkları için Türkiye’ye sığınmış olan Suriyelileri askere almaktan söz ediyor ve Suriye’de Türkiye adına savaşmalarını istiyordu. O ise savaşı ve ölümü değil, barışı ve yaşamı savunuyordu. Sığındığı bu ülkede “barış” diyenlerin başına ne geldiğini az çok biliyordu; yine de “yaşamımın sonuna kadar barışı savunmaktan vaz geçmeyeceğim” diyordu. Savaşı çok genç yaşlarda yaşamış, savaşların bir kazananının olmadığını görmüştü: “Savaş bize yalnızca yıkım, ölüm ve daha çok acı getirir… Abilerim Suriye’de kalsalardı, birbirlerine kurşun sıkacaklardı. Tarafı belli olmayan bir savaşta kimin tarafında yer alacaklardı? Eninde sonunda öldürüleceklerdi. Biz yaşamalarını istiyorduk.”

O zorlu yolculuğa çıkmalarının, elma bahçelerini, evlerini, bir zamanlar huzur dolu olan o küçücük dünyalarını geride bırakıp bilinmeze doğru yol almalarının, başlangıçta kucak açanlar, onlara barınacak yer, aş, iş verenler bir yana, bunca hakarete, aşağılanmaya, kötü muameleye katlanmalarının sebebi buydu. Savaşmak değil, yaşamak istemeleri. O gencecik yaşına rağmen, bu savaşın bir kazananı olmadığını görmüştü. Savaşı halklar kazanmaz çünkü. Halklara düşen kendi evlatlarının ve başka halkların evlatlarının ölümü pahasına muktedirlerin kazandığı sahte zaferlere kadeh kaldırmak; yıkım, kaybedilene duyulan özlem ve sonsuz bir kederdir.

(1) Adı şimdilik bende kalsın.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.