YAZARLAR

Hülya Avşar, konfor düşkünü cehalet ve erkek egemenliği

Hülya Avşar bile isteye ya da bilmeye istemeye, ısrarla, o kadar yanlış bir yerde duruyor ki. Tüm bu tavırda öyle bir bencillik var ki, niyetin fazlaca bir önemi kalmıyor zaten. En kısa çeken ay boyunca, 28 günde 47 kadının erkekler tarafından öldürüldüğü, gün geçtikçe artan taciz, tecavüz, aile içi istismar haberlerinden insanın nefes alamaz hale geldiği bir ülkede tüm bunların altında yatan meseleyi bayıla bayıla bir iltifat olarak telaffuz edemezsin. ‘Erkek egemenliği diyorum…’ Diyemezsin.

Hülya Avşar’ın, Star TV’deki programına konuk olan Mehmet Aslantuğ’la sohbeti, günlerdir sosyal medyada konuşuluyor. Herkes günlerdir bunu konuşurken, Mehmet Aslantuğ’a gözlerden seri kalp fışkırtıp onun yerineyse utanıp masa altına saklanmak isterken Avşar, Ertuğrul Özkök’e, "sözlerimin arkasındayım ben," demiş. "Yaz ama sakın Hülya lafını geri aldı falan deme."

“Sosyal medya infazı, cımbız çetesi” diye de eklemiş. O aslında ‘errkek’ egemenliği derken öyle demek istememiş. Biz bilememişiz. Pankreasımızdan element uydurmuşuz.

Oturdum tabii programı da izledim baştan sona çünkü bağımsızlık ve yargısız infazsızlık benim karakterimdir. Sonuç: Yoo, gayet de demişsiniz Hülya Hanım? Üstüne basa basa hem de…

Sohbetin en azından ilgili kısmına dair videoyu görmeyen kalmamıştır herhalde, yine de şöyle bir hatırlayalım…

Hülya Avşar, "Ben şeyciyim. Erkek çalışsın, kadın evde çocuklarını kendi büyütsün, yemeğini yapsın, kocasını karşılasın…" diyor. Aslantuğ bu noktada kibarca araya girmeye çalışsa da Avşar durdurulamıyor. Erkek egemenliği diyorum, erkek üstünlüğü, baskısı demiyorum! Erkek egemenliği güzel bir duygu geliyor bana…” diyor. "Bana erkek egemenliği kötüdür dedirtemezsiniz" diyor. Full HD diyor, hatta Christian Dior.

Zerafetin erkek yüzündeki karşılığı gibi biri olan Aslantuğ, bu neresinden tutulsa elde kalan sözler karşısında oracıkta yepyeni empati mimikleri icat ederek toparlamaya çalışıyor. "Özgürlükten kastın… Üretimde de olması dahil değil mi oraya? Yani hayatın içinde. Yoksa gezip tozma değil (sırf) özgürlükten kasıt…"

Avşar kendinden çok emin. (O hep öyledir zaten, değişmez özelliklerinden biri de bu full depo kurşunsuz özgüven.) "Tabii, isterse çalışsın" diyor. "Ben kızıma da söylüyorum... Kocan dünyanın en zengin adamı da olsa senin kendi işin olsun. Ama ‘erkek egemenliği’ diyorum. Bir erkek kadına sarıldığı zaman… (Minyonlaşarak koltuk altına alınma hareketini taklit ediyor burada) Kolunun altına girebileceğin bir erkekten bahsediyorum."

İşte bu noktada Aslantuğ’un hiç teklemeden verdiği cevap gerçekten çok iyi. "Bunu şöyle formüle etmek zorundayız (…) Bu duyguları koruyalım ama kadın evinde üretimden çekilip bütün istikbalini bir adamın vicdanına, aşkına, samimiyetine, günün sonunda, bir gün aklının karışmasına, yanılgılarına bırakmamalı!"

O kadar temel bir hakikatin öyle pürüzsüz bir ifadesi ki bu. Bir kadının söylemesi gereken bir sözü bir erkeğin söylemesini, bir erkeğin bir kadını bu konuda ikna etmeye çalışmasını, bunu onu daha ‘cahil’, daha kendi gerçeğinden, hayattan bihaber durumda göstermemek için kibarca yapmasını izlemek hem üzücü hem de asap bozucu.

Elbette ki bir iyi senaryo, bir kötü senaryo, bir de ikisinin iç içe geçtiği üçüncü senaryoyla yorumlamak mümkün bunu. İyisinden başlayayım. Hülya Avşar her ne kadar kendini en talihsiz kelime seçimleri, cümle ‘kurulamayışları’ ile ifade etmeye çalışsa da, anlatmaya çalıştığı şöyle bir şey: Kadın kariyer sahibi, güçlü de olsa kadın-erkek ilişkisinde erkeğin hem somut (koltuk altına alacak cinsten) hem de manevi gücünü hissetmek, ona sığınmak isteyebilir. E tamam, olabilir de bu kadar kötü ifade edilir mi ya? 90’larda değiliz, toplumsal cinsiyet terminolojisinin egzotik meyve isimleri kadar uzak olduğu bir zamanda yaşamıyoruz. Artık çocuklar bile bazı şeylerin farkında.

Kimse duygusal sığınmaya, şefkate, kafa omuza (ya da koltuk altına) hareketine bir şey demiyor zaten, bunlar sevdaya dahil. Biz türlü farklı düşünce, mizaç ve uğraşa sahip diğer kadınlar da konsepte aşinayız. En kuyruk dik olanlarımızın da var böyle istekleri, bizim de canımız var, kessen akar kanımız. Kendi adıma konuşayım, evet bu kısmını anlayabiliyorum. Hatta ilişki dediğin şeyin bir anlamı da budur zaten, insan insana sığınmak da ister.

Sokakları doldurup taşıran kadın gücü karşısında en sağ muhafazakar cenah erkeklerinin (bile) yer yer toplumsal cinsiyetçi dile kemik uydurmaya çalıştığı günleri idrak ederken anlayamadığımsa şu: Bir kadının ‘erkek egemenliği’ni duygusal ve cinsel ihtiyaç/tercihlerden ayırt edememesi.

İşin kötüsü, burada kötü senaryoya adım atıyoruz, bundan emin de değilim. 30 yılı aşkın zamandır stüdyo, sahne tozu yutan, sinema filmlerinde oynayıp ödüller almış, zekası sık sık övülen bir kadın tüm bunları anlamıyor olamaz. İfade etmek işine gelmiyor olabilir…

Belki aşk ekmeği zaten günümüzde aslanın ağzındayken, olgun yaşında, o (programın bir yerinde değindiği) hede hödö konuşup ‘aslını inkar eden’ öbür kadınlar gibi ‘ürkütücü’ görünme riskini almak istemiyordur. Belki zekanın en çok ‘uyum sağlama kabiliyeti’ olma özelliğinden yararlanmayı tercih ediyordur. Bu nedenle otuz yılı aşkın zamandır gündemde kalmayı başarıyordur. Belki bu “kadının yeri evidir yea…” söyleminin politik geçer akçeliğinin farkındadır da, özellikle kanırtıyordur. Öte yandan Hülya Avşar’ın her dönem böyle söylemlerinin olduğu da sır değil. Atıyorum on sene önce “aldatmasın da tokat atsın,” demişse önce ya da sonra bir pundunu bulup mutlaka “erkektir aldatır, çaktırmasın yeter” de demiştir. Kadın hareketlerine de hep inceden bir giydirmiştir. (Çok inceden de değil aslında)

Çünkü maalesef, bu benim tanımım değil, sosyal medyada birkaç yerde rastladım ve hak verdim. Hülya Avşar aslında, zihnen, erkektir. Yirmi yaşından bugüne tek başına, elbette ki zorlu bir mücadeleyle getirdiği hayat uğraşına saygım var, gerçekten. Bu yazıya konu olan özelliği dışında sempatik bulduğum yönleri de var.

Ama hayatı boyunca yoğun çalışmış, hatta ilişkilerinin de bu yüzden yolunda gitmediğinden dem vuran bir kadın laf buralara gelince kendini öbür kadınlardan tereyağından kıl çeker gibi ayırıyorsa, eril kodlarla konuşuyordur. Program boyu Arzum Onan’dan şefkatle bahsedişinde bile bu var. En başat özelliği güzelliği, dişiliği olduğu halde, ironik biçimde, kadınları överken bile, kendini tam olarak kadın gibi hissetmiyor. Belli ki Avşar aslında kendini ayırmayı tercih ettiği o başka dünyaların kadınlarıyla bazı konularda benzer sıkıntıları yaşıyor. Ama kendi cinsine yakın değil ki, bu yaşananların aslında münferit değil dört başı mamur bir erkeklik krizinin toplu sonucu olduğunun farkında olsun. ‘Egemen’ seviyor o. O nedenle fili ancak hortumundan tutuyor. Çünkü, ‘egemen’ sevmek insanı körleştirir.

Sırf alıntılanan kısımda değil, programın yarısı boyunca şunu anlatmaya çalışıyor: Erkek de kadın da hem evde hem işte baskın olunca ilişkiler yürümüyor. Kadın ancak biraz geri basmayı becerirse yürüyor. Bunda bir şey yok, bir çocuk bile saptar bunu. Sorun bunu hayatın kanunu gibi almamayı, feleğin çarkını şöyle bir çevirmeyi akıldan bile geçirmemekte.

Mehmet Aslantuğ’un program boyunca yaptığı da, buna düzgün ifadelerle itiraz etmek aslında. Sebebi vicdan, akıl, iyiyle kötüyü asgari ayırt etme becerisi, zerafet, hepsi, her neyse… Kendisi de söylüyor zaten, bugün bir kısmımızın aklında çok iyi bir izlenimle yer etmesinin sebeplerinden biri olan Ahmet Kaya lincindeki vicdanlı tutumunu da dahil ederek. “Bunların hiçbiri meziyet değil… Sorun şu: Eksiklik gösterenler, tamahkar olanlar, yanlış yapanlar, hakkaniyeti unutanlar, asgariden edinimlerimizi meziyetli hale getiriyorlar. Halbuki meziyetli olmak bu değil, bu standart zaten.” Sırf bu saptamayı yapabilmek bile, büyük meziyet. Önünü ardını, ilişkisel arkeolojisini bilmiyorum ama Aslantuğ bu duruşuyla övgüyü çok hak eden, ruh ışıldatan bir insan.

Hülya Avşar’sa bile isteye ya da bilmeye istemeye, ısrarla, o kadar yanlış bir yerde duruyor ki. Tüm bu tavırda öyle bir bencillik var ki, niyetin fazlaca bir önemi kalmıyor zaten.

En kısa çeken ay boyunca, 28 günde 47 kadının erkekler tarafından öldürüldüğü, gün geçtikçe artan taciz, tecavüz, aile içi istismar haberlerinden insanın nefes alamaz hale geldiği bir ülkede tüm bunların altında yatan meseleyi bayıla bayıla bir iltifat olarak telaffuz edemezsin. ‘Erkek egemenliği diyorum…’ Diyemezsin.

Her kesimden kadınların şiddete, toplumsal cinsiyet eşitsizliğine ses verdiği, dünyanın her yerinde geleceğe dair umut beslemenin başlıca nedeninin kadınların bu cesur sesi olduğu bir dönemde, kendinin bilgisine bu denli uzak kalamazsın.

Hülya Avşar belki hayatında ilk kez, zekanın aynı zamanda bir uyum becerisi olduğuna dair en güvenli, hatta klişe tanımın gerisine düşüyor. Tam tersi gibi görünse de, bence olan bitene yeterince uyum sağlayamıyor.

Kadınların sesi her şeye, herkese rağmen yükseliyor; bulduğu her çatlaktan sızan başlıca ışık kaynağı bu, dünyada ve ülkemizde. Hâlâ aşağıdaki soruyu sorarak ve kapıları kapatmadan bitirmek istiyorum bu yazıyı. Çünkü Frances McDormand’ın nefis Oscar konuşmasında söylediği gibi: "Kapsayıcılık önemlidir."

Dünyayı kadın sevgisi, algısı, gücü, öfkesi ve kapsayıcılığı kurtaracak, kurtarırsa. Hepsi birden. Sen neden burada değilsin Hülya Avşar? Seni kendi gerçeğine bunca uzak kılan ne?


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.