YAZARLAR

Taciz yok, samimiyet var!

Herkes iş arama, iş bulma derdinde. Bunlar o kadar görüşmeye gidebilmişler, bu noktadan sonra, biraz gözlerini, kulaklarını kapatmaları lazım. Ama yok. Bir tanecik rezillik, minicik bir seviyesiz hareket ya da aşırı samimiyetli bir cümlecik duyunca, hop, hemen bir kızmalar, çekip gitmeler, hayata küsmeler filan. Olacak iş değil.

İletişim sektörü, dışarıdan çok akıllı, fikirli ve eğlenceli görünen bir sektör. Biraz soğuk ama girince alışıyorsunuz. Değişik değişik işler ve o işleri yapan birbirinden yaratıcı, birbirinden farklı, böyle deli deli, çılgın çılgın, marjinal insanlar.

Sanat gibi ama sanat değil maalesef. Bu sektördeki birtakım insanların kendini “sanatçı” sanması bile, onu sanat yapmaya yetmiyor.

Bir ucunda, gençler için rengârenk dünyalar var, yazmalar, çizmeler, kendini ifade etmeler, havalara girmeler, hayaller, ödüller, eğlenceler, yaratıcılığını konuşturmalar, yeteneğini coşturmalar, çeşit çeşit insan tanımalar, ünlülerle çalışmalar, büyük büyük paralar ve arayanlara “Setteyim şu an!” diyebilme fırsatı var.

Diğer ucunda da emek sömürmeler, yoğun esinlenmeler, stres küpü olmalar, dev egolar, o egoların altında ezilen insanlar, gece gündüz çalışmalar, çalışmanın karşılığını alamamalar, hayatı sorgulamalar, uykusuzluklar, depresyonlar, sinir hastası olmalar, algılarla oynamalar, cambazlıklar, yalanlar dolanlar, ayrımcılıklar, tacizler, mobbingler var.

Bu sektöre girmek için, bir sürü çok parlak (bazıları biraz mat) genç, iş görüşmesine gidiyor. Şaşırtıcı ama (her şeye rağmen) umut, heyecan, hırs ve inanç dolu oluyorlar giderken. O işe kabul edilmek, işi sevmek, kendilerini sevmek, çalışmak, para kazanmak, hayat kurmak, yetişkin olmak gibi tatlı planları var çünkü.

Buraya kadar, her şey normal.

Buradan sonrasına, yaşanmış bazı normal olmayan hadiselerle devam edeceğiz...

Ünlü bir medya kuruluşunda, ünlü bir gazeteciyle iş görüşmesi yapan 22 yaşındaki genç kadın, öğrenciyken yaptığı işleri filan heyecanla anlatırken, (babası yaşındaki) gazeteci, “Ne kadar hoşsun ya!” diyor aniden. “Anlamadım?” diyor bizimki. “Çok hoşsun! Bütün samimiyetimle söylüyorum, seni seyretmekten, anlattıklarını dinleyemedim. Kayboldum.” diyor. “Seni işe alırsam, benim için çoook tehlikeli olur.”

Adam (bütün samimiyetiyle) gevrek gevrek gülerken, bizimki kızarıyor, utanıyor. Utanması gereken o değil ama o utanıyor. Görüşme bitiyor. Adam, samimi hayatına devam ediyor, bizimki çıkışta ağlıyor.

Televizyonla radyoyla ilgili bir kurumun açtığı sınavları her sene başarıyla geçerek, defalarca mülakata giden genç erkek, bilmem kaçıncı mülakatından çıktığında, mülakattaki amcalardan biri, arkasından “Bi’ dakka bakar mısın?” diye sesleniyor ve “Yavrum, her sene uğraşıyorsun. Biz seni çok sevdik. Yukarılarda bir yerlerde hiç tanıdığın yok mu?” diye soruyor. Yok. Hiç mi yok? Hiç yok.

İyi niyetli, samimiyetli ve yardımsever amca, “O zaman uğraşma artık. Olmaz bu iş.” diyor. Bunu o kadar normal bir şekilde söylüyor ki, yukarılarda tanıdık olmadan işe girememe hadisesini, dünyanın en normal durumu olarak algılıyoruz.

İnanmayacaksınız ama amca haklı çıkıyor. İş olmuyor gerçekten de.

Bir reklam ajansına, müşteri temsilcisi olmak için başvuran genç kadın, (görüşme için aldığı) lacivert pantolonu ve (sabah kalkıp o kadar da ütülediği) beyaz gömleğiyle gidiyor görüşmeye. “Seni alsak, işe de böyle paçoz mu gelirsin yoksa düzgün bir şeyler giyer misin?” diye soruyor karşısındaki kadın.

Görüşmenin ilk sorusu bu. Soruyu soran, bir kadın. İşe alınmadığı için, “düzgün bir şeyler”in ne olduğu, bir gizem olarak kalıyor bizimkinin “paçoz” hayatında.

Görüşme sırasında, “Aslında burnunu yaptırsan, çok güzel bir kız olursun.” diyenler, “Sen yeter ki her gün işe gel, hiçbir şey yapmasan da kabul.” diyenler, “Basenlerin için spora filan gitmeyi düşünüyor musun?” diye soranlar, durup duruken siyasi görüşünü ve hangi partiye oy verdiğini merak edenler, sözle taciz edenler, cinsel içerikli espriler, şakalar filan.

Hepsinin tek ortak noktası var: Samimiyet. Ya “bütün samimiyetleriyle” söylüyorlar ya “hep samimiyetlerinden” uyarıyorlar ya da bütün iyi niyetleriyle daha “samimi bir ortam” yaratmaya çalışıyorlar.

Kötü niyet, ego, laubalilik, şuursuzluk, iğrençlik, rezillik yok yani. Samimiyet var.

Samimiyet önemli gerçekten de. Bakın, daha birkaç ay önce, Zonguldak’taki 72 yaşındaki Fikret A. isimli “dede”, 9 yaşındaki kız çocuğuna cinsel istismarda bulunduğu iddasıyla tutuklu yargılanıyordu mesela. Mahkeme, 9 yıl 2 ay hapis cezası vermişti.

Geçen hafta, bu dede, tutuklu kaldığı birkaç ay, duruşmadaki iyi hali ve “samimi anlatımı” sebebiyle tahliye edildi. Çocuğun cinsel istismarı suçuna karşılık, duruşmada samimi anlatım. Tabii ki, samimiyet kazandı.

Yıllardır aradığımız samimiyet, bulundu yani. Artık her olayın, her taşın altından çıkıyor. Her şeyin kılıfı oldu artık, ne güzel. Ne güzeldir samimiyetimiz, içi dışı tertemiz.

Gençler de bu tarz samimiyetlere alışsa iyi olur. Her şeye bu kadar kafayı takıp hassasiyet gösterirlerse, hiçbir yerde iş bulamazlar değil mi?

Herkes iş arama, iş bulma derdinde. Bunlar o kadar görüşmeye gidebilmişler, bu noktadan sonra, biraz gözlerini, kulaklarını kapatmaları lazım. Ama yok. Bir tanecik rezillik, minicik bir seviyesiz hareket ya da aşırı samimiyetli bir cümlecik duyunca, hop, hemen bir kızmalar, çekip gitmeler, hayata küsmeler filan. Olacak iş değil. Yapmasınlar böyle.

Peki biz ne yapalım?

“Amaan, her sektörde, her yerde oluyor böyle şeyler canım!” diyerekten hiçbir şey yapmamaya devam mı edelim? Yoksa, bir şeyler mi yapalım?

Bakın, bütün samimiyetimle soruyorum. Samimiyet önemli.


Reyya Advan Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. 13 yıl, İstanbul’da çeşitli uluslararası reklam ajanslarında, reklam yazarlığı yaptı. Çocuk hikâyeleri ve masallar yazdı. İstanbul’un trafiğine ve nem oranına daha fazla dayanamayarak, Ankara’ya geri döndü. 2009’da, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Reklamcılık, yazarlık, sunum teknikleri gibi alanlarda dersler veriyor. Kurbağalara olan abartılı ilgisi dışında, normal bir insan.