YAZARLAR

Başka türlü bir şey benim istediğim

“And olsun ben bu genç kadınların kendi içlerinden o en güçlü yanlarını çıkarmalarına vesile olacağım”, demiş sanki Laura Bari. Dahası sadece onların sağalmasını değil, bu genç kadınların hikâyesi aracılığıyla uğradığı taciz ve tecavüzü paylaşamamış nice insanın da güç ve cesaret bulmasını istemiş.

Ortalığın yasaktan, sansürden, yalandan, riyadan geçilmediği; düzen adı altında devasa bir silindirin her an her saniye varlığı öğütmeye kastettiği bir zamanda İf İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali bir kez daha öte dünyaların, başka türlü hayatların hikâyeleriyle çıkageldi. Dünyanın en ücra köşelerinden insanlığın ortak dertlerini ve düşlerini getirip önümüze koydu. Anlatılan deneyimler, yaşanan coğrafyalar ve zamanlar ne denli farklı olsa da bir kez daha gördük ki, kötülük en büyük sınav, en derin mücadele alanı.

Kötülük, gücünü, verdiği somut acı kadar verebileceği hayali ıstıraptan alır. Tahayyülün sınırlarını zorlar kötülük, beterin beteri olduğu fikriyle zihne eziyet eder. Sonunda başına gelmesinden, yaşamaktan deli gibi korktuğun şeyin her gün her gece hayalinde kendine yaşatır olursun. Zaten budur zulüm; süregiden ve artan sistematik kötülük. Hayatı rehin alan hayali hapishane.

2002’den bu yana seyirciyle buluşan !f İstanbul Uluslararası Bağımsız Filmler Festivali bu kötülük hapishanesini sarsan bir hayat alanı yaratıyor. Festivalin 2014 yılında başlayan diğer yarışmalı bölümü 'Love & Change / Aşk & Başka Bi’ Dünya' bölümü ise adı üzerinde, aşkla sevgiyle dünyayı dönüştürebilme gücünü anımsatıyor. Bir şeyin dönüşmesi gerekiyorsa, onunla yaşayagelmek katlanılmaz hale gelmiş olmalıdır. Kök salmış travmalar, üstesinden gelinememiş korkular, baş edilememiş sorunlar, sümen altı edilemeyen pişmanlıklar, dile gelmeyi bekleyen itiraflar bir an gelir, taşınamaz olur. İşte o zaman hayatın hakkını vermek adına, başka türlüsünü denemek, kaçmadan kalmayı, hatta sana dünyayı zehir eden şeyin, kişinin üstüne üstüne gitmek zorunda kalırsın. Basbayağı nefes alabilmek için.

Birbirinden çarpıcı yedi filmin yer aldığı bu bölümde evleri savaş hattı olmuş insanların bomba sesleri eşliğinde sürdürmeye çalıştığı günlük hayata, diktatörlük döneminde kaybedilen canların tutulamayan yasına, kuşaklara ve bir ülkenin tarihine tanıklık eden bir binada sorgulanan aidiyet ve muhalefete, bağnazlığa, ayrımcılığa inat sahip çıkılan öz benliğe, mahkûmları ve görece özgür olanları birbirinin aynasına dönüştüren terapi seanslarına tanıklık ediyoruz. Tanıklık kısa süren bir durum, hiç fark etmeden aslında bütün bu hayat olasılıklarının parçası kılınıyoruz. Çünkü her şeye muktedir hayat, kimsenin kimseden bir farkı, üstünlüğü ya da korunaklılığı olmadığını fısıldıyor kulağımıza.

İKİ KUZİNİN PAYLAŞTIĞIDIR

Jüri ödülüne layık görülen Laura Bari’nin Primas (Primalar/Kuzinler) de belgesel ve kurgunun harmanlandığı bu sıra dışı bölümün, şifa veren aktivizm felsefesini en iyi yansıtan örneklerindendi. Yönetmen Laura Bari’nin senaryo ve kurgusunu üstlendiği, Giauco Bermudez'in görüntü yönetmenliğine ve Andreas Mendritzki'nin yapımcılığına imza attığı Kanada-Arjantin ortak yapımı film, sadece bu künye bilgisi eşliğinde bile bir kadının adanmışlığını sergiliyor. Bari, adeta bu yol baş koymuş. Ama azmettiği şey çarpıcı bir film ortaya çıkarmaktan çok ama çok daha fazlası. Bari’nin bir meramı var. Ve o meram için arayışa giriştiği bir de şifa.

"Sevgili günlük, sana gece Paris'e yolculuk eden ve sonra geri dönen bir timsah kızın hikâyesini anlatacağım." Böyle sesleniyor hikâyesi anlatılan iki kuzinden Rocío (Rocío Alvarez). Henüz dokuz yaşındayken bisikletine çarpan arabaya bindirilip kaçırılan, tecavüz edildikten sonra üzerine benzin döküp yakılan ve öldü diye yol kenarına atılan genç kız. Şimdi, altı yıl sonrasında yüzde altmışı yanık vücudunu timsah derisine benzetip unutulmaz metaforu kuran ve gülüşüne dünyalar kurban genç kadın. Ailesi dahil herkesin yaşadığı şok ve bilinç kaybından ötürü hiç hatırlamadığını düşündüğü, kim bilir belki de böylesine inanmak istediği kötülüğü, yakın bir arkadaşına oyun niyetine sığındıkları deniz fenerinde anlatıyor. Önümüzde çırılçıplak. Ölesiye cesur. Hayatını kurtaran doktoru ziyaret ettiğinde bir bilim insanının en sahici sorgusuna dahil oluyoruz. “Ben Tanrı değilim ki, bilemedim acaba sağ çıkmalı mıydın” diyor doktor. Bahsi geçen işte böyle bir yıkım. Ama kararı canlının kendisi veriyor. Timsah kız iyileşmekle kalmıyor, paylaştığı hikâyesiyle sesi kısılmışların ilhamına dönüşüyor.

Diğer kuzin Aldana’nın (Aldana Bari Gonzalez) bedeninde hiçbir iz yok. Oysa o da en az Rocío kadar yaralı. Yıllar yılı engelli babasının cinsel taciz ve istismarına maruz kalmış. İki kuzin yaralarını sarmak üzere hikâyelerini paylaşıp ardından Arjantin'den halalarını ziyaret etmek için Kanada’ya (Montreal) gittiklerinde, dans, mim, tiyatro üzerinden içlerinde saklı kalan hisleri ifade etmenin ve mücadelenin yeni bir alanını keşfediyor. Bedeni ve ruhu yarasıyla değil yarasından sevme halini.

AND OLSUN HİKAYESİ

Arjantin asıllı Laura Bari, yönetmenliğini üstlendiği ilk uzun metraj film çalışması Antoine (2009) ile yaklaşık 30 uluslararası festivale katıldı ve 15 ödül kazandı. Yönetmenlik kariyerine Ariel (2013) ile devam eden Bari’nin son filmi Primalar (2017), Rocío ile uzaktan kuzin, Aldana’nın ise halası olan Bari için besbelli çok kişisel bir “and olsun” hikâyesi.

“And olsun ben bu genç kadınların kendi içlerinden o en güçlü yanlarını çıkarmalarına vesile olacağım”, demiş sanki Laura Bari. Dahası sadece onların sağalmasını değil, bu genç kadınların hikâyesi aracılığıyla uğradığı taciz ve tecavüzü paylaşamamış nice insanın da güç ve cesaret bulmasını istemiş. Görsel ayrıntıları dantel misali örülen ve konusu kadar sinematografik diliyle de dikkat çeken film, sağ kalmanın değil yeniden doğmanın hikâyesini anlatıyor.

Kötülüğe karşı tek direnç noktası eskisinden de daha güçlü olarak ve hatta başkalarının derdine derman olacak şekilde ayağa kalkabilecek olma ihtimali. Bu ihtimal, “Başka türlü bir şey benim istediğim” diyen hepimize, kendi korku ve öfke cehennemimizce yutulduğumuz, dipsiz kuyulara düştüğümüz zamanlarda ayağımızın altına, yağmur suyunu yeni yemiş, mis kokulu bir toprak zemin veriyor.

Bir de başımızı yeniden kaldırıp güneşi, bulutları, ayı, yıldızları izleme imkânını. Her şeyiyle hayatı…


Karin Karakaşlı Kimdir?

1972’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü’nün ardından Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 1998’de öykü dalında Varlık dergisinin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü kazandı. Karakaşlı’nın eserleri şunlardır: Başka Dillerin Şarkısı (Öykü, Varlık Yay., 1999; Doğan Kitap, 2011) , Can Kırıkları (Öykü, Doğan Kitap, 2002), Müsait Bir Yerde İnebilir Miyim? (Roman, Doğan Kitap, 2005), Ay Denizle Buluşunca (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2008), Cumba (Deneme, Doğan Kitap, 2009), Türkiye’de Ermeniler: Cemaat, Birey, Yurttaş (İnceleme, Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel ve Ferhat Kentel ile, Bilgi Üniversitesi Yay., 2009), Benim Gönlüm Gümüş (Şiir, Aras Yayıncılık, 2009), Gece Güneşi (Çocuk Kitabı, Günışığı Kitaplığı, 2011), Her Kimsen Sana (Şiir, Aras Yayıncılık, 2012), Dört Kozalak (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2014), Yetersiz Bakiye (Öykü, Can Yayınları, 2015), İrtifa Kaybı (Şiir, Aras Yayıncılık, 2016), Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz (Anlatı, Can Yayınları, 2016). Karakaşlı halen Kültür Servisi, Gazete Duvar siteleri ve Agos gazetesinde yazmaktadır.