YAZARLAR

Kürt meselesinin dışı, içi

Kürt tehdidi önce ilk yıllarda Suriye’ye itildi, sonra yakın dönemde PKK önce Lübnan’a, derken Irak’a geçti. Böylece sınır ötemizden ülkemizin ulusal birliğine ve toprak bütünlüğüne yönelen bir tehdide dönüşmüş oldu. Bu defa, Afrin’deki gibi, dışarı atılanın da sınırlarımızdan daha öteye itilmesi gündeme geldi. Bu sınır ötemizdeki Kürtler yahut PKK, cumhuriyetimizi yıkacak güçte bir tehdit miydi? Yoksa sağlam iradenin çıkarılıp masaya konulması mı daha büyük gailelerin kapısını açtı?

“Bazen, Kürt meselesinde olduğu gibi, bir meselenin önce 'dışarıya çıkartılıp' sonra yeniden 'dış tehdit' olarak içeri taşındığı oluyor.” Başa aldığım Kemal Can’ın bu cümlesi, benim gibi yirmi yıllık hariciye memuriyeti hayatının ikinci on yılını bazen kenarından, bazen ortasından Kürt meselesine değen konularda çalışarak, kah dışarıdan içeri, kah Ankara’dan dışarı bakarak geçirip, şimdi tüm emeklerinin beyhudeliğiyle hatta giderek sahteliğiyle yüzleşmek mecburiyetiyle karşı karşıya kalmış biri için daha derin anlam taşıyor.

Musul yani bugünün terimleriyle konuşursak kabaca Irak Kürdistanı’nın genç Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yer alması konusu, 1926 Ankara Anlaşması’yla karara bağlanıyor. Anılar geçmişte, Osmanlı’nın son meclisinin tek yanlı duyurduğu Misak-ı Milli içinde tahayyül edilen Musul vilayeti, o zamanki Irak Krallığı topraklarında yahut Britanya denetiminde kalıyor. Bu durumun Kerkük petrolü boyutu üzerine çok konuşulur ancak Irak’ın yerli Kürt nüfusunun Türkiye Cumhuriyeti’nin parçası olmak yönünde gösterdiği ve hiçe sayılan iradesi hakkında pek konuşulmaz.

Ardından ve beraberinde de, 1925 Şeyh Sait, 1926-30 Ağrı “ayaklanmaları” derken, epey bir Kürt nüfus da Fransa denetimindeki Suriye’ye itilir. Böylece hem cumhuriyetin kimliği, yönelimi, nüfus alaşımı, yönetim tarzı belirlenir, hem bugüne dek nesilden nesle gelen sabitlenmiş “ulusal güvenlik” ve “sınır koruma” kaygıları yerleşir. 1921’den 1924 anayasalarına geçişteki “ayak değiştirme” de bu süreçle el ele yürür.

Türkiye’nin Suriye ve Irak’la ilişkilerini münhasıran Kürt meselesi ve giderek PKK ile mücadele belirlemedi. Ayrıca Türkiye, bu iki komşusuyla ilişkilerini bir vakumda, tek taraflı olarak bilek gücüyle dikte de ettirmedi. Soğuk Savaş arka planı, ABD-SSCB rekabeti, dünyanın bambaşka yerlerindeki bambaşka çatışmalar ve bunların iki küresel gücün enerjisini, dikkatini o verili anda ne denli emdiği ve dolayısıyla Türkiye’nin bölgesel siyasetine yine o verili anda hangi gözle baktıkları da aynı bütünün parçaları olageldi.

Bununla birlikte, arada kısa fasılalar da olsa, Türkiye’nin iki komşusuyla ilişkileri genelde bir karşılıklı husumet tarihiydi. Hariciyenin başat işi de bu husumeti açık, sıcak çatışmaya varmadan yönetmek. Hariciye bu vazifesiyle, hani tepesi atarsa ne yapacağı olmayan ama yine de sevdiğiniz arkadaşlarla olduğu gibi, hem askeriyeyi “yatıştırma” hem bu vaziyeti kaldıraç yaparak Şam’ı ve Bağdat’ı ikna rolünü üstlenmişti. Aynı paranın ters tarafı tabiatıyla sivil-asker ilişkileri ve şu meşhur müesses nizam vesayetiydi.

Bugün, Tayyip Erdoğan belki Kemal Atatürk’ten bu yana ilk sivil başkomutan. İki kişiliğin özgeçmişlerindeki fark da ortada. İçeride muhayyel bir Kemalizmi yine muhayyel bir Atatürkçülükle ikame, komşularda Arap milliyetçiliğini siyasal İslam'a boğdurma gibi çelişkili, zorlama garabetler de bitmişe benzer. Görebildiğim kadarıyla Erdoğan’ın kafasındaki, en azından bölgemizle ilişkilerimizde, alabildiğine bağlantısız, yerli, yerelci, müstesna bir siyaset kurmak. İttifaklardan güç almak yerine, “değişken geometrili” bir yaklaşım. “Alakart” ittifaklar da denebilir.

Kürt tehdidi önce ilk yıllarda Suriye’ye itildi, sonra yakın dönemde PKK önce Lübnan’a, derken Irak’a geçti. Böylece sınır ötemizden ülkemizin ulusal birliğine ve toprak bütünlüğüne yönelen bir tehdide dönüşmüş oldu. Bu defa, Afrin’deki gibi, dışarı atılanın da sınırlarımızdan daha öteye itilmesi gündeme geldi. Bu sınır ötemizdeki Kürtler yahut PKK, cumhuriyetimizi yıkacak güçte bir tehdit miydi? Yoksa sağlam iradenin çıkarılıp masaya konulması mı daha büyük gailelerin kapısını açtı? Vekalet savaşları döneminden doğrudan bölgesel savaşa uyurgezer adımlar mı atıyoruz? Henüz belli olmadı.

Zeytin Dalı Harekatı kapsamında TSK, Afrin mıntıkasının çeperlerini 5-10 km içeri girecek bir kordon biçiminde ve o suretle çeperlerdeki stratejik önemi haiz yükseltilerin denetimini ele geçirerek almış durumda. Bu “C” yahut giderek açık ucu daralan hilal Afrin yerleşim birimini sarıyor. Harekat mutlak bir muhasaraya dönüşerek mıntıkayı, ikmal hattı Nubl-Zehra ve Minnag-Tel Rifat koridorlarından hepten yalıtacak mı daha belirsiz. Ancak Fırat Kalkanı cebi Afrin çeperlerinden Idlip’in kuzeyindeki ve M-5 karayolunun batısında kalan Türkiye sorumluluğundaki bölümüyle temas kurmuş duruma geldi. Karşılık olarak da Şam ve Tahran, şimdilik vekilleri üzerinden Afrin yerleşim birimine uzandı.

Bu durum, yukarıda aktardığım cumhuriyet tarihimizdeki Kürt tehdidiyle mücadele doğrultusunda, Kuzey Irak’taki konuşlanmayı andıran biçimde serpme gözlem (“tarassut”?) noktaları ve bazı fiilen kalıcı ileri üsler halini mi alır? Yoksa, Türkiye-Suriye husumet tarihi doğrultusunda yayılıp, yerleşerek ve görünürde ÖSO dolayımıyla FK, Afrin ve Batı Idlip’ten oluşan bir ters “L” biçiminde 11 bin kilometrekarelik alanın kalıcı biçimde fiilen Suriye’den koparılması konumuna mı evrilir? İkinci halde, keza kalıcı bir diplomatik baş ağrısının on yıllar boyu taşınması anlamına da mı gelir? Afrin yerleşim biriminin “temizlenmesi”, Afrin mıntıkası ele geçirilince yöredeki yerel halkın tehcirini ve Doğu Guta, Idlip ve Halep’tekine benzer bir topyekun imha kampanyasını zorunlu kılmaz mı?

Eşanlı olarak, ABD ile kurulduğu ilan edilen “sonuç alıcı ve mühletli mekanizmanın” ilk ve belirleyici imtihanı Münbiç olacak. “İlk sonuç” hasıl edilemezse, mekanizmanın dişlileri zoraki duracak. Yürürse ardından Fırat’ın doğusunda ABD’nin dolaylı denetimindeki bölgede de PKK uzantısı addedilen unsurların sınırımızdan ötelenmesi gündeme gelecek. Nihayet, Bağdat’la ve bir biçimde ABD ile anlaşmalı olarak Başika’dan Şengal’e bir hamle üzerinde durulacak. Kuzey Irak’ta ucu Kandil’e varan ve 650 köy de barındıran PKK geri üs bölgesi de aynı mantığı izlersek söz konusu yaklaşımın son durağı. Bir başka deyişle, yıllara yayılacak bir seferberlik ve sıcak çatışma hatta savaş ortamı 2023 vizyonunun zeminini oluşturacak.

Belirttiğim üzere, niyet böyle olsa da, bölgesel siyaset bir vakumda ve ipini koparmış bir meteoroloji balonunun stratosfere doğru yükselmesi gibi seyirlik bir bağlantısızlık ortamında gelişmiyor. Küresel güçlerin kendi aralarındaki tepişmenin gidişata etkisi yoksanmamalı. Bölge ülkelerinin birbirleriyle ilişkilerinin yakın tarihi de öyle. Kemal Can’ın girişte atıfta bulunduğum yazısının son cümlesi şöyle: “Süreci daha kalıcı biçimde değiştirecek olan, bu 'ticaretin' sonuçlarını değil varlığını tartışma konusu yapmak." Madem sesimizi ülkemizi yönetenlere duyurmaktan umudumuz yok, acaba necip ana muhalefetin kulağına erişebilir miyiz kaygısıyla böylece bağlayalım öyleyse sözümüzü.


Aydın Selcen Kimdir?

1969 İstanbul doğumlu ve Saint Joseph Lisesi ile Marmara Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü mezunudur. 1992-2013 arasında Dışişleri Bakanlığı'nda meslek memuru olarak çeşitli görevlerde bulundu. Son olarak 2010-13 tarihleri arasında Erbil Başkonsolosluğu görevinde bulundu. Merkeze döndüğü gün "memuriyetten istifa etti." Genel Energy petrol şirketinde bir buçuk yıl siyasi danışmanlık yaptı. 2015'den beri bağımsız olarak özellikle Irak ve Suriye konularında yazıyor. Galatasaray kongre üyesidir. Alaz adında bir kızı var.