YAZARLAR

Beka koşullarında siyaset

Beka siyasetinin, Türkiye siyasetinde, monarşik ilkeye demokratik ilkeden daha çok güç kazandırdığı bana çok açık görünüyor. Bununla egemenliğin soydan aktarıldığı bir devlet biçimine geçmek üzere olduğumuzu söylemek istemiyorum. Aksine beka söyleminin asıl başarısı, cumhuriyete özgü kurumların ve organların varlığına rağmen, iktidarın monarşik bir kullanımını mümkün kılan mekanizmaları işletebilme becerisinden ileri geliyor.

Türkiye’de devletin bir beka sorunu olduğu söylenir. Beka tartışması, devletin devamlılığıyla ilgili tehlikenin büyüdüğü durumlarda karşımıza çıkar. Tartışmada tehlikenin bir ucunun, devleti idare eden kurumlara yönelik olduğu ileri sürülür. Fakat kurumların çökmesi, ortak hayatın sürdürülememesi ihtimalini beraberinde getirecektir. Bu yüzden tehlikenin insanların hayatına yönelen diğer ucunu da dikkate alma gerekliliği doğar.

Elbette, tehlikenin herkese yöneldiği böylesi durumlarda, makul olan herkesin ortak bir zeminde birleşmesidir. Başka bir söyleyişle, menfaat gruplarının kısmi görüş açılarınca kısıtlanmış olan siyaset, devletin sırtındaki bir yük halini alır. Beka meselesini, “siyaset üstü” olan milli menfaatlerle tanımlama gayreti bu yükten kurtulma arzusunun bir ifadesi olarak görülebilir. Halbuki meşru siyasi faaliyetin sınırları, devletin bekası konusunda alınmış taahhütler tarafından zaten önceden belirlenmiştir. O halde, beka meselesi her türlü siyasetin üstünde duran bir zorunluluk değil, temelinde yer alan bir koşul olarak görülmelidir.

Bu anlayış, siyasetin ne olması gerektiğini belirleyen bir siyaset, yani siyasetin siyaseti olma anlamında bir “meta-politika” gibi işlev görür. Türkiye, bir süredir meşru siyasetin sınırlarını daraltan böyle bir meta-politik anlayışın kıskacındadır. AKP ve Erdoğan’ın Arap Baharı ile Ortadoğu’da başlayan sürece verdiği tepki siyaseti bu kıskaca hapsetmek olmuştur. İktidar, kendisi için önem arz eden her uzlaşmazlıkta, devletin bekası gerekçesini ileri sürerek siyasi tartışmayı betonlamanın konforundan yararlanmıştır.

Beka siyasetine eklemlenip siyaset üstü alana taşınan konular zincirindeki son halka ise Afrin’e yönelik askeri harekât olmuştur. 15 Temmuz sonrası yürürlüğe giren olağanüstü hal rejimi de bu harekât ile farklı bir evreye girmiştir. Önceden olağanüstü halin millete karşı değil, devlete karşı ilan edildiği özenle vurgulanan bir meseleydi. Bir bakıma, milletin bekası için devletin elden geçirilmesi gerekliliği ileri sürülüyordu. Şimdiyse olağanüstü hal yetkileri, devletin bekası uğruna yürütülen bir milli seferberlik için kullanıma sokulmuş durumda.

Devlet-millet karşıtlığı üzerine kurulu muhafazakâr söylemin çelişkileri, yeni çözüm zeminini artık AKP’nin sahiplendiği beka siyasetinde bulacak. Burada devlet ile millet arasında bağlantı kuran üçüncü bir terim olarak reis kavramı, beka siyaseti tarafından devreye sokuluyor. Sözüm ona mevcut kurumlar arasında paylaştırılmış olan iktidar yetkilerinin tamamı, uygulamada devlet başkanının kişiliğinde merkezileştiriliyor. Bu merkezileşme eğilimi, sırası geldiğinde her biri devlet başkanını işaret eden reis, millet ve devlet kavramlarına dayanan bir siyasi söylem aracılığıyla hayata geçiriliyor. Reis, yeri geliyor insanların karşısına başkomutan yetkilerini kullanan bir devlet başkanı olarak çıkıyor, yeri geliyor devletin karşısına milletin sözcüsü olan bir halk kahramanı olarak dikiliyor. Tıpkı, başbakanlık konutu olarak inşa edilen Ak Saray’ın, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasıyla cumhurbaşkanlığı konutuna dönüşmesi örneğinde olduğu gibi, beka siyasetinin ağırlık merkezi Erdoğan’ın konumuna göre sürekli yer değiştiriyor.

Beka siyasetinin, Türkiye siyasetinde, monarşik ilkeye demokratik ilkeden daha çok güç kazandırdığı bana çok açık görünüyor. Bununla egemenliğin soydan aktarıldığı bir devlet biçimine geçmek üzere olduğumuzu söylemek istemiyorum. Aksine beka söyleminin asıl başarısı, cumhuriyete özgü kurumların ve organların varlığına rağmen, iktidarın monarşik bir kullanımını mümkün kılan mekanizmaları işletebilme becerisinden ileri geliyor.

Öyle ki, bu mekanizmalar sayesinde, devlet başkanının bedeni hem iktidar yetkilerinin dağıtıldığı bir merkez hem devletin maddi varlığının cisimleştiği bir odak olarak görülebiliyor. Çünkü devlet başkanının kişisel müdahalesi olmadan artık hiçbir bürokratik mekanizma etkin olarak işletilemiyor, hiçbir vatandaş tepkisi tam olarak karşılığını bulamıyor. Reis, o müdahale ettiği için artık işlemez hale gelmiş kurumların yarattığı sorunlar için vazgeçilmez bir çözüm merciine dönüşüyor.

Sonuç olarak, cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adıyla yürürlükte olan rejim, ne tam olarak cumhuriyete ne tam olarak monarşiye benzeyen, başkanın kişisel takdiri ve aktivizmi olmadan işleyemeyecek organlara dayalı bir karma rejime dönüşmüş durumda.

Mevcut demokratik prosedürlerin işlemesinin önündeki engeli, dolayısıyla reisin pratik bir çözüm mercii olarak devlet ile millet arasındaki köprü olarak kazandığı değeri, beka siyasetini anlamadan tam olarak kavrayamayız. Beka, yani kalıcılık veya ölümsüzlük sorunu, siyasetin sürekli olarak ölüm kalım sınırında icra edilmesini gerektirir.

Meta-politik düzeye taşındığında siyasetin aldığı bu yeni biçim, hastanenin acilinde müdahale bekleyen hastaların doktor ile olan ilişkisine benzer. Hayatta kalmanın mutlak önceliği doktor ve hastanın önüne iki temel zorunluluk koyar: Eyleme geçme zorunluluğu ve eylemin derhal icra edilmesi zorunluluğu. Davranış veya eylemin sözle, eylem anının tartışmanın gerçekleştiği süreyle olan karşıtlığı bu zorunlulukları demokratik usullerle bağdaştırmayı imkânsızlaştırmaktadır. Sadece muhalefet etme hakkı, eleştiri özgürlüğü veya idarenin yargısal denetimi ilkelerini dikkate almakla yetinsek bile durum kolaylıkla anlaşılabilir.

Demokrasi süre ister, aceleye gelmez. Oysa beka mantığına dayalı siyaset bir tür acil eylem ilkesini gözetmeyi talep eder. Buradan insanların siyasete katılımını zorlaştıran, demokratik denetim ve hesap sorma mekanizmalarını işlevsizleştiren sonuçlar türer. Diğer yandan, monarşik eğilimin güç kazanarak reisin vazgeçilmez hale gelmesinin, toplumun meta-politik düzeneklerin kıskacına girmiş olmasından başka bir nedeni bulunmamaktadır.

Bu süreç, kurumları ve bazı araçları politik açıdan etkisizleştirirken, millet ve reis arasında kurulan doğrudan bağ üzerinden, toplumu en ufak gözeneklerine kadar politikleştirmektedir. İnsanlar arasındaki ekonomik uzlaşmazlıklar veya kişisel çatışmalar, devlet gücünü arkasına almak isteyen taraflarca hızla bu meta-politik düzeyin diline uyarlanmaktadır.

Örneğin bir mafya mensubu haraç almak istediği kişiyi “vatan haini” olduğu için vurduğunu, boşanmak isteyen biri eşinin bölücü olduğunu iddia edebilmektedir. Devlet yetkileri, insanlar arasındaki sorunların ifade edildiği dili bozan bu etki yararına hoyratça kullanılmaktadır. Sanırım devletin kalıcılığı için toplumsal hayatı yozlaştıran bu “kronik beka yetersizliği” anlatısına meydan okumanın zamanı geldi de geçiyor bile.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.