YAZARLAR

Birlikte üşüdüğüm Füruğ

Füruğ Ferruhzad’ın sağlamasını şiiriyle yaptığı hayatı, uygulamaktan geri durmadığı fikirleri, en az şiiri kadar özgün, şiiri kadar sağlam bir kişilik koyuyor ortaya. Seviyorum bu sözü özü bir kadını. Hayatını şiirden ayrı tutmayışını. Şiire duyduğu inanç ve saygıyı.

Yıllar içinde ilerlerken sevdiğin, etkilendiğin yazarlar, kitaplar, şairler, şiirler, sinemacılar, oyuncular filmler, tiyatro oyunları, ressamlar, heykeltıraşlar ve türlü eserler olur. Hayatı sana hatırlatanlar. Bir şeyler sanki gri üniformalara bürünüp tek tipleştiğinde, renkleri, duyuları geri çağıranlar… Bir de eşlikçileri vardır insanın. Çok sevdiğin insanları anlatmaya her kalkıştığında yaşadığın o dolu dolu tutuklukla bir an kaldığın. Sahi, bu insanı neden seviyorsun sen? Neden ondan bahsetmenin fazlası yok senin için.?..

Füruğ Ferruhzad benim için o insanlardan. Şiirine çarpıldığım, fotoğraflarına bakmaya doyamadığım, artık ellenmekten ciltleri paralanmış kitaplarını yanımdan hiç ayırmadığım. Eşlikçi işte…

Yazmalara da doyamam onu. İçim kilitlendiğinde, söz akmaz olduğunda imdadıma gelendir. Bak, bugün, 13 Şubat ölüm yıldönümü onun. Uçar gibi gittiği ölümün dünya üzerine asılı düşen tarihi. Yine bir bahane, onu hayatla, hayatımla bir kez daha örmek için.

ŞİİRLE GEÇİLEN HAYAT DÖNEMEÇLERİ

Füruğ Ferruhzad deyince dünya gözüyle 5 Ocak 1935 ilâ 13 Şubat 1967'de yaşamış İranlı bir şairden bahsediyoruz. Bir kadından, yazardan, yönetmenden, ressamdan. En çok şairden, en çok kadından ama. Benim için öyle.

Özgeçmişin o donuk mesafesinden bakıldığında, babası Albay Muhammed Ferruhzad ve annesi Turan Veziri Tebar'ın yedi çocuğundan üçüncüsü. Dokuzuncu sınıfa kadar mahalle mektebine devam ettikten sonra kız sanat okuluna giden ışıltılı bir ruh. Resim, dikiş-nakış ve el sanatları maharetleri bu yıllardan miras.

HAYATIN MATEMATİĞİ

Cebir alıştırmalarındaki gibi rakamlarla oynaşmaya benzemiyor hayatın matematiği. Misal, Füruğ örneğindeki gibi kadınlığı şairlikle topladığında ortaya bir cadı çıkıyor düzenin gözünde. Ataerkinin en tehlikeli bulduğu karışımlardan biri. Terbiye edilemez bir rüzgâr; esintiden hortuma bir tekinsizlik. İran’da da böyle görüldü işte; tekinsiz bir cadı. Şiirleri erotikti, hayatı o pek yakından bildiğimiz, dillerden düşmeyen genel ahlâka aykırı. Çok şey gibi onun kıymetini de zaman ortaya çıkaracaktı.

Füruğ Ferruhzad’ın sağlamasını şiiriyle yaptığı hayatı, uygulamaktan geri durmadığı fikirleri, en az şiiri kadar özgün, şiiri kadar sağlam bir kişilik koyuyor ortaya. Seviyorum bu sözü özü bir kadını. Hayatını şiirden ayrı tutmayışını. Şiire duyduğu inanç ve saygıyı.

Onu ilk kez Om Yayınevi’nden Hatice Gülcan Topkaya’nın çevirisiyle Bir Başka Doğuş kitabında tanıdım. Hayat hikâyesiyle de çerçevelenen bu kitaptaki ses onun Farsça edebiyat diline en yakın bulduğum oldu. Sonradan Haşim Hüsrevşahi başta olmak üzere başkaları aracılığıyla Türkçeye kazandırılan külliyatı genişleyip çeşitlense de ben hep o ilk göz ağrıma, yükte hafif pahada ağır kitaba sadık kaldım.

SOĞUĞA VE HAYATA İMAN

Öfke de korku da soğuktur. Biri ateşinde diğeri buzulluğunda soğuk. Üşüdüğüm her zamanda olduğu gibi yine ona sığındım. Onun şiirindeki o insanı iliklerine kadar değil, ruhunun zerrelerine kadar üşüten soğuğa takıldım en çok. Ne de olsa insan hep derdinden vurulur. O yakan buzu hissettim tenimde. Ne kadar yıl geçse de hep böyle.

Üşümeyi iyi bilenlerdendi Furûğ Ferruhzâd. Üşümek onun diğer adıydı sanki. Kısıtlı geliriyle hayat mücadelesi verirken, soğuk evinde otururken önceliği hep şiirdi. Sabah uyanınca üzerine geçirdiği hırka misali, saçlarını karıştıran rüzgâr misali. Şiir yazmanın ayrı, hayatı yaşamanın ayrı zamanı yoktu ki. Bütün mücadele gücünü ise şiirden aldı. Bundan sebep şiir Furuğ’un yazdığı değil yaşadığı bir şeydi. Anlamın ta kendisiydi. O anlam eşliğinde “İman edelim soğuk mevsimin başlangıcına” demişti.

Şahın monarşisi altında, kadınlığını ve bireyliğini talep etmenin bedelini seçmediği ama onurla taşıdığı bir yalnızlıkla ödemişti. Despot albay babadan kurtulmak üzere gencecik yaşta evlendiği, resim ve edebiyatla uğraşan Perviz Şâpûr, âşık olduğu ama kıskançlıktan bir türlü birlikte mutlu olamadığı, olamadıkça da üzerinde tahakküm kurmaya çalıştığı bu kadına en büyük acıyı yaşatacak ve iki yıllık evlilikleri sonrasında boşandıklarında, sırtını erkek egemen yasalara yaslayıp Furûğ’un oğulları Kamyar’ı görmesini yasaklayacaktı. Oğlunun hasretiyle yanan Furûğ, öldüğü güne kadar, yani 51 yıl öncesindeki bugüne, bir 13 Şubat’a kadar tam 14 yıl boyunca bir daha çocuğunu hiç göremedi. O dönem içinden kopararak çıkardığı, özgürlüğünü dünya aleme ilan ettiği ilk kitabı, ironik bir biçimde ‘Esir’ başlığına sahipti. Onunki kendine, hakikatine ve şiire esaretti.

Derken film yapımcısı ve yazar İbrahim Golestan’la tanıştı. Sadece özgeçmişinin değil, hayatının da dönüm noktasıyla. Bir okula daha kavuşmuştu şimdi. Bir kainata, onca bir başınalıktan sonra. Evli İbrahim Golestan’a aşık olmasının ve bu aşktan hareketle şiirinde de cesur imgelerle sevişmeden ilahi aşka uzanan bir izlekte ilerlemesinin bedelini ahlâksız bir kadın olarak yaftalanarak ödeyecekti.

Bu dönemde şiirin yanı sıra büyük emek verdiği sinemada, kamerasını yani aslında gözü ile kalbini, kaderlerine terk edildikleri bir mahallede yokluk ve sefalet içinde bir hayat süren cüzzamlılara çevirdi. Onlarla birlikte yaşadı ve lanetlenme hikâyelerini 1962’de ‘Kara Ev’ adını verdiği filmle anlattı. Bu özgün belgesel dünyanın çeşitli yerlerinden ödüller kazanırken kendisi bu konuyu tamamlanmış saymak yerine hayatının en önemli parçası kıldı. Cüzzamlılar evinde tanıştığı Hüseyin Mansur isimli çocuğu evlat edindi. Bir anneye yaşatılan zulme bundan daha müthiş bir karşılık bilmiyorum. Buna dair söylediği birkaç cümleyi şiirinden ayrı tutmam: “Kamyar’ın düşünce ve tasası rahat bırakmıyordu, beni öldürüyordu. Hüseyin geldiğinden beri daha huzurluyum. Aslında bazen onun yüzünde Kamyar’ı görüyorum. Ellerinin tutup saçlarını okşarken Hüseyin mi Kamyar mı diye hiç düşünmüyorum. Farkı yok. Hissediyorum ki o oğlumdur.”

Çocuk imgesi ölümüne dek peşini bırakmadı. Aceleyle stüdyoya koştururken geçirdiği trafik kazası da, çocuk servisine çarpmamak için direksiyonu kırdığı için yaşandı. Oracıkta can verdiğinde 33 yaşındaydı. Kamyar ile Hüseyin’i, evli sevgilisi İbrahim’i ve matbaada baskıya hazırlanan şiir kitabını bıraktı, uçtu gitti. Kitaba adını veren İman Edelim Soğuk Mevsimin Başlangıcı’na aynı zamanda bir ölüm kehanetiydi:

Ve bu benim

Yalnız bir kadın

Soğuk mevsimin eşiğinde

Yeryüzünün kirli varlığını anlamanın başlangıcında

Göğün kederli ve yalın ümitsizliğinin

Ve bu çimentolu ellerin güçsüzlüğünün

Zaman geçti

Zaman geçti ve saat dört kez vurdu

Bugün ocağın ilk günü

Ben mevsimlerin sırrını biliyorum

Ve anların konuşmasını anlıyorum

Kurtarılmıştır mezarda uyuyan

Ve toprak, kabul eden toprak

İşarettir huzura

Anneme dedim ki: “Bitti artık

Hep düşündüğünden daha önce olur

Gazeteye bir başsağlığı ilanı vermeli.”

Yeryüzünde yapacağı ve yaşayacağı bu kadar çok şey varken, hayata deli gibi bağlı olmasına karşın yaşlı, bilge bir ruh doygunluğuyla ölümü bir nevi nihai huzur olarak resmetti. Ölümün sonrası da yeni hayattı sanki. Ölüm ve o sevgili birdi hatta. İkisi de inadına umuda ve çoğalmaya adalı…

Belki gerçek o iki genç eldi

Biteviye yağan karın altında gömülü kalan o iki genç el

Ve gelecek yıl, baharda

Pencerenin ardındaki gökyüzüne eş olacak

Ve teninden fışkıracak

Hafif sapların yeşil fıskiyeleri

Tomurcuklanacak ey sevgili, ey biricik sevgili

İman edelim soğuk mevsimin başlangıcına

Furûğ aslında şiiriyle hayata iman etti. Üşüdüğü ve uğruna alev alev yandığı hayata… Ve hayatın ilahi adalet mekanizmasına akıl sır ermez. İkisi de mücadeleden doğan bu iki oğul, hoyrat erilliğin hayattan silmeye çalıştığı anneyi yeniden doğurdu. Furuğ’un zorla elinden alınan, ilk aşkı Kamyâr İngiltere’ye mühendis olmaya gönderilse de, bir yıl sonra eğitimini bırakıp resme adar hayatını ve Füruğ’un şiirlerinin peşinden kayıp annesini resmeder, yeniden ve yeniden var eder. Diğer oğul Hüseyin ise annesinin şiirlerini Almancaya çevirir, onu İran’ın sınırlarından çıkaranların en anlamlı üyesi olur. Onların varlığı en büyük kanıttır; Furuğ acıdan sevgi, kötülükten iyilik damıtmayı başarandır. Toprağın altından da şiirle çıkacaktır.

ellerimi bahçeye dikiyorum

yeşereceğim, biliyorum, biliyorum, biliyorum

ve kırlangıçlar mürekkepli parmaklarımın çukurunda

yumurtlayacaklar”

Yumurtaların çatlayışını duyuyor musunuz siz de?

Duvar (1957)

İsyan (1959)

Yeniden Doğuş (1964)

İnanalım Soğuk Mevsimin Başlangıcına


Karin Karakaşlı Kimdir?

1972’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü’nün ardından Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 1998’de öykü dalında Varlık dergisinin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü kazandı. Karakaşlı’nın eserleri şunlardır: Başka Dillerin Şarkısı (Öykü, Varlık Yay., 1999; Doğan Kitap, 2011) , Can Kırıkları (Öykü, Doğan Kitap, 2002), Müsait Bir Yerde İnebilir Miyim? (Roman, Doğan Kitap, 2005), Ay Denizle Buluşunca (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2008), Cumba (Deneme, Doğan Kitap, 2009), Türkiye’de Ermeniler: Cemaat, Birey, Yurttaş (İnceleme, Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel ve Ferhat Kentel ile, Bilgi Üniversitesi Yay., 2009), Benim Gönlüm Gümüş (Şiir, Aras Yayıncılık, 2009), Gece Güneşi (Çocuk Kitabı, Günışığı Kitaplığı, 2011), Her Kimsen Sana (Şiir, Aras Yayıncılık, 2012), Dört Kozalak (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2014), Yetersiz Bakiye (Öykü, Can Yayınları, 2015), İrtifa Kaybı (Şiir, Aras Yayıncılık, 2016), Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz (Anlatı, Can Yayınları, 2016). Karakaşlı halen Kültür Servisi, Gazete Duvar siteleri ve Agos gazetesinde yazmaktadır.