YAZARLAR

Gülümseyin, bunca turist yanılmış olamaz!

Birkaç zamandır bu kadar çok turisti görünce insiyaki olarak hangi merakla neyi görmeye gelmişler diye birden aklımdan geçiverdi. Özellikle son yıllarda kişi başına düşen ellerindeki makineli tüfeklerle her köşe başında arzı endam eden çelik yelekli polis sayısının tavan yaptığı bir şehirde bu görüntüler onlara ne düşündürtüyordur acaba? Hiç rahatsız olmuyorlar mıdır Yüksel’deki anıtın hazin görüntüsünden ve içindeki konteynerin bir süredir triplekse dönüştüğü polis barikatından mesela?

Şu sıralar Ankara’da Orta Asya taraflarından gelmiş turistler var çokça. Bunların yanı sıra epeyce bir Japon, daha önce olmadığı kadar sayıları artmış olan, kılık kıyafetlerinden Afrika’nın Müslüman ülkelerinden geldiği anlaşılan insanlar da görülüyor.

Kış mevsiminde olduğumuz, bir de turizm sektöründe yaşanan kriz düşünülürse fiyatlar turistler için daha bir cazip hale gelmiş olmalı. Bizler ve Batılı turistler hariç tabii. Hoş ‘terör tehdidi’ ile hükümetleri tarafından defaaten uyarılmalarından önce de Ankara’yı gezip görmeye Batılı turist çok gelmezdi zaten. Ama yine de arada sırada görünürlerdi.

Kızılay’da, Ulus’ta, Anıtkabir civarında, hatta Kurtuluş dolaylarında ve bir de tabii Armada, Cepa gibi alışveriş merkezlerinde rastlıyorsunuz bu turistlere. Eh memleketin nüfusa oranla en fazla alışveriş merkezi rekorunu elinde bulunduran bir şehri ne de olsa Ankara. Dünya klasmanında bile ön sıraları zorluyordur zannımca.

Orta Asyalıları kale civarında da görüyorsunuz, ancak Afrikalılara rastlamıyorsunuz, pek ilgilerini çekmiyor anlaşılan bu tarihi yerler. Belki de şu birkaç güne has, kim bilir? Bir, iki sokak köpeği dışında kimselerin pek uğramadığı en sakin yer Roma Hamamı. Ne yerli ne yabancı pek de kimsenin ilgisini çekiyor Japonlar hariç ama. Bu açıdan Japonlar gerçekten sıra dışı. En meraklı olanların onlar olduğu anlaşılıyor. Alışveriş merkezlerinden çok tarihi yerlere daha ilgi gösteriyorlar, Ulus’ta, Kale’de en çok onlar, Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni, Anıtkabir’i en çok ziyaret eden onlar. Hoş niye alışveriş merkezlerini doldursunlar ki kendi ülkelerindekilerin eline su dökemeyecek olduktan sonra. Geçmişe göre daha az fotoğraf makinesi taşıyorlar, cep telefonları sağolsun, ha bir de belki tatil günleri daha geniş düzenleniyor artık. Japon turist-fotoğraf makinesi ayrılmaz ikili tahayyülümde, sanırım pek çok kişi için de geçerli bu Japon imgesi. Nedenini dünyanın en az tatil hakkı olan kişileri olmasına bağlarım. Bir tek Japonya’da iş seyahatleri bile insanların hak ettikleri tatillerinden kesiliyor düşünebiliyor musunuz?

Kurtuluş civarında özellikle öğle sonrasında Orta Asyalı turistler daha bir artıyor, Kurtuluş Parkı’nın yakınında bir Uygur lokantası onları buraya çekiyor olmalı. Daha önce de dikkatimi çekmişti Kolej kavşağındaki otelde kalıyorlar çoğun. Tercihlerinin bir nedeni belki de bu lokantanın otelin yakınında yer almasıdır. Hem bir memleket görmeye gidiyorsun ama kendi yemeklerini arıyorsun ya da kendi yemeklerine çok daha yakın lezzetlerin peşindesin. Başka memleketlere gittiğimde de dikkatimi çekmişti bu durum. Sanırım muhafazakârlığın en tavan yaptığı bir hal yemek konusu. Alışık olunandan başka tatlara uzanmak pek kolay değil. Turist dediysek de her bir şeyde seyri sefer eylemek anlamına gelmiyor işte!

Gelmişler gelmesine de Afrikalılar yemek konusunda çok daha zor durumda kanımca. Bakıyorsunuz da fast food dükkânlarına, ha bir de dönerci ve kebapçılara mahkûmlar. Giderek gerek turist gerekse de okumaya gelen gençler olarak sayıları epeyce artmasına rağmen, görebildiğim kadarıyla kendi yemeklerini bulabilecekleri lokantalar yok Ankara’da hâlâ. Nitekim bir zamanlar fakülteye gelmiş olan Afrikalı öğrencilerin en çok şikâyetçi oldukları konuların başında yemek sorunu geliyordu. El mecbur evde yemek yapmak zorunda kaldıklarını söylüyorlardı, ama bu kez de istedikleri yemeklik malzemeleri bulmakta zorluk yaşıyorlardı. Tabii karşılaştıkları dışlayıcı hal ve hareketlerden sonra: Kendileriyle el sıkışmaktan imtina edilmesi, hoşbeş ettikleri arkadaşlarının masalarına oturduklarında jet hızıyla masaları terk edenlerle sık sık karşılaşmaları, kendilerine tuhaf nazarlarla bakılmalar, yol vs için sordukları sorulara karşılık sanki yokmuşlar gibi davranılması, ev bulmaktaki zorluklar vs. Bu türden zenofobi lokanta sektöründeki girişimcilere de yansıyor anlaşılan, yoksa bu boşluğa el atarlardı şimdiye kadar.

Yemek konusunda en şanslı grupsa Japonlar. Geçmişten gelen sempatinin, en çok da gelişmiş ülke olmanın nimeti olmalı. Epey bir Japon lokantası var Ankara’da. Yoksa restoran mı daha yakışık alır? Neyse. Dolanıp dururlarken yemek konusunda pek minimaller bu arada. Sırt çantalarında taşıdıkları ya da dolandıkları yerlerdeki bakkaldan aldıkları bir iki atıştırmalıkla günü geçiriyorlar sanki.

Birkaç zamandır bu kadar çok turisti görünce insiyaki olarak hangi merakla neyi görmeye gelmişler diye birden aklımdan geçiverdi. Özellikle son yıllarda kişi başına düşen ellerindeki makineli tüfeklerle her köşe başında arzı endam eden çelik yelekli polis sayısının tavan yaptığı bir şehirde bu görüntüler onlara ne düşündürtüyordur acaba? Hiç rahatsız olmuyorlar mıdır Yüksel’deki anıtın hazin görüntüsünden ve içindeki konteynerin bir süredir triplekse dönüştüğü polis barikatından mesela? İçi ve etrafı polis barikatları ile parklıktan çıkmış kir pas içindeki Güven Park’tan geçerken hiç tuhaf hissetmiyorlar mı? Ya özellikle geceleri daha bir artan helikopterlerin sesi uykularını bozmuyor mudur?“Ayy! ne güvenli bir şehir” demiyorlardır her halde diye düşünürken, “aksi de mümkündür” dedim kendi kendime. “Baksana hiç de rahatsızmış gibi durmuyorlar, her şey çok olağanmış gibi dolanıp duruyorlar etrafta” diye söylendim. Ya da asıl macera işte bu! Tatil dediğin nedir ki bir yanıyla maceradan başka? Ortasında adeta savaş konseptli pley stayşın oyunlarının bir örneğinin kurulduğu bir şehirde dolanıyorsun, üstelik silahlar da gerçek! Buyrun size hiper mi hiper gerçeklik!

Bir grup Asyalı turistin, her halde dünyanın yayalara verilen saniye sayısının en az olduğu Kızılay’daki yaya geçidinde seyirtmelerini izlerken onların yerinde olmayı istedim birden, kıskançlıkla karışık özendim onlara. Seyirtmelerindeki telaşlı rahatlıklarına, sakin hallerine, meraklı bakışlarına imrendim. Kısa süreliğine de olsa gözlerimi onlarınkiyle değiştirmeyi arzuladım. Belki de asıl birkaç günlüğüne geldikleri bu şehirden ayrılacakları için içten içe kıskandım onları. Uzunca bir süredir insanı boğan, havasında kasvetin pek de dağılmadığı, daha bir pejmürde görünüm almış bu şehirde yaşamak her geçen gün daha zorlaşırken birden bire, gezip görmeye, tatil yapmaya gelmiş bunca turistle karşılaşınca negatif duygular nüksediveriyor işte.

Bu karışık duygularla insiyaki olarak az biraz onları takip ederken bir duvar yazısı gözümde canlanıverdi birden. Çok yıllar önce İzmir’de otogarın duvarında yazıyordu: “Bok yiyin bunca sinek yanılmış olamaz!” Titredim ve kendime geldim. Yapılması gerekeni yaptım ve bunu kendime uyarladım. Hafif kramplı, ama olsun epeyce gülümsetti işte!


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.