YAZARLAR

Yeni bir başlangıç nasıl mümkün olur?

Türkiye’de bugün anayasa yapıcı bir siyasetin harekete geçireceği barış ve adalet duygusu, karanlığa karşı yakılacak ilk ışık, yeni bir başlangıcın hareket noktasıdır. "Peki Erdoğan’ın karşısına kim çıkabilir?" sorusuna yaşadığımız momentte verilecek yanıt, demokratik kuruculuğun yaratıcı gücü olabilir ancak, yeni bir başlangıcın arzusunu taşıyabilecek yatay güçler. Bu yeni başlangıcın, koruduğu statükonun bile farkında olmayan “parti” anlayışlarından çıkmayacağı son CHP kongresinde açık olarak görüldü.

Anayasa mutlak iktidarı, siyasal gücü ele geçirmiş kişi ya da grupların onu istediği gibi kullanmasını engelleyen; yurttaşa devlet gücü karşısında güvenceler sağlayan norm ve ilkeler bütünüdür diyebiliriz. Eksiklikleri olsa da kimsenin bu tanıma itiraz edeceğini sanmam. Peki anayasa yapıcı iktidar dediğimiz hiçbir hukuki normla bağlı olmadan yeni bir anayasa yapan iktidar, neden kendisini bağlama ihtiyacı hisseder? Daha önce bu sayfada adını andığım Jon Elster’in yanıtı açıktır. Bağlarından arınmış bir iktidar çılgınlaşır, kendinden geçer, delirir. Bu nedenle örneğin 1982 Anayasası, altıncı maddesinde egemenliğin kullanılmasını anayasanın belirlediği yetkili organlara dağıtmış, hiç kimsenin kaynağını anayasadan almayan bir devlet yetkisi kullanamayacağını hükme bağlamıştır. On birinci maddesinde anayasanın egemenlik yetkileri kullanan yasama, yürütme ve yargı organlarını bağladığı hükmünü getirmiştir. Yüz kırk sekizinci maddede Anayasa Mahkemesi’nin kararlarının kesin ve herkes tarafından bağlayıcı olduğu normu yer almıştır. On beşinci maddede savaş, seferberlik, sıkıyönetim ve olağanüstü hal durumlarında dahi kimsenin din, vicdan, düşünce veya kanaatlerini açıklamaya zorlanamayacağı, bunlardan dolayı suçlanamayacağı, suç ve cezaların geçmişe yürütülemeyeceği, mahkeme kararınca saptanıncaya kadar kimsenin suçlu sayılamayacağı ilkeleri getirilmiştir.

İşler olağan seyrinde giderken bu ilke ve normlar tartışılmadan aktarılır ve savunulur. Peki liberal anayasa hukuku öğretimizin o çok korktuğu gün geldiğinde, yetkisini anayasadan alan ve egemenlik yetkisini kullanan bir güç çılgınlaştığında, Elster’in deyimiyle kendisinden geçtiğinde ne olur? "Eyy Anayasa Mahkemesi" dendiğinde, savcılar göreve çağrıldığında, hiçbir mahkeme kararı olmaksızın binlerce kişi KHK’lerle suçlu sayıldığında ne olur? Kısaca, yürütme organı kendisini anayasa ile bağlı görmediğinde ve erkini diğer bütün erklere hakim olacak biçimde genişlettiğinde anayasa hukukçusu ne der? Elbette burada entelektüel ve bilimsel ahlakı haiz olanlardan bahsediyoruz. Gerisi -ve ülkemizde çoğunluğu- bir hukuk tartışmasının konusu değil. Pozitivist hukukun hizmetkarları, basitçe şunu söyler feryat figan içinde: “Bu yapılanlar anayasa aykırı; anayasayı ortadan kaldıran bir darbe söz konusu; anayasa ihlali yapılıyor.” Ve ardından susar. Konuşmaya devam edenler ise onlara göre artık hukuk alanının dışına çıkmıştır.

BÜYÜK KORKU, BÜYÜK RİYAKARLIK

Egemenliğe ilişkin büyük korku, ona yokmuş gibi davranılması, o acı gün geldiğinde anayasaya uygunluk testlerinin dahi askıya alınmasına ve ekranlara bir süreliğine veda edilmesine yol açıyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu çılgınlığı düşündüğümüzde büyük ilkelerin ve fikirlerin insanlarının dehşetini anlamak zor değil. Robotlara kızan bakanlar, namaz kıldırılmak istenen robotlar, televizyonlarda, Instagram'ında savaşa destek mesajı paylaşmayanlara yapılan linç, barışın adının tutuklama nedeni sayılması… Mezarların ölülerin milliyetçi intikamın nesneleri olması…

Kendisine yeni bir anayasa yazma payesi verilen, kaleme aldığı metinde sosyal hakları bir çırpıda kanuna bırakan Özbudun’u düşünün. OHAL KHK’leri ya da güvenlik soruşturmaları ile işlerinden atılan binlerce insan hakkında ne düşünüyordur kim bilir? Kim bilir diyorum çünkü 2007’deki kadar sık rastlayamıyorum düşüncelerine. Ya da aktif-pasif laiklik ayrımını koyduğu makalesinde dile getirdiği fikirlerle istibdadın aktif İslamcılığını karşılaştırdığında neler söyler acaba? Anayasal Demokrasi başlıklı eserinde Elster’e atıf yaparken ne kadar da rasyonel ve duygulardan uzak bir dünya hayal ediyordu kim bilir? Demokratik egemenlik fikriyle liberal anayasa fikrinin akli uzlaşması… Ya uzlaşmadığı bir an gelirse? İşte o büyük korku.

Bu sürekli kaçılan büyük korku, liberal anayasacılığın büyük riyakarlığıdır da. Çünkü yaklaşık iki yüz elli yıllık anayasacılık tarihinde diktatörlüklerin ortaya çıkması hiç de istisnai olmamıştır. Faşizmi önce mizahla sonra da dehşetle karşılayan liberal aydınların yaşadıklarından sonra bu tavrı sürdürmek başka nasıl açıklanır? George Orwell’in liberal aydınlanmacı aklı sorgularken söylediği “faşizm konusunda en yüksek kavrayışı gösteren insanlar ya faşizmden çok çekmiştir ya da içinde faşist bir taraf vardır” sözleri ne kadar da haklıdır. Aklın karşısındaki muazzam güçlerden bahseder Orwell; milliyetçilikten, dini bağnazlıktan, feodal bağlardan.* Medyadaki, meclisteki, üniversitedeki, bakanlar kurulundaki, saraydaki mevki makam sahiplerinin aklı her defasında dehşete düşürmeyi başaran gücünden bahsediyorum; bütün kötücül duyguları aklın karşında ve aklın icatlarıyla mobilize etme kapasitesinden.

Eleştirdiğim pozitivist hukuk görüşünü en yalın biçimiyle takip eden fakat birçok başkasının yaptığının aksine susmayan Kemal Gözler’in eserlerinden de ilham alarak pek çok değerli bilim insanı ile birlikte 2014 yılından beri anayasasızlaştırma kavramını kullanıyorum. Fakat soru şu: Anayasasızlaştırılan bir devlette, mutlaklaşan bir yönetimde anayasa hukukçusu ne yapar? Benim buna yanıtım, içinde yetiştiğim anayasacılık okulunun da etkisiyle normatif hukuk alanı ile siyaset felsefesi disiplinlerinin içinde gördüğüm bir bölgeye, kurucu iktidara dönmektir. Bu yeni bir anayasa, yeni bir anayasa yapıcı gücü düşünmek anlamına gelir. Şeriatçı odaklarca katledilişinin ardından 28 yıl geçmiş olan Muammer Aksoy 1961 Anayasası yapılırken “anayasa üstünde yazılmamış bir anayasa kaidesi”nden bahseder: o da özgürlüğü hiçe sayılan, sefaleti görmezden gelinen halkın yeni bir anayasa yapma hakkıdır. Yani siyasal olan ile normatif olanın kesiştiği bir alan vardır.

İKİ ANAYASAL SİYASET

Artık siyaseti düşündüğümüzde her neden bahsediyorsak bahsedelim kurucu bir siyaset momentini varsaymalıyız. Çünkü bütün yıkıcılığı ve karanlığıyla işleyen Türkiye’de mutlak iktidar siyaseti hiçbir kurucu potansiyel taşımıyor. Evet yıktı, ve yıllardır izlendiği gibi kuramıyor da. Sadece dayatıyor ve olmayınca yenisini dayatıyor. Anayasal düzeyden eğitim ve sağlık düzenlemelerine kadar bu böyle. Kuramayacak olmasının temel nedeni Türkiye halkını kuşatacak bir siyasal barışı değil, iktidarını sürdürmeyi hedeflemesi. Dolayısıyla her adımında krizi daha da derinleştiren kendisini ve ülkeyi uçuruma bir adım daha yaklaştıran bir anayasal siyaset izliyor. Fakat Türkiye’de siyasetin artık sadece anayasal siyaset olarak var olabileceği bir anayasasızlaştırma döneminde, karşına başka bir anayasal bir siyaset yerine ana muhalefetin basiretsiz küçük mutluluklar siyaseti çıkıyor. İl başkanlıkları, belediyeler, kongre delegelikleri, parti meclisi üyelikleri mutlulukları. Her biri mutlak iktidarın iki dudağının arasında olan küçük, muhalif siyasal mutluluklar... Zaten olağan olması beklenen ve sonucunda olağan siyasetsizlik üreten kongre üzerine yazmak bile içimden gelmiyor.

Türkiye’de bugün anayasa yapıcı bir siyasetin harekete geçireceği barış ve adalet duygusu, karanlığa karşı yakılacak ilk ışık, yeni bir başlangıcın hareket noktasıdır. O sloganlaşmış zavallı soruya, "Peki Erdoğan’ın karşısına kim çıkabilir?" sorusuna yaşadığımız momentte verilecek yanıt, demokratik kuruculuğun yaratıcı gücü olabilir ancak, yeni bir başlangıcın arzusunu taşıyabilecek yatay güçler. Bu yeni başlangıcın koruduğu statükonun bile farkında olmayan “parti” anlayışlarından çıkmayacağı son CHP kongresinde açık olarak görüldü. Türkiye halkının iktidarı bağlayacak, çılgınlığa karşı önlem alacak yeni bir barışa, adalete ve eşitliğe yönelik arzusunu “parti” formlarının ötesinde düşünmenin zorunluluğunu bir kez daha açığa çıkarma işlevi bakımından olumlu bir gelişme olarak da okunabilir tabii CHP kongresi.

*George Orwell’in Sel Yayınları’ndan çıkan Faşizmin Kehanetleri eserindeki bütün yazıların okunmasını öneririm.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.