YAZARLAR

Saraydan post kaçırma

Sansürden Youtube ve Periscope yayınlarının da nasipleneceği çok açık. Herhangi bir yurttaşın kişisel sosyal medyasındaki dostuna ve postuna bile nefes aldırmayan bir gözetimin bu mecraları serbest bırakacağını sanmıyoruz değil mi? Sıkıysa biri feysbuk ya da tivitir’da hoşa gitmeyen bir paylaşımda bulunsun, saraydan “post” kaçırmaya kalksın bakalım...

Geçtiğimiz haftanın önemli olaylarından biri de 2 Şubat tarihinde Meclis’e sunulan torba yasa tasarısında internete gelmekte olan büyük sansüre ilişkin düzenlemelerin yer almasıydı. Düzenlemelerden anlaşıldığı kadarıyla bilcümle mahlukat yanında Netflix’ler, BluTV’ler ve Puhu TV’ler de iyicene bir hizaya sokulmak isteniyor. Kültürel hegemonya meselesi ayrık otlarının insafına terk edilemez nitekim. Dip köşe bir temizlik şart.

Söz konusu sansür girişimine de Adnan Hoca ve kediciklerin verdiği rahatsızlık gerekçe gösteriliyor. Oysa Adnan Hoca’yı durdurmak istiyorlardıysa ellerini tutan mı vardı acaba? Dünyanın en grotesk televizyon programcılığı yıllar yılı maşallahla inşallahla gözlerimizin önünde serpildi. Adnan Oktar’ın sahibi olduğu A9 TV kuruluşuna herhangi bir müdahalede bulunmaya hukuk mu engel oluyordu? Keyfi iktidar uygulamalarına yıllar var ki pek bir engel çıkaramayan hukuk ve mevzuatın Adnan Hoca ve kedicikleri korumak için kaplan kesildiğine inanmamız bekleniyor maşallah. Sonuçta RTÜK, bu konu etrafında Diyanet’le yaşanan ağır gerilimin ardından önceki gün A9 TV’ye beş kez program durdurma ve idari para cezası verdi. En iyisi, en doğrusu... Sonuçta A9 televizyonu, Zarok TV filan gibi çoluk çocuk televizyonu değil ki bir kapatıp bir açsınlar? Biraz ciddiyet lazım.

Fakat söz konusu sansür düzenlemesinin esasen Medyascope TV, Ünsal Ünlü’nün düzenli olarak yaptığı sabah programı “Gazetelerin yazdıkları – yazAmadıkları” ve Sezgin Tanrıkulu’nun başarıyla sürdürdüğü MST televizyonu gibi sosyal medya tabanlı internet haber yayınlarını kapsamına alacağı öngörülüyor. Sansürden Youtube ve Periscope yayınlarının da nasipleneceği çok açık. Herhangi bir yurttaşın kişisel sosyal medyasındaki dostuna ve postuna bile nefes aldırmayan bir gözetimin bu mecraları serbest bırakacağını sanmıyoruz değil mi? Sıkıysa biri feysbuk ya da tivitir’da hoşa gitmeyen bir paylaşımda bulunsun, saraydan “post” kaçırmaya kalksın bakalım...

Durum böyle işte.

Troller, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Papa ile görüşmesi sürerken arka planda bekleyen görevlilerden birinin elindeki küçük beyaz bir sandalyeden yola çıkarak, Erdoğan’ın Vatikan’ı bile dize getirdiğini kanıtlamaya çalışmış.

Günlerin kasveti okuyucunun boğazına çöküp nefessiz bırakmasın diye, neşeli ve cool takılmaya kendimi nasıl mecbur ettiysem artık, hiç mecalim kalmamış. Bu yüzden bilgisayarın başına geçmekte epeyce zorlandım. Fakat yine de bir kez yazmaya koyulunca Vatikan fotolarını bile dikkatle inceledim. Azıcık neşe derleyeyim size oralardan istedim ama olmadı... Gel gelelim orada boş geçemeyeceğimiz bir olaya da rastlamadım değil. Vatikan ziyareti sonrasında sosyal medyada “Sandalye operasyonu boşa çıktı” filan diye bir olay dönmüş.

Derin analizci troller, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Papa ile görüşmesi sürerken arka planda bekleyen görevlilerden birinin elindeki küçük beyaz bir sandalyeden yola çıkarak, Erdoğan’ın Vatikan’ı bile dize getirdiğini kanıtlamaya çalışmış. O minnak sandalye bir gösterge olarak alınmış ve Saussure’e rahmet okutup, Barthes’ı yattığı yerde ters döndürecek bir cevvallikle okunup üflenmiş. “Reis küçük sandalyeyi geri göndertti ve Papa ile eşit seviyedeki bir koltukta oturdu” yorumları eşliğinde tivitlenmiş. Hakikat kumkumaları artık istediği kadar, “O iş öyle değil, o sandalye tercümanın sandalyesi. Vatikan’da eşitsiz seviye muamelesi olmaz. Kimseye operasyon yapılmaz” desin. Sandalye olayı bir kez sosyal medyada opere edilmiş mi, edilmiş. Bitti. Hakikat ney ya, ayrıca? Kim kaybetti de siz buldunuz hakikati? Densizler! Hakikat size mi kaldı? (Pardon ya, sosyal medya incelemelerim esnasında aşırı mehtere maruz kalınca tam olarak kimi azarlamam gerektiğini de şaşırdım.)

Hakikatin postu yüzüleli yıllar oldu. “Şimdi post-hakikat çağındayız” diyecektim ki öyle de değilmiş. Onu da diyemiyormuşum. Zira Interstellar filminde uzayın kurt deliklerine fırlatılmış müşfik babanın yankılı ve gizemli ses tonuna öykünerek; “No darling, It is not post-truth, it is the post-lie era” diyor içimden bir ses. Dinliyorum mecbur.

Post-yalan çağı. Yalan sonrası çağ... Saraydan post kaçırma, hatta ve hatta postu sıyırma çağı da diyebiliriz. Fakat yine de “hakikatçilerin” hakkını teslim edelim, çünkü sandalye operasyonu temalı mehter karşısında bir an bile tereddüde kapılmadılar. Başka liderlerin Papa ile karşılıklı sandalyeli fotolarını kamugözüne dayadılar tivitir’da filan. Yeri gelmişken, dijital sosyal medyada kamuoyu diye bir şey yok, kamugözü var. Baktığı her tür saptırmanın röntgenini anında çekiveren bir göz bu “kamugöz”. Bu arada bu sözcüğün patentine talibim. “Kamu gözü” filan diye cümle içinde kullananlar olmuş olabilir ama gördüğüm kadarıylan bu kelimeyi “tepegöz” gibi bitişik bir “kamugözü” sözcüğü olarak kullanan kimsecikler olmamış.

Dediğim gibi, hakikatin de yalanın da postunun yüzüldüğü bir devrandayız. Post hakikat, post yalan devranı... İnanın öyle bir hicran bastı ki içimi oturup bu konuda post-arabesk bir şarkı döktürecek kıvama geldim. Saat tam 01.45. Ankara için post-arabesk saati. Postumuzu nasıl sıyıracağız bunca beladan? Sonuçta insanevladı her çağı gördü; Tunç Çağı'nı da punç çağını da. Bu çağların insana dost olanı da vardı post olanı da. Lakin her birinin şu ya da bu şekil bir belası da var. Ne yazık ki post-bela diye bir çağ yok. Hiç olmayacak... Artık bi zahmet kabul edelim bunu.

Ne diyordum? Hakikatlerden de, usturuplu yalanlardan da vazgeçtiysek, neye tutunacağız peki biz?

Evet maalesef insan evladının tutunmak gibi bir meselesi var. Koca bir dünya edebiyatını yüzlerce yıldır bu mefhum boş yere döndürmüyor. “Tutunma” çabası kadar tutunamayanlar da edebiyat dünyasının tumturaklı bir teması olmuş. Bilgisayarımın tam da sağında Birikim’in “Oğuz Atay –‘Biz buradayız’ ” dosyasını içeren son sayısı duruyor. Kediciklerden ve hiç değilse eşit sandalye seviyesini tutturmak adına kaybettiğimiz hakikatlerden ve yalanlardan yollara düşüp, “tutunma/tutunamama” meselesine nasıl geldiğimi merak etmiş olabilirsiniz. Ben de ediyordum ki başımı sağa çevirdiğimde dergiyi gördüm ve anladım. Gözüm oraya kayıp durdukça bilinçdışı bir etkileşim gerçekleşmiş demek ki. O halde yazıyı noktalarken, Birikim’in çok iyi hazırlanmış bu yeni sayısından haberdar ederek bir okuma önerisi de yapmış olayım.

İnsan olarak çok karmaşığız. Bu “tutunma” meselesine haftaya devam edeceğim. Şimdilik sizi neye tutunduğunuzu düşünme meşgalesiyle baş başa bırakıyorum.


Sevilay Çelenk Kimdir?

Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.