YAZARLAR

Ölümün gaspı

Savaş hali turnusol kâğıdı gibi kullanılır iktidarlar tarafından. Yandaşları ve karşıtları ayıran sınırların bir mühendislik titizliğiyle anbean çizildiği, yeniden çizildiği haldir. Bir ölüm mühendisliği, ölümün siyasallaştırılması. Savaş bunun şahikasının en iyi temsillerini sunar. Savaşta ölenin cenazesi, musalla taşının etrafında şekillendirilmiş sıra düzen, sözcelemelerdeki vurgular, tabuta uzanmış o el ölüm siyasetinin en iyi imgelerinden birini gözler önüne serer.

“Mermere düşen

yağmur hüzündür; hüzündür

toprak olmak

İnsanın, düşün, şafağın

parçası olmamak hüzün.”

Bu dizeler Jorge Luis Borges’in “Tankalar”ının beşincisine ait: Ölenin diride yankılanan yitik inlemesi sanki. Diri, “seslerle sözcüklerin anlamı arasındaki ilişki”yi dert edinen şair olunca, ölüm böyle dökülebiliyor dudaklardan. Ama başkalaşabiliyor ölülerin dirideki yankısı. Kişinin nerede, ne için öldüğü, ölüyü kimlerin, nasıl sahiplendiği yankıyı biçimlendiriyor. Ölünün, ölümün kimliklendirilmesi ya da cesede dönüştürülüp kimlik dizgesinin dışına atılması, sahipsiz kılınması. Ölüm siyaseti de denilebilir buna yekten.

Ölülerin yitip giden, şairce dillendirilen inlemeleri, söz gelimi şanlı diye addedilenle giydirilmiş tabutlara hapsedildiği zaman, yankılarını muktedirlerin gaspına teslim etmiş olacaklardır kaçınılmaz olarak. Yankılar muktedirlerin ihyasının kalıbına dökülecektir, onların, her daim çatlaklarla yarıklarla malûl yapılarının güçlendirilmesi için. Ve yağmurun düştüğü mermere kazınan simgeler bu ihyanın en hakiki nişanesinden başka bir şey olmayacaktır aslında.

Ölenler muktedirlerin kanlı düşlerine kurban edilmişlerdir, onların iştihalarıyla herkesi sürüklediği karanlık şafaklarına malzemedirler çünkü. Her ihtiyaç hâsıl olduğunda kutsal olarak belletilenle anılacaklardır elbette. Hatta kimi kez, hikâyelerinin bilinmeyenlerce arşınlandığı sokakların tabelasına da nakşedilebilir isimleri. Acı gerçektir ki teferruattırlar aslında, aydınlık sabahlara çıkmayan gecelerin kör dövüşünde. Teferruat oluşları gereksiz olduklarına işaret etmez, kolaylıkla gözden çıkarılabilir olmaları anlamına gelir. Ama burada hatırlanması gereken bir ‘gerçek’ vardır. İyi kötü yaşayıp giderken taammüden katlin arenasına çağrıları canı gönülden benimsemişlerdir çoğun, kanidirler gerekliliğine o çağrılara hayat veren dizgeye. Yoksa nasıl mümkün olurdu musalla taşını birilerinin güç istemine, zenginliklerine kendi bedenlerini basamak kılmak böylesine sorgusuz sualsiz?

Koşup gittikleri bir savaş meydanına düşer bedenleri önce, aslında kendilerinin olmayan, ama kendilerininmişçesine sahiplendikleri bir savaşın neferleri olarak. Taşıyacakları kisveye çok önceden hazırlanmışlar, hazır kılınmışlardır. Tek bir jest kalmıştır yerine getirilecek, soğuk ama şaşalı, çerçevelendirilmiş bir keder ama muzafferane, cesede dönüştürülüp küfürle sahipsizliğe havale edilen bedenlere karşılık onların bedenlerinin kisveyle buluşturulup takdis edildiği bir jest.

O kutsal addedilmiş kisveye yönelen arzu nasıl bir arzudur? Ölümlü olmanın farkındalığıyla ölüme hayatında yer açmayla yaşarken ölümü sahiplenmekle bir alâkası yoktur bu arzunun. İktidar tarafından sahiplenilme, kendini onun tasarrufuna teslim etme isteğinin, ancak onunla anlam kazanacağına, bir ‘şey’ olacağına iman etmenin ifadesidir. “Büyük Öteki”nin arzusuna kapılma, onun gözünün eriminde olma isteğidir. Onun sözünde hecelenmeyi, onun sözüyle hecelemeyi uhdesi kılmaktır.

Büyük harfle yasa tarafından sürekli altı çizilen eksiklik, eksikliğin hangi makbul biçimler içinde giderilebileceğinin bildirilmesi arzuyu üreten dizgedir. Aslında bu, siyasal iktidara içkin eksikliğin yansılanmasından başka bir şey değildir. Eksikliği gidermek ve sonsuzluğa ermek, ölümün o kutsal kisveye büründürülmesiyle mümkün olacaktır. İlelebet payidar kalmanın tek yolu budur. Dolayısıyla kutsal addedilen kisvenin ancak ulaşılabilecek bir mertebe olmaklığı yasanın marifetidir. Yasaca ölünün, ölümün sınıflandırılmasının sonucudur.

“Yasa öldürür. Ölüm, hep yasanın ufkudur: bunu yaparsan ölürsün. Kendine boyun eğmeyeni öldürür, ona boyun eğmek de her seferinde ölümdür.”(1) Ancak boyun eğmeyenle boyun eğenin paylarına düşen ölümü birbirinden ayırır. Boyun eğmeyenin ölümü onurdan yoksundur, bedeni cesettir. Boyun eğenin ölümünde ancak tamlığa ve sonsuzluğa erecek olmanın imkânı kendini gösterecektir. Dolayısıyla her ölümlünün ulaşamayacağı bu makama da öncelikle ve bizatihi yasanın çarmıhına bedenini teslim edenler layık olacaktır.

Yasa sınır koyar: İç-dış, dost-düşman, vatansever-vatan haini gibi karşıtlıklar arasındaki mesafeyle oynayarak çizer sınırı. Bu nedenle boyun eğeni ve eğmeyeni farklılaştıran sınır da bir kerede belirlenmiş ve sürekli kılınmış değildir. Esnektir. Sınırın esnekliğinin belirleyicisi siyasal iktidar açısından ‘beka’ mefhumunda düğümlenir. ‘Beka’ kuşatır, kapsayıcıdır. Muktedirlerin vaz ettiklerinde, pratiklerinde değil sadece, genç kalma reçetelerinde, sağlıklı yaşam koşularında yankısını bulur. Bir ‘ışıktır’ kendisine pervanelerin canhıraş koştukları.

En hakikisinden, imkânların kimin boyun eğip kimin eğmediğini ortaya çıkaracak hal savaştır. Aynı zamanda kutsallık halesiyle taçlandırılacak ölümün kimlere nasip olacağını da belirleyecektir. Savaş hali turnusol kâğıdı gibi kullanılır iktidarlar tarafından. Yandaşları ve karşıtları ayıran sınırların bir mühendislik titizliğiyle anbean çizildiği, yeniden çizildiği haldir. Bir ölüm mühendisliği, ölümün siyasallaştırılması. Savaş bunun şahikasının en iyi temsillerini sunar. Savaşta ölenin cenazesi, musalla taşının etrafında şekillendirilmiş sıra düzen, sözcelemelerdeki vurgular, tabuta uzanmış olan o el ölüm siyasetinin en iyi imgelerinden birini gözler önüne serer. Bu imgedeki her bir ayrıntı yasa-ölüm, iktidar-ölüm ilişkisini tespit etmenin, açığa çıkarmanın semptomlarıyla doludur. Hele de tabuta uzanmış el! O el koyuş, ölümün niçin, nasıl gasp edildiğinin resmidir. Tüm dizgenin neredeyse alâmet-i farikasıdır. Ölünün yankısının muktedirlerin sözüyle nasıl biçimlendirildiğinin ve sessizliğe nasıl mahkûm edilebildiğinin simgesidir.

Ve sormak gerekir!

“Tanrım

Ölende mi soluk alıyorsun öldürende mi?” (2)

(1) Maurice Blanchot (2000) Öteye Adım Yok Ötesi. İstanbul: Ayrıntı, s. 45.

(2) Şükrü Erbaş(2015) Pervane, “Tanrım, gerçekten”, İstanbul: Kırmızı Kedi, s.22.


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.