YAZARLAR

‘Grev… Korktun mu?’

İktidarın ve özellikle de Erdoğan’ın, esen tüm rüzgara rağmen, emekçiler ve bir bütün olarak halk üzerinde sağladığı ‘mutabakat’ konusunda endişelerinin bulunduğu, tüm gedikleri ve olası gedikleri kapatmak için azami bir dikkatle davrandığı da görülüyor.

Metal işkolunda 130 bin işçiyi ilgilendiren toplu sözleşme görüşmeleri geçtiğimiz ekim ayında başlamıştı. Ancak işçilerin talepleriyle işverenin ‘lütfu’ arasındaki uçurum o kadar büyüktü ki görüşmeler derhal tıkandı. Ve 1 Aralık’ta işveren sendikası MESS, müzakere masasından kalktı. İşverenler masadan kalkarken, Erdoğan’ın temmuz ayında yabancı yatırımcılara hitaben söylediği şu sözler çınlıyordu muhtemelen kulaklarında: “OHAL'i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz. Grev tehdidi olan yere biz OHAL'den istifade ederek anında müdahale ediyoruz…”

Gerçekten de, iktidara geldiği 2002 sonundan itibaren geçen 15 yılda AKP hükümetleri 13 grevi ‘milli güvenlik’ gerekçesiyle yasaklamıştı. Ve bunun neredeyse yarısı OHAL yönetimi altında olmuştu. 2017’nin Ocak ve Haziran ayları arasındaki 6 ayda, metal, bankacılık, cam ve ilaç sektörlerindeki 5 grev yasaklandı. Altı ayda 5 grevi yasaklayan, ardından da yabancı yatırımcılara “Bak, OHAL'den istifade ederek grevlere anında müdahale ediyoruz” diyen bir iktidar, böylesi bir ‘yerli-milli dava’ döneminde, türlü anarşiklere cesaret verecek bir düzensizliğe, başıboşluğa –yani greve– izin vermezdi herhalde.

Nitekim işverenin, ‘beklediği’ ve temenni ettiği gibi, metal işçilerinin 2018 başındaki grev kararı da hükümet tarafından yasaklandı.

Ancak…

Ancak bir sorun vardı. Metal işçileri, ‘insanca yaşam’ için gerekli asgari taleplerin karşılandığı bir toplu sözleşme için kararlıydı. En işbirlikçi sendikalar bile bu kararlılığı görmek ve ‘göstermek’ zorunda kaldılar. Grev yasaklama kararından sonra da işçilerin direncinin kırılmadığı anlaşıldı. Ve sanki ‘sihirli bir el’ değmiş gibi, işveren masaya dönüp, işçilerin başlıca taleplerinin kabul edildiği bir anlaşmaya razı oldu! Masaya yüzde 3 civarı bir zam vaadiyle oturup yüzde 25’e varan bir zammı kabul etmiş; ‘kırmızı çizgimiz’ dedikleri 3 yıllık toplu sözleşme süresinden vazgeçmek zorunda kalmış ve esnek çalışma dayatmasını geri çekmişlerdi.

Bu ‘sihirli el’in kime ait olduğu konusunda tahminlerimiz ortaktır sanırım. Ama burada önemli olan, Türkiye’de zaten bir süredir belli başlı tüm kritik kararları alan malum karar alıcı mekanizmanın ne/kim olduğu değil, bu kararın neden alındığıdır. İşçilerin kararlılığı, özellikle aralık ayından itibaren bunu mütemadiyen göstermeleri ve her türlü yasaklamalara, ‘milli güvenlik’ demagojilerine rağmen ‘insanca yaşam’ taleplerinden vazgeçmeyecek olmaları, patronlara ve nihayetinde onların partisine/kliğine geri adım attıran temel unsurdu elbette. İşçi sınıfının geriye kalan son örgütlü kesimleri, deste boy bir kıpırdanmayla bile endişeye sevk etti ‘güçlü iktidar’ı.

Bu ‘endişe’, bugünkü iktidar ve onun başlıca figürleri için, özellikle de merkezinde duran Erdoğan için, güçlü sezgilerle tetiklenen bir tür refleks olarak iş görüyor aslında. Toplumsal ve siyasal atmosfer konusunda halen algıları en açık, sezgileri en kuvvetli politik figür olan Erdoğan, elindeki devasa asker-polis-medya gücüne, Afrin harekatının da etkisiyle görülmemiş şekilde tahkim ettiği kamuoyunu yönlendirme gücüne rağmen, olası bir kanunsuz grevi –hem ibreti alem de olacak şekilde– ezip geçmek yerine neden işverene geri adım attırdı? Yoksa, herkesi ve her şeyi ezip geçerken, burada işlerin yoluna gitmeyebileceği endişesi mi doğdu?

Metal işverenlerinin –zamanın ruhuna göre– büyük bir geri adımla sözleşme imzaladıkları gün Balıkesir Belediyesi önünde işsiz bir genç kendini yakmıştı. Bunun bir benzeri de kısa süre önce Meclis önünde gerçekleşmiş ve Erdoğan ile Kılıçdaroğlu arasındaki polemiklere konu olmuştu. Enflasyon ve işsizlik gibi temel göstergelerdeki olumsuz tablo, emekçilerin ve yoksulların gündelik ekonomisine, parlak ama tartışmalı büyüme rakamlarından daha çok etki ediyor. Alt sınıflardaki hoşnutsuzlukları, istikrarsızlık başlığı altında sürdürülen daha kötüsünden korkutmaya yönelik ajitasyonla ve niyaz ilişkisine dönüştürülmüş ‘sosyal yardımlaşma’ ile kontrol altında tutmaya çalışırken, bunların beklenmedik şekilde birikerek bir dinamik olarak ortaya çıkma ihtimali bir ‘endişe alanı’ oluşturuyor belli ki. Ford’da çalışan kadın metal işçilerinin, lokavt kararı alan işveren sendikasına karşı hazırladıkları ve Evrensel WebTV’de yayınlandıktan sonra hızla yayılan “Grev… Korktun mu?” temalı video,* bu sürecin çarpıcı bir özeti oldu aslında.

Afrin harekatının, küresel, bölgesel ve yerel değişkenler açısından içerdiği zorunluluklar, açmazlar, riskler ve fırsatlarla birlikte, ülke gündeminin birinci sırasındaki yerini koruyacağı, bunun isteneceği ve dahası büyük oranda sağlanacağı anlaşılıyor. Başarılı bir hamaset ve teyakkuz haliyle ‘milli mutabakat’ cephesini siyaset ve bürokraside genişleten iktidarın, bir erken seçime hatta baskın seçime gitme hazırlığı içinde olduğu da giderek daha sık dile getiriliyor. Ama iktidarın ve özellikle de Erdoğan’ın, emekçiler ve bir bütün olarak halk üzerinde sağladığı ‘mutabakat’ konusunda endişelerinin de bulunduğu, tüm gedikleri ve olası gedikleri kapatmak için azami bir dikkatle davrandığı da görülüyor.

Bu endişe noktalarının birincisi ve belki de en önemseneni, metal işçilerinin toplu sözleşme sürecinin gösterdiği gibi, emekçi sınıflar arasındaki hoşnutsuzluğun siyasal sonuçlar üretmesi ihtimalidir. Bir başka endişe noktası ise özellikle 16 Nisan referandumunda ortaya çıkan tablonun gösterdiği üzere, büyük kentler, orta sınıflar ve bazı dini-muhafazakâr çevrelerdeki, temsili olarak ‘Hayırcılık’ diyebileceğimiz yaygın itirazlar olmalı. Alınan diğer ‘tedbirler’in, genellikle sağ-muhafazakâr seçmende kafa karışıklığı yaratabilecek unsurlara ilişkin olması da dikkat çekiyor nitekim.

Abdullah Gül etkisine karşı, gerçekte Mayıs 2016’da bir tür muhtıra ile indirilmiş sabık başbakan Davutoğlu ile verilen pozlar; İYİ Parti ile SP arasındaki yakınlaşmanın bir tür ‘alternatif milliyetçi-muhafazakâr blok’ gibi görünmesi ihtimaline karşı ‘ittifaklar için seçim barajını yükseltme’ formülleri; İslami kesimlerdeki olası ‘ilkelere sadakat’, ‘hak hukuk’ tartışmalarının yaygınlaşması ihtimaline karşı ‘muhalif’ cemaat-tarikatlara karşı düzenlenen operasyonlar…

Toplumda kendi yeter sayısını sağlayacak kadar bir kalabalığın rıza üretmeye devam etmesini sağlamaya dönük, çok yönlü, planlı ve artık bilindiği üzere neredeyse kuralsız bir seçim takviminin işlediği anlaşılıyor.

* Video:


Hakkı Özdal Kimdir?

1975 yılında doğdu. İTÜ Malzeme ve Metalurji Mühendisliği'nden mezun oldu. 1996'dan itibaren, Evrensel Kültür dergisinde, Evrensel, Referans ve Radikal gazetelerinde editörlük ve yazarlık yaptı. Halen Yeni E dergisinin yazı işleri müdürlüğünü yapıyor.