YAZARLAR

'Dert çok, hemdert yok!'

İtiraf etmeliyiz ki şahsi derdin kendi kanının tadına bakmak gibi tuhaf, haz veren bir yanı da var. Tek kişilik rakı sofrası lezzetinde, insanın kendine inceden yazıklanması. Kendin kurup kendin yiyip kendin tekmelemeli sofra.

Bir süredir şahsi dert anlatmayı hiç sevmiyorum. Uzunca bir süredir. Sebebi muhtelif. Mizaç öncelikle. Kalp sancısını ayın şakası haline getirmeden açık edemeyen o neşede sosyal, dertte ketum ruhlardanım.

‘Organize İşler’deki Üzeyir abi lafı nefis değil mi bu konuda: “Bir ara çok konuştum, faydasını görmedim, bıraktım!”

Şahsi dertlendiğimde, çok şahsiymiş gibi geliyor. Böyle neredeyse müstehcen bir şahsilik algısı. Şahsi dert, bir yanıyla cinsel hayat gibi bir şey. George Clooney’nin dediği gibi, “Özel hayatımı paylaşmaktan çok hoşlanmıyorum. Paylaşsaydım, pek de özel olmazdı.”

İtiraf etmeliyiz ki şahsi derdin kendi kanının tadına bakmak gibi tuhaf, haz veren bir yanı da var. Tek kişilik rakı sofrası lezzetinde, insanın kendine inceden yazıklanması. Kendin kurup kendin yiyip kendin tekmelemeli sofra. Alırım başımı giderim efeler gibi hey! Nereye? Önemli değil. Sezen marazisi, oda sarısı, nisyan ile malul bir self isyan. Bir köşede kendi yaranı yalayıp sarmacılık. Kendi derdinden uçak yapıp kimseler görmeden bahadır bir neşeye dalmacılık.

Gurur var bir de. O kadar şahsi ki, neredeyse siyasi! O sofraya mutlaka Ahmet Kaya da bir gelir. Beddua etmem, üzülme. Kafama sıkar giderim! Yeterince şahsi bir dert, anlatılarak öldürülemez. O sofrada bir dert ancak intihar edebilir.

Dert hiyerarşisi var. Dünyada bu kadar dert varken benim derdim mühim değildir. Derdimi önemliymiş gibi gösterme riskini göze alamam. Esasında, belki farkında olmadan, derdim şahsiliğini yitirip alaladeleşmesin diye de şahsi içlenirim. Kabul etmeli ki fazla dert tevazusu da tersinden kibre dönüşebilir, onun da başını küçükken ezmek gerekir.

Ama maalesef, dertlerin paylaşıldıkça azaldığı da hiç kanıtlanamadı. Lou Holtz demiş, “Sıkıntılarını kimseye anlatma. Yüzde 80’in umuru olmaz, yüzde 20’yi de memnun edersin.” Herkes biraz alçaktır ve bu durumun elbette ki Almanca’da bir karşılığı vardır. Schadenfreude diye bir kavram var, al işte, başkasının derdinden zevklenmek manasında. İnsanın bu küçük, karanlık, pis yönü olmasa hayatta bir sürü şey, bu arada kuşkusuz televizyon dizileri, olmazdı.

Dert anlatmak çoğunlukla faydasızdır, çünkü insan denen varlık kendiyle dopdolu ve sabırsız. Tecrübe görgüsüzüdür bazısı: Bahsi geçebilecek tüm dertleri sohbet zamanından önce yaşamış, yerçekimsiz ortamda bile ağlamıştır. Ağız tadıyla derdinizin şahsiliğini yansıtamazsınız.

Sana her şey seni hatırlattığında bile, hatta esas o zaman, dinlemeyi bilmek erdemdir. Dinlemeyi, çok az kişi bilir. Dinlemeyi bilen insanlardan dünya yıkılsa vazgeçmemeli!

Dert anlatmak çoğunlukla faydasızdır çünkü insanın intikam zamanlaması kötüdür. Başınızı koyduğunuz omzu yeterince tanıyorsanız, kişisel bir tarihin minik minik yenilgileri, söylenemeyen sözler ve hınç da birikmiştir oraya. Çoğu insan, geçmiş bir hesabın bakiyesini dert paylaşımı esnasında senden çekiverir. Haklılık-haksızlık önemli değil de, bunun için kötü bir zamandır, üzülürsün. Bir başkası gerçekten zor durumdayken, kendini aradan çekmeyi çok az kişi bilir. Gereğinde bir adım geride durabilen insan çok azdır, dünya yansa önce onları kurtarmak gerekir.

Yalnızca dert zamanında sonuna kadar açılan kucaklar vardır bir de, seçmeli. Vampire kan neyse, bazısı için dert odur. Derdi sever, çünkü şefkati bilmez. Gerçek şefkat, karşındakinden üstün olduğunda, ondan daha iyi durumda olduğunda hissedilebilen şey değildir. Kendini sevmeye devam ederken başkasını da cümle içinde kullanmaktır o!

“Ben demiştim”ciler vardır. Başkalarının hayatlarına dair her şeyi şıp diye gördüğüne inananlar, hayat dosyalamacıları. Onların titiz sınıflandırma sisteminde çoktan bir klasörsünüzdür. Kendilerinin de görülebilir olduğunu bilmeden sinsice gözleyip kaydederler. İsteseniz de yerinizi değiştirmenize izin vermezler, düzen manyağıdır çünkü onlar. Her daim yeni silinmiş pıspırıl zihinlerine çıplak ayaklarla öyle paldır küldür giremezsiniz.

Dert ağı kurucular vardır. Senin derdini kendi derdine tramplen yapıp hop hemen kendine sıçrayanlar. İki iç dökeyim derken kendinizi sadece evsahibinin konuştuğu uzun ve sıkıcı bir sofrada buluverirsiniz.

Tecrübe belki de oda sıcaklığında paylaşılabilen bir yemektir. Derdimize en iyi gelenlerin çoğunlukla kuşakdaşlarımız olması boşuna değil.

Aforizmalar çağındayız bir de. Ne kadar çok güzel laf var, ne kadar az hikâye… İşin fenası, hayattan da eksiliyor hikâye. Her şey girizgahta kalıyor, süreksiz geniş zamandayız. Birbirimizi koklayıp çöpe atmaya çok meraklıyız, bi’lokma almak yetiyor. Keşif değil, açgözlülük, deneyim oburluğu zamanındayız. En kötüsü de, ah herkeslerin hâlâ vakti var, ince şeyleri değil ama, durup ‘hince’ şeyleri anlamaya.

Hikâyesiz yaşıyoruz neredeyse ama sofradan hikâye hiç eksik olmuyor. Instagram’ından WhatsApp’ına her yere bir “hikâye” özelliği kondurulması boşuna değil. Olmayınca, çeneye vuruyor işte. Anlık hafiyelikler dışında kimse kimseyi gerçek anlamda merak etmediğinden, pratiklik getirmişler bir de: 24 saat duruyor bu hikâyeler, sonra çöp. Story, history’ye dönüşmüyor. Kayıt yok, tarih yok. Hikâye yok, dert yok. Anlık!

“Belirli bir izlenimde şokun payı ne denli büyükse, bilinç de o denli sürekli biçimde bu şoka yol açan uyarıya karşı bir perde olarak teyakkuzda olmak zorunda kalmakta, bilinç bunu ne denli etkinlikle yapabilirse, bu izlenimler özgün yaşam deneyimimize/Erfahrung/ o denli az girebilmekte, kişinin hayatının sadece belirli bir katında/Erlebnis/ kalıp sonra geçmek eğilimi göstermektedir.”

Walter Benjamin’in Illuminations’ta aktardığı bu düşünceleri, Ünsal Oskay şu biçimde yorumluyor. “Bu yolla, hayatın içinde yaşanan herhangi bir an, istenmezse, yaşamın bütünlüğüne katılmamakta, yaşam, bütünlüklü bir yaşam deneyimleriyle özgünleştirilmiş bir hayat olarak yaşanmamaktadır.” (1) Kitle iletişimiyle birlikte dünyayı, bilinç endüstrisinin sunduğu enformasyonla tanımaya başlayan insanın onu kendi yaşam deneyimleriyle tanıma alışkanlığını yitirmesinden bahseden bu makalenin esas derdi başka tabii. Yine de şahsi dertlerin ve dert paylaşımının dönüşümüne dair de sunduğu anahtar bana çarpıcı geldi.

Nazım’ın Kerem Gibi şiirinde dediği gibi, “Dert çok, hemdert yok. Yüreklerin kulakları sağır. Hava kurşun gibi ağır!(2) Kendi sesimizle kül olmamak için, başka seslere kulak vermeyi de, derdi paylaşmanın çağcıl yollarını da bulmamız gerek.

Bugün sizinle bir derdimi paylaştım. ‘Dinlediğiniz’ için teşekkür ederim.

1 Ünsal Oskay, “Walter Benjamin’de Tarih, Kültür ve Fantazya”, Estetize Edilmiş Yaşam-Sanattan Savaş ve Siyasete Alman Faşizminin Kuramları, Walter Benjamin içinde, Der Yayınları, İstanbul, 1995.

2 Nazım Hikmet, "Bütün Şiirleri",  Sesini Kaybeden Şehir,  sf. 204, YKY Yayınları, 14. Baskı  Eylül 2017.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.