YAZARLAR

Güle güle Pollyanna!

Her şey üst üste geliyorsa, buyursun gelsin. Dünyanın bütün yükleri birleşsin, sırayla sırtımıza binsin. Oh ne güzel, artık kaldıramayacak duruma gelelim. Kaldıramadıkça batalım, batalım, iyice batalım ve sonunda dibe vuralım. Dibe vuralım ki, mecburen yukarı çıkalım. (Nitekim, dipte çok fazla durulmuyor, insanın nefesi kesiliyor. Mutlaka yukarı çıkılıyor.) Çıkarız.

Herkesin hayatını kısa dönem ya da tamamen mahvetmiş bir hikâye, masal, öykü, roman ya da film kahramanı vardır mutlaka. Sizin hiç olmadığını düşünüyorsanız, iyi düşünün. Zihninizi kurcaladıkça, orada, aklınızın uzak bir köşesinde oturmuş, (üstüne örttüğünüz yüzlerce örtünün altından) size sinsi sinsi gülümsediğini göreceksiniz.

Benimki, Pollyanna.

Küçücükken annesi ölen, bir süre sonra babası da ölen, sonra ruh hastası, ilgisiz, sevgisiz, asık surat teyzesinin tavan arasında yaşamak zorunda kalan, her şeye rağmen hep gülen, devamlı mutlu, umutlu, huzurlu, sevgi patlamalı, iyi kalpli küçük kız. Eleanor Porter’ın yarattığı, iyimserlik abidesi karakter. Bir tür kanatsız velet.

Her şeyden bir mutluluk çıkarmasına mı, hiçbir şeyden (asla) şikâyet etmemesine mi yoksa hep elindekiyle yetindiği için, hayal filan kurmamasına mı sinir olmuştum o zamanlar, hatırlamıyorum. Sinir olduğumu çok iyi hatırlıyorum ama. (Kitabın kapağındaki meymenetsiz tipi bile hâlâ gözümün önünde.)

Bana kendimi çok kötü hissettirmişti. Kötü ve eksik. Ne biçim bir çocuktu? O çocuksa, ben neydim?

Onun kadar iyi kalpli, olgun, düşünceli olmadığım kesindi. Onu okuyana kadar, imkânlarım elverdiğince minik kötü kalplilikler, bencillikler, yalancılıklar yapardım. Pollyanna’yı okuduktan sonra yapmadım mı? Yaptım. Yaptım ama yaptıklarımdan dolayı duyduğum suçluluk oranı arttı.

Bana yoğun suçluluklar hediye etiği yetmezmiş gibi, her tür mızmızlık, huysuzluk, söylenme, bir şeyi beğenmeme ve daha fazlasını isteme hakkımı da tek tek elimden almıştı.

Milyonların sevgilisi, mahallelinin bir tanesi, örnek insan (bence psikopat) Pollyanna’nın bize “mutluluk oyunu” değil, “suçluluk oyunu” öğrettiğini fark etmem, biraz uzun sürdü. Fark ettiğimde de zaten çok geç kalmıştım. Suçluluk, sessiz ve derinden ilerleyerek, tüm hücrelerime işlemişti artık.

Yazıldığı yıl olan 1913’ten beri, dünyada kimse rahat rahat mutsuz olamıyorsa, sebebi Pollyanna’dır. Okumadıysanız, hikâyesini bir şekilde duymadıysanız, hiç bilmiyorsanız bile, genlerle taşınarak annenizden, babanızdan size geçmiştir Pollyanna etkileri. Ondan kaçamazsınız.

Bir şeyden şikâyet ederken, aklınıza sizden çok daha beter durumda olanların gelmesi ve hemen kendinizden utanmanız bundan. Sorun ettiğiniz minik minik şeyleri düşündüğünüzde, kendinizi çok şımarık hissetmeniz bundan. Bardağın dolu tarafını görme baskısıyla yaşamanız, bardak tamamen boşsa da “Boş ama en azından bir bardak var.” demek zorunda bırakılmanız bundan.

Yaptıkları bu kadarla bitmiyor...

Hiçbir şey düşünmeden, boş boş duvara bakarak oturabilmeyi başarabiliyor musunuz peki? Mesela, sadece yarım saatliğine, pofuduk bir kanepeye uzanıp, öylece, düşünmeden durmayı ve huzur bulmayı bir deneyin isterseniz. Ne olacağını biliyorsunuz değil mi?

Siz dursanız da düşünceleriniz durmayacak. İç sesinizin gevezeliğinden, başınız ağrıyacak.

Kendinizi gerçek olaylardan, insanlardan, sıkıntılardan uzaklaştırmayı bir an başarsanız bile, (o gün, yarın ya da hemen) yapmanız gereken ama yapmadıklarınızla uğraşacaksınız kafanızın içinde. Sonra da yatmadan önceki halinizden daha yorgun ve daha huzursuz bir şekilde kalkacaksınız kanepeden.

İşte o an, Pollyanna girecek devreye. Bu bitkin, depresif halinizden bir mutluluk çıkarmak için değil. Tam tersine, sizi daha da huzursuz etmek için. Kendinizi iyice suçlamanız için.

“Mutsuzsan, kalk bir şeyler yap, bir şeyleri değiştir ve sonunda mutlu ol. Hadi, kalk!” diyecek. (Onun için bu kadar basit çünkü o cidden böyle yapıyordu.)

Siz kalkmayacaksınız. Sessiz kalacaksınız. Bir şeyleri değiştirmek istemediğinizden değil ama. Çeşitli sebeplerden eliniz kolunuz bağlı olduğundan, yapacak gücünüz olmadığından, ne yapmanız gerektiğini bilmediğinizden ya da sadece üşengeçliğinizden olabilir.

Sessizliğinizi gören Pollyanna da durur mu? Hemen, burun kıvırmalı bir ifadeyle devam edecek. “Peki. Madem yapamıyorsun, o zaman kendini böyle kabul et. Bu haline alış ve mutlu olmaya çalış.” diyecek.

Bu da hiç işinize gelmeyecek çünkü bunu da istemiyorsunuz. Kendinize alışmayı, kendinize yakıştıramazsınız. Siz, bu değilsiniz ki. Bir ara değişecek, bir şeyler yapacaksınız elbet.

Sanki bir şey bekliyorsunuz ama ne beklediğinizi hiç bilmiyorsunuz. Onu bir bilseniz, zaten olay çözülecek. Olay çözüldüğünde kaç yaşında olursunuz, onu da bilmiyorsunuz.

Merak etmeyin, yalnız değilsiniz...

Bu devirde, bu olayların, insanların, koşulların içinde, mutlu olma (daha havalı ifadeyle “mutluluğu bulma”) ihtimalimiz yok. Pollyanna ve vicdanımız yüzünden, mutsuz olma, vır vır etme hakkımız yok. Huzurumuz zaten yok. Hayata, sevdiklerimize ve kendimize (hayal ettiğimiz düzeyde) bir faydamız da yok.

Peki ne yapacağız?

Önce, acilen içimizdeki bu Pollyanna belasından kurtulmamız gerekiyor. Mutsuzluklarımızı doya doya, utanmadan yaşamaya iznimiz olması gerekiyor. Yoksa, patlayacağız.

Küçük şeylerden mutsuz oluyorsak, onlardan da olalım. Kenarda küçük küçük biriksinler. Damlaya damlaya göl olsunlar sonra.

Her şey üst üste geliyorsa, buyursun gelsin. Dünyanın bütün yükleri birleşsin, sırayla sırtımıza binsin. Oh ne güzel, artık kaldıramayacak duruma gelelim. Kaldıramadıkça batalım, batalım, iyice batalım ve sonunda dibe vuralım. Dibe vuralım ki, mecburen yukarı çıkalım. (Nitekim, dipte çok fazla durulmuyor, insanın nefesi kesiliyor. Mutlaka yukarı çıkılıyor.) Çıkarız.

Mutluluğu isterken, ararken, beklerken ya da mutluymuş gibi yaparken, hayatımız bitiyor. Bunu yapmayı bırakalım ve önce hep beraber, Pollyanna’ya el sallayalım.

Gidiyor çünkü.

Hepimize mutlu pazarlar.


Reyya Advan Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nden mezun oldu. 13 yıl, İstanbul’da çeşitli uluslararası reklam ajanslarında, reklam yazarlığı yaptı. Çocuk hikâyeleri ve masallar yazdı. İstanbul’un trafiğine ve nem oranına daha fazla dayanamayarak, Ankara’ya geri döndü. 2009’da, Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi oldu. Reklamcılık, yazarlık, sunum teknikleri gibi alanlarda dersler veriyor. Kurbağalara olan abartılı ilgisi dışında, normal bir insan.