YAZARLAR

Tony Gatlif: Benim ülkem yollar!

Bir bölümü Türkiye’de de geçen son filmi “Aman Doktor”un (Djam) gösterimi için İstanbul’a gelen Tony Gatlif ile bu filmini değil, Çingeneleri, yollarda olmayı, yersiz yurtsuz hayatın inceliklerini konuştuk. Gatlif, " Yol aslında benim için bir ülke sayılır. Sizin için ülke ne ise yol da benim için öyle" diyor.

Tony Gatlif, otuz yıldan uzun bir süredir, çoğunlukla Çingeneler ve kadınları başrole çıkardığı filmlerle yersiz yurtsuz insanların hikayelerini anlatıyor. Belgesele yakın kamerası, bir yere tutunamayan, sürekli hareket halinde olan işsiz güçsüz ama sağlam karakterleriyle sinema tarihinde özel bir yer edindiği kesin. Başkama salonlarında gösterimde!

Cezayir’de doğup Fransa’ya taşınan, kendi değimiyle “dil öğrenmeden sinemayı öğrenen” Gatlif, son filmi “Aman Doktor”un (Djam) İstanbul gösterimleri için Türkiye’deydi. Filme adını da veren başına buyruk bir kadın olan Djam’ın Midilli’den İstanbul ve Kavala’ya uzanan hikayesi, rebetiko ezgileri ve dansları eşliğinde mülteci krizi ve ekonomik zorlukları da taşıyor beyazperdeye. Gatlif’i bulmuşken hem sinemasının tarihinde biraz gezinme fırsatı bulduk hem de yeni filmini konuştuk.

Tony Gatlif

Müzik ve dansa özel bir ilginiz olduğunu ve bütün filmlerinizde kullandığınızı biliyoruz. Rebetiko ile ilgili bir film yapma fikri nasıl ortaya çıktı?

Bin filmler yapıyorum. Sinema filmleri yapıyorum. Sadece film değil, dizeler de TV filmleri de giriyor. "Ben edebiyat yapıyorum" diyebilecek bir isim olmak istiyorum. Kendimi öyle biri olarak tanımlamak istiyorum. Yıllar önce bir Türkiye ziyaretimde yaşlı bir sinema yazarı bana “Rebetiko’yu biliyor musun?” diye sormuştu. “Bilmiyorum” dedim. Onun sayesinde keşfettim. “Selanik ve Atina’nın müziği ama aslında Türkiye’den gelmiştir” diye anlatmıştı. Türk-Yunan mübadelesine dair hikayeler anlattı. Daha sonra Atina’ya gittim, tarihini ve hikayelerini öğrendim. Türkiye’de yaşayıp Yunanistan’a gitmek zorunda kalanların oradaki hallerini anlatıyordu. Atina’daki tavernalarda rebetiko dinledim. Harika bir deneyimdi benim için. Kadın ve erkeklerden oluşan 6-7 müzisyen şarkı söylüyordu. İnsanlar masaların üzerinde dans ediyordu. Herkes şarkıları ezbere biliyor ve eşlik ediyordu. Bu beni çok duygulandırdı.

İstanbul’da da benzer bir keşif oldu mu müzik açısından?

Evet. Sulukule’ye, Kasımpaşa’ya gittim. Meyhanelerde müzikler dinledim. Bunu görüp duygulandım. Bunun üzerine hikayelerini, tarihi keşfettim ve daha da etkilendim.

“Djam”da dikkatimi çeken şeylerden biri, Yunanistan ayağında ekonomik durum, mülteci krizi gibi sorunlar hikayenin içine dahil oluyor. Ama Türkiye ayağında bu tür sorunlara fazla değinilmeden geçiliyor? Bu tercihin nedeni neydi?

Yazarken, öngördüğüm bir şey değildi. Onlar bana geldiler aslında sembolik anlamda. Mübadele üzerindeydim ilk başlardı. Ama yazmaya başlayınca bir anda güncel sorunlar da ortaya çıktı. Avrupa’ya gitmeye çalışan göçmenler de hikayeye girdi kaçınılmaz olarak. Kendimi başka bir gerçekliğin içinde buldum ve bu da filme yansıdı kaçınılmaz olarak. Koymasam olmazdı. Ben kurgu bir hikaye yapıyordum ama ilk başta bu hikayede yeri olmayan konular kaçınılmaz olarak kendisine yer buldu. Ama gerçek göçmenleri göstermekten kaçındım. Çünkü kolaycılık olacaktı. Onları göstermek yerine, filmin geçtiği yolda onların izlerini göstermek istedim.

Son dönemde anarşist ruhlu, özgür karakterli gençler ve ağırlıklı olarak da kadınlar filmlerinizin odağına yerleşiyor. Bu karakterler sizin için ne ifade ediyor? Aynı zamanda bu karakterlerin yersiz, yurtsuz ve sürekli hareket halinde olmaları Çingene kültürüyle kurulmak istenen bir bağ mı?

Ben de öyleyim çünkü. Dışarıda olmak bir kültürdür. 20 yıl boyunca bir evde yaşamak çok korkutucu bir şey. Ben böyle ölmek istemem. Bana hava gerek. Yol aslında benim için bir ülke sayılır. Sizin için ülke ne ise yol da benim için öyle. Altı filmimde başrolde kadınlar yer aldı. Bu tesadüf değil. Güçlü kadınlar bunlar. Evleri yok, meslekleri yok ama muhteşem bir şekilde çok güçlüler. Benim dünyayı gördüğüm ve görmeye ihtiyacım olduğu şekilde görüyor bu karakterler de. Günümüzün dünyasını anlatmaya çalışıyorsam, bugün Djam’ın bakış açısıyla yapıyorum. Bu benim ilgimi çekiyor.

Filmlerinizde karakterler hem kültürler hem de ülkeler arasında gezinip duruyor. Bu bir tür kültürler arası teması da işaret ediyor. Bunun sizin için önemi nedir?

Karakterlerim uydular gibi. Onların varlığı çok önemli. Onların yaşama biçimleri çok önemli.

Türkiye’deki Çingene kültürü hakkındaki fikirlerinizi paylaşabilir misiniz?

Çok iyi tanıyorum. Dünya çapında bir şeyi çok iyi biliyorsam o da Çingenelerin hayatları.

'ZAMANI BİLİNMEYEN BİR ORTAÇAĞ'

Son 25-30 yılda Türkiye’ye birçok kez geldiniz. Bu süre boyunca nasıl değişimler gözlemlediniz?

Beni en çok ilgilendiren Çingeneler ile ilgili olan kısmı tabii ki. Onların hayatları, yaşama biçimleri aynı. Daha iyi ya da daha kötü değil. Bazıları okula gidiyor. Bazıları vergi veriyor, bazıları vermiyor. Onlar değişmiyorlar. Bir fabrikada çalışmıyorlar. Ve hayatlarını alışageldikleri şekilde kazanmaya çalışıyorlar. “Zamanı bilinmeyen bir Ortaçağ”da yaşıyorlar diye tanımlıyorum ben bunu. Türkiye’deki değişim – İspanya’da da aynı şekilde- 50 bin kişilik toplu konutlarda yaşamak zorunda bırakıldılar. 300 yıldan fazladır yaşadıkları alanlardan alınıp, şehrin dışında başka yerlere yerleştirmek onları öldürmek demek. Çünkü orada işsizlik yaratıyorsunuz. Bunu yaparak nefret yaratmış oluyorsunuz. Bu Sulukule’de yapıldı. Bu yapıldığında ben Türkiye’deydim. Şimdi orada değiller.

2010 yılında dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin Çingene kamplarının kapatılması kararına karşı sert açıklamalar yapıtınız. Şu an Fransa’da durum nedir? Bununla bağlantılı olarak Avrupa’da yükselen ırkçılık karşısında Çingeneler için endişe duyuyor musunuz?

Irkçılık maalesef bütün Avrupa’da yükseliyor. Macaristan’da Slovakya’da… Sorkozy çok fazla canlarını acıttı Çingenelerin. François Hollande iktidarı da aynı şekilde. Çingene popülasyonunun canını yakacak kararlar aldılar. Onlara bu konuda çok kırgın ve dargınım. Çingene topluluğunu kirletircesine söylemlerde bulundular. İnsanları genelleyemezsiniz. Çok canlarını yaktılar. Ve onlar bu nefreti harekete geçirdiler. Bu hareketleri sayesinde ırkçılık yükselişte.

Son olarak filmin finalinde karakterlerden birisi rebetikodan bahsederken “Kürtlerin, Ermenilerin, Süryanilerin vatanı olurdu o şarkılar” diyor. Bu halkların vatansızlığı hakkında ne söylemek istersiniz?

Bütün sürgüne uğrayanlar, göç etmek zorunda kalanlar için bu böyle. Filmdeki Simon karakteri, Djam’a “Annen Paris’teki kabarede şarkı söylerken Ermeniler, Kürtler, Süryaniler gelip onu dinliyor ve onda kendilerini buluyorlardı. O şarkılar vatanları oluyordu” diyor. Çünkü bu halkların da bir ülkeleri yok. Sonuçta göç etmek zorunda kalmışlar. Göç, sürgün öldürür. Çingeneler gibi sürekli gezen insanlar değil ama göç etmek zorunda bırakılmışlar. Onlar da kendilerini bu yüzden rebetikoda buluyorlar.