YAZARLAR

Sensiz olmaz dediğinde

Nice haksızlıkla, cinayetle ölüp ölüp dirildiğimiz, inadına devam ettiğimiz şu zamanda onsuz olunmayacak kişiler ve şeyler hayatımızı daha da belirliyor. Ufak tefek cinayetlere karşı can simidimiz onlar. Var olduklarını bildikçe açık denizlere açılabildiğimiz, başka türlü hayatları düşleyip uğruna mücadele ettiğimiz…

Karanlık, puslu zamanlar katılaştırır insanı. Birikmiş öfkeler, tahammülsüzlükler ortaya çıkar. Sistematik kötülükten herkes kendi meşrebince, kurduğunu bile fark etmediği çeşitli iktidar ilişkileri çerçevesinde nasiplenir. Bize dokunmayan kötülük yoktur; o sirayet eden bir hal, bulaşıcı bir hastalıktır.

İyi olmak dediğin de zor zamanlarda sınanır. Zira koşullar rahat olduğunda herkes görece “cici” bir imajın ardında saklanabilir ama çember daraldığında, kapana kısıldığında zaafların ortaya çıkar. İçindeki karanlık uyanır. İşte asıl o zaman başlar iyi olma, iyi kalma sınavı.

İyinin ve kötünün ne olduğunu düşündüren bir dizi Ufak Tefek Cinayetler. Kimin öldüğünü de kim tarafından öldürüldüğünü de bilmediğimiz bir cinayetin sonrasında zengin Sarmaşık sitesi sakinlerinin iç içe geçmiş hayatının orta yerinde buluyoruz kendimizi. Cinayeti çözmek üzere tanıklar eşliğinde son bir yılda yaşananlara bakmaya çalışan komiserle birlikte ne kadar çok şey öğrenirsek o kadar az biliyor oluyoruz.

Kişilikler ve hayatlar farklı olsa da Ufak Tefek Cinayetler’in çoğumuza değebilen bir yanı var; iyilik ve kötülüğün bitmek bilmeyen mücadelesi, o sözlük anlamlarına sığmayıp deneyimlerle kendini sil baştan varedişi çok yakın izleyiciye.

İHANET GELİP ÇATTIĞINDA

Hangimiz birlikte büyüdüğümüz okul arkadaşlarımızı düşünmedik, o en ayrılmaz sanılan hayatların kopuşuna şahit olmadık ki? Çünkü okul sıralarının, ders saatlerinin, öğretim yıllarının birlikte ahenkle akıtan düzeni; kişisel tercihlerin, seçimlerin devreye girdiği ilk anda çatırdadı. Hiçbir şey o kadar uyumlu değildi, mesele farklı olan hallerimizi nasıl taşıdığımız ya da pat diye elimizden bıraktığımızdı, öğrenmiş olduk.

Oya Toksöz (Gökçe Bahadır), Merve Aksak (Aslıhan Gürbüz), Pelin Tarhan (Bade İşçil) ve Arzu Kara (Tülin Özen) birlikte büyümüş dört yakın arkadaş. Günün birinde Oya’ya işte bu arkadaşları öğretmeni Edip’le (Selim Bayraktar) birlikte olduğu şeklinde bir iftirayı yaydıkları adi bir oyun kuruyor. Okuldan uzaklaştırılan genç kız, öğretmenlikten men edilen bir adam ve başına yıkılan hayatı sil baştan kurma gayreti… Oya’nın yolu yirmi yıldır görmediği bu “arkadaşları”yla, taşındığı Sarmaşık sitesinde kesişiyor. Gerisi çelmeli, tekmeli, uçurumdan yuvarlamalı ufak tefek günlük hayat cinayetleri işte. O asıl cinayete gelmeden başlayan ve her güne yayılan kansız ödeşmeler… Yüze gülerken öldüren cümleler, soluksuz bırakan hain tuzaklar, sinsi oyunlar… Hayatımız yani, her gün biraz ölüp biraz dirildiğimiz hayatımız.

Gel gelelim dizinin büyüsü bu iyi ve kötü denenin tek seferlik bir seçim olmadığını ve bazen en iyi görünenin de kötülük edebileceğini göstermesi. Her ne kadar Oya, çocuğu olmaz haliyle seçtiği jineokologlukta maddi durumu iyi olmayanlara verdiği ücretsiz hizmet ve yok edilmiş gençliği adına koyulduğu adalet mücadelesiyle iyiyi temsil etse de, Merve’nin eşi Serhan Aksak’a (Mert Fırat) aşık oluşu ve arkadaşlarının gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için kurduğu oyunlarla kendini sorgular hale gelen bir karakter. Keza kötülüğün, çıkarcılığın, yıkıcı bir zekanın cisimleşmiş hali gibi duran, ekibin ve sitenin kraliçesi Merve de çıkış kadar inişi de, zafer kadar yenilgiyi de tattığı şu hayatta sergilediği sahicilik ve vakarla izleyicinin duygularını karmakarışık eden ve kimsenin gözünü alamadığı bir kişilik. Hep Merve’nin gölgesinde durmuş o şirin ifadeli Pelin’in yeri gelince, Merve’den bile kötü olabileceği ya da ekibin sessiz ve görece vicdanlı görünen karakteri Arzu’nun iki çocuğuna ve evine adanmış hayatının eşinin aldatışı ve boşanma süreci sonrası, bambaşka iktidar ilişkilerine evrilirken nasıl kötüleştirebileceği de bir yerlerden çok tanıdık bir hikâye. Serhan’ın güven verme üzerine kurulu portföy yöneticiliği bir türlü sebebini saptayamadığı bir sızıntıyla şirketin çöküşü eşliğinde dibe vururken o soğuk, kendine güvenli görünümünün ardında tutulduğu panik atak krizleri, Taylan’ın (Ferit Aktuğ) ve Arzu’nun eşi Mehmet’in (Yıldıray Şahinler) aldatmaya, kaçmaya meyilli zerre güven vermeyen kişilikleri de öyle. Herkesin herkesin katili olabileceğini düşündürten bu sürükleyici akış, hayatımızda başımıza gelen ya da faili olduğumuz bütün ufak tefek cinayetleri hatırlatan bir özelliğe sahip.

Oysa işte bütün bu cinayetlerin ortasında hepimizin özlemi “Sensiz olmaz” diyebileceğimizi birilerini, bir şeyleri bulmaktan ibaret. Hani şu Bülent Ortaçgil’in aynı isimli unutulmaz klasiğinde kalbimize mırıldandığı gibi….

Bu sabah yalnız uyandım

Sensiz olmaz, sensiz olmaz

Tanıdık kokular yok

Sensiz olmaz

Kahvaltım anlamsızdı

Sensiz olmaz, sensiz olmaz

İlk sigaram bile tatsızdı

Sensiz olmaz

Yine kendi kendime sormadan duramadım

Niye seni böyle istiyorum diye bulamadım

Hep tekdüze, her şey dümdüz

Sensiz olmaz

Anlamak çözmeye yetmez

Sensiz olmaz, sensiz olmaz

Biraz telaşlı, huzursuz

Sensiz olmaz

Yine kendi kendime sormadan duramadım

Niye seni böyle istiyorum diye bulamadım

Bu kadar yalın işte itiraf. İnsanın kendine anlatamadığından başka ne ki aşk. Daha düne kadar onu tanımazken bugün eksikli hissetmenin adı. Bütün yakın ilişkilerin içinde aşk vardır. Aşkın olan, büyülü kılan bir şeyler.

Ufak tefek ölürken bir şeylere tutunma ihtimalidir sensiz olmaz diyebilmek. Sevginin ve aşkın da janjanlı kof ambalajlara paketlendiği “Hayatım” “Canım” kelimelerinin küfür gibi tınlayabildiği bir düzende yalansız riyasız hakiki olana tutunabilmek.

Toplumsal kısmı da geçerlidir hem. Sensiz olmaz adalete, özgürlüğe de söylenmiş olabilir. İnsanca yaşamın temeli olan her şeye. Tıpkı iyi ile kötünün sınavının yönetimlerdeki karşılığının tarihi yazışı, bugünü belirleyici, geleceğe yön verişi gibi.

Nice haksızlıkla, cinayetle ölüp ölüp dirildiğimiz, inadına devam ettiğimiz şu zamanda onsuz olunmayacak kişiler ve şeyler hayatımızı daha da belirliyor. Ufak tefek cinayetlere karşı can simidimiz onlar. Var olduklarını bildikçe açık denizlere açılabildiğimiz, başka türlü hayatları düşleyip uğruna mücadele ettiğimiz… İyi olma ihtimalimiz. Her şey için bedel ödetilen bir düzende bunu bilmek, ömre bedel.


Karin Karakaşlı Kimdir?

1972’de İstanbul’da doğdu. Boğaziçi Üniversitesi Mütercim Tercümanlık Bölümü’nün ardından Yeditepe Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde Yüksek Lisans eğitimini tamamladı. 1998’de öykü dalında Varlık dergisinin Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü’nü kazandı. Karakaşlı’nın eserleri şunlardır: Başka Dillerin Şarkısı (Öykü, Varlık Yay., 1999; Doğan Kitap, 2011) , Can Kırıkları (Öykü, Doğan Kitap, 2002), Müsait Bir Yerde İnebilir Miyim? (Roman, Doğan Kitap, 2005), Ay Denizle Buluşunca (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2008), Cumba (Deneme, Doğan Kitap, 2009), Türkiye’de Ermeniler: Cemaat, Birey, Yurttaş (İnceleme, Günay Göksu Özdoğan, Füsun Üstel ve Ferhat Kentel ile, Bilgi Üniversitesi Yay., 2009), Benim Gönlüm Gümüş (Şiir, Aras Yayıncılık, 2009), Gece Güneşi (Çocuk Kitabı, Günışığı Kitaplığı, 2011), Her Kimsen Sana (Şiir, Aras Yayıncılık, 2012), Dört Kozalak (Gençlik Romanı, Günışığı Kitaplığı, 2014), Yetersiz Bakiye (Öykü, Can Yayınları, 2015), İrtifa Kaybı (Şiir, Aras Yayıncılık, 2016), Asiye Kabahat’ten Şarkılar Dinlediniz (Anlatı, Can Yayınları, 2016). Karakaşlı halen Kültür Servisi, Gazete Duvar siteleri ve Agos gazetesinde yazmaktadır.