YAZARLAR

Devletle sırdaş olmamak

Midas'ın efsanesinde ciddiye alınması gereken bir paradoks var. Son tahlilde hikâyede dile gelen sır saklamanın imkânsızlığıdır. Bu paradoks, devlet sırrının ne menem bir şey olduğunu anlamanın kapısını aralıyor.

Efsanevi kral Midas’ın hikâyelerini duymuşsunuzdur. Bu hikâyelerden birinde Midas’ın kulaklarından yana çok dertli olduğu anlatılır. Kulaklarının eşek kulaklarına benzemesi onu ölesiye utandırıyormuş. Üstelik mesele sadece kişisel de değilmiş. Allah muhafaza, gerçeğin öğrenildiğini düşünün bir. Herkesin alay konusu olmuş bir kral kimleri yönetsin, nasıl emir buyursun? Yani işin politik bir boyutu da varmış. Bu yüzden, Midas sarayından pek çıkmaz, başında da hep bir şapka ile dolaşırmış. Lakin bu bilgiyi, kralın berberinden saklamak mümkün değilmiş. Midas, berberinin ağzını sıkı tutacağından emin olmak için ondan gizlilik yemini almış. Berber biraz vatanseverlikten biraz korkudan “devlet sırrını” bir süre saklamayı başarmış. Fakat sonunda dayanamamış ve gitmiş ıssız bir yerde çukur kazmış. O çukura artık taşıyamadığı sırrı usulca fısıldayıp rahatlamış. Daha sonra o çukurda sazlıklar büyümüş. Sazlıklar, her esen rüzgarda çıkan hışırtılarla berberin fısıldadığı nakaratı tekrar edermiş: “Midas’ın kulakları eşek kulakları.”

Ciddiye alınması gereken bir paradoks var bu efsanede. Efsaneler, her zaman onlarda açıkça gördüğümüzden daha fazlasını anlatır. Son tahlilde hikâyede dile gelen sır saklamanın imkânsızlığıdır. Bu paradoks, devlet sırrının ne menem bir şey olduğunu anlamanın kapısını aralıyor. Bugün böylesi açık kapılara duyduğumuz ihtiyaç çok fazla. Birçok gazeteci devletin gizli bilgilerini açıkladığı veya “teröre destek verdiği” iddiasıyla tutuklu durumda. Cumhuriyet Gazetesi davası bu bakımdan büyük bir önem taşıyor. Bir de barış akademisyenlerinin davaları başladı. Onların “suçu” gizli bilgileri açıklamakla ilgili değil. Herkesin bildiği, ama üzerine konuşulmaması gereken konuları gündeme getirdikleri için yargılanıyorlar. Gazeteciler ve akademisyenlerin ortak noktası ise devlet fantezilerindeki “iyi vatandaş” tanımına uygun düşmemeleri. Başka bir deyişle, devletin sırdaşı olmayı reddedenler, doğrudan veya dolaylı olarak vatana ihanet etmiş kabul ediliyor.

En çok dile getirilen suçlama devlet sırrı kavramına odaklanmış durumda. Devlet sırlarının ise iki farklı seviyesi söz konusu. İlki dar anlamıyla devleti oluşturan bürokratik mekanizmaların davranışıyla ilgili. Ordu, polis, istihbarat örgütleri, üniversiteler gibi idari kurumlarla ilgili bilginin dağılımı bu sırların çizdiği sınırlar içinde belirlenir. Ötekisi siyasal olarak örgütlenmiş toplumun kurumlarının işleyişiyle bağlantılı. Aile, sınıf, kent veya ulus gibi geniş anlamıyla devleti oluşturan kurumların bilgisi burada düzenlenir. Sırların kararlaştırıldığı bu düzeylerin işleyişini düzenleyen iki farklı mantık ayırt edebiliriz. Dar anlamıyla devlet sırrı, gizleme ve açığa çıkartma üzerine kurulmuş bir oyunun mantığınca belirlenir. Bilinen ve bilinmeyen arasındaki ayrımın sınırları bu siyasi saklambaç oyununda çizilir. Siyasi sırrın geniş anlamı saklı olan bilgiler ile ilgili değildir. Üzerine konuşulmayacak gerçekler konusunda varılmış bir uzlaşma tarafından karakterize edilir. Aşağıda bu mantıklar arasında ayrımı açıklamaya ve devlet sırrıyla ilgili güncel tartışmaları bu bağlamda değerlendirmeye çalışacağım.

Her sır tutma davranışında, saklama veya görünmemeyle ilgili olan bir yan vardır. Eskiler bu şekilde gizlenme haline “hafi” olma, gizlenen şeylereyse “mahfi” adını verirlerdi. Gizli nesnelere özgü bilgileri toplama işineyse “hafiyelik” denirdi. Sır saklı olanlarla ilgili olsa da, her saklı olan da sır değildir. Sırda belirleyici olan, bir şeylerin saklanıyor olduğu bilgisidir. Elbette sırrın içeriği değil, ama sırrın varlığı mutlaka bilinmelidir. Aksi takdirde sır yok hükmündedir. Yani bir sırrın saklandığı bilgisi açık olmalıdır. Bu bilgi, başka insanları kışkırtan, araştırmaya çağıran bir nitelik taşır. Böylelikle sır, gizleme ve soruşturma mantıklarınca belirlenen güç oyunlarının düzeni içerisine girer. Bilgi ve iktidar arasındaki bu oyunun son derece karmaşık düzeyleri ve farklı türleri vardır. Askeri sırlar, ticari sırlar, bilimsel sırlar, kişisel sırlar, haberleşme sırları gibi çok sayıda ve çeşitli alanlarda bu oyunun oynandığına rastlarız. Ama oyunların hepsinde tutulan sırların varlığı çok temel bir doğrulama yöntemine ihtiyaç duyar: Bir şeyin sır olduğu, keşfedilmesiyle veya açığa çıkarılmasıyla anlaşılır.

Açıklık ve gizlilik arasındaki bu çekişme, modern siyasal iletişimin çalışma biçimini de belirler. Siyasi açıdan önem taşıyan her konunun kamusal alanda açıkça tartışılabilmesi arzu edilir. Halkın kendini iktidar kaynağı olarak kabul ettirmesi, burada inşa edilen denetim çerçevesi sayesinde mümkün hale gelir. Devlet eylemlerinden sorumlu olan görevliler açık tartışmalar yoluyla halka hesap verirler. Kamusal alan, bu bakımdan, halk egemenliğinin geçerlilik ve süreklilik kazanmasının aracı olarak görülebilir. Ancak sanıldığının aksine, buradaki iletişim sadece aleniyet prensibi tarafından belirlenemez. Çünkü her modern devlet, ayakta kalabilmek için bazı gizli faaliyetlere ihtiyaç duyar. Askeri çalışmalar, istihbarat faaliyetleri, örtülü polis operasyonları, başka devletlerin iç işlerine karışma gibi bazı devlet eylemleri mahiyeti gereği sır olarak yürütülebilirler. Burada ulusal güvenlik veya devlet çıkarı gibi kavramlar dışında hiçbir meşruiyet kaynağına ihtiyaç duymayan, sırlardan oluşmuş bir “kamu karşıtı alan” ortaya çıkar. Kamu karşıtı alan, kamusal alan için bir tür gerçeklik sağlaması yapmayı mümkün kılar. Aleni ve kapalı olan ilginç bir şekilde bir arada var olur ve aralarındaki sınırlar da bu sağlama yoluyla tayin edilir.

Nitekim kamusal alanda, bu kamu karşıtı alan üzerine sürekli olarak konuşulmaktadır. Kuralsız ve ölçüsüz bir devlet şiddetinin uygulandığı bu alana dair özel bir bilinç mevcuttur. Herkes bu alanda hukuk denetimine tabi olmayan bir güç kullanımının söz konusu olduğunun farkındadır. Hatta çoğu insan, neler olup bittiği hakkında hafiyelere özgü sezgilere sahiptir. Bazı durumlarda çatlaklardan sızan bilgiler, görevlilerin yaptıkları itiraflar veya muhaliflerin yaptığı ifşaatlarla sezgilerin doğruluğunun sınanması da mümkün olabilir. Assange gibi hakikat işçilerinin veya Snowden gibi eski istihbaratçıların ifşaatları, bizdeki bazı kamu görevlilerinin itirafları bunun örneklerini oluştururlar. Ama bu örneklerin hiçbiri, araştırmacı gazetecilik faaliyeti çerçevesinde elde edilen bulgular kadar etkili ve belirleyici olamamıştır. Çünkü gazeteciler, “halkın gerçekleri bilme hakkı” çerçevesinde bu kamu karşıtı alanın sırlarını deşifre etmeyi kendine iş edinmişlerdir.

Türkiye’deki tutuklu gazeteciler sorununun özünü, sırların doğasına özgü bu oyunda “sobelenenlerin” mızıkçılığa kaçması oluşturuyor. Bu kötü oyunculuğun etkilerini MİT TIR'larıyla ilgili haberlerde ve onu izleyen suçlamaların dayandığı mantıkta çok net olarak görebiliyoruz. İddia edildiğine göre TIR'ların gizli gönderilmesinin nedeni terör örgütlerini desteklemek değil, Suriye’deki Türkmenlere yardım etmekti. Bu faaliyette hukuk kuralları dikkate alınmamıştı. Kimsenin bunun aksini söylediği yok. Ama hukuksuzluk devleti korumak ve güçlendirmek adına yapılmıştı. Çünkü güçlü devlet, hukukun etkili işlemesi için bir ön koşul oluşturur. Bu durumda hukuk, daha etkili olabilsin diye çiğnenmişti. Ulusal güvenlik ve ortak yararın gereklerine uygun bir davranış söz konusudur. Gazeteciler, devleti uluslararası alanda güç duruma düşürmek için yapılan ifşaatları haberleştirmiş, komplonun bir parçası olmuştur. Oysa gazeteciden beklenen, “iyi bir vatansever” gibi davranması, devlet sırrının korunmasına yardımcı olmasıdır.

Bir psikiyatristten hasta bilgilerini istemek, bir avukattan müvekkilini satmasını istemek ne kadar doğruysa, bu beklenti de o kadar doğrudur. Buna benzer bir mızıkçılıktan türeyen beklenti ve iddiaları barış akademisyenlerinin davalarında da görebiliyoruz. Bu sefer iddia terör destekçiliği yapma üzerine kurulu. Akademisyenlerin attıkları imzalar dışında terör örgütü iddiasını temellendirecek “maddi kanıt” bulunamayınca, mesele basın yoluyla terör propagandası yapmaya dönüştü. Aslında duruma biraz daha derinden bakınca, olayın geniş anlamıyla devlet sırlarının ifşa edilmesinden kaynaklanan bir rahatsızlıkla ilgili olduğu görülüyor. Burada sır, saklı olan ve bundan ötürü bilinmeyen gerçek biçiminde karşımıza çıkmaz. Aksine, herkesin gördüğü ve bildiği gerçekler söz konusudur. Ne var ki bu gerçekler üzerine konuşulamaz. Örneğin ailede kadının konumu, iş kazalarının sistematik doğası, ulus devletlerin inşa sürecinde uygulanan şiddet türünden gerçekler bu niteliktedir. Bu “açık sırların” korunması, toplumu bir arada tutan kurumların devamı için zorunlu kabul edilir. İfşa etmek, toplumsal yapıların dayandığı eşitsizlik ve baskı koşullarını tartışmaya açacağı için, kurumların dayandığı temelleri de sarsacaktır.

Elbette açık sırlar üzerine konuşan kişi veya gruplar olmuştur ve her zaman olacaktır. Bu gruplar toplumda hakikat olarak kabul gören bilgiler üzerine söz söylemeye yetkili olmadığı müddetçe konuşmaları bir sorun teşkil etmez. Sessizlik yasasını ihlal etmeleri çok da göze batmaz. Ama dikkate değer sayıda akademisyen, uluslararası destekle bu konular üzerine konuşmaya başladığında her şey değişir. Açık sırları saklayabilme becerisi, özel türden bir bilgiye ihtiyaç duyar: neyi bilmeyeceğini bilme becerisi. Türkiye’de üniversiteler uzun yıllar bu bilgiyi maharetle kullanan insanlarla doluydu. Devleti kuran ve siyasi toplumu inşa eden temellere uzanacak hiçbir araştırma gündemi, üniversitelerin kurumsal yapısınca hoş karşılanmamıştı.

Barış bildirisi, bu durumun son dönemlerde değişmesi ve çözüm sürecinin yarattığı atmosferin etkisiyle, akademinin alışkın olmadığı türden bir çıkış olarak gündeme geldi. Bugün yaşananlar, biraz da akademisyenlerin açık sırları korumaya istekli olmamalarının bedeli olarak görülmelidir. Tıpkı gazeteciler gibi, devleti uluslararası alanda güç durumda bırakan ifşaatlara imza atmanın etkisi söz konusudur burada. Hem gazeteciler hem akademisyenler, kanımca devlete sırdaş olmaktan daha yüksek bir ilkenin kılavuzluğunda davranmışlardır. Tıpkı bir hekim veya avukatın meslek ahlakının gereklerini, ulusun veya devletin çıkarlarından üstün tutmasında olduğu gibi. Evrensel ilkelerden türeyen hakikati söyleme sorumluluğu, yerel ve kısmi ilkelerden kaynaklanan sırdaşlığın gereklerinden daha üstün tutulmuştur.

Hakikatin açıklanmasıyla ilgili bu evrensel yükümlülük, sanki Midas’ın berberini de zorlayan temel güçmüş gibi gözüküyor. Aslında sır tutmada açıklamaya gelmeyen, iletişime karşıt bir taraf var. İki kişinin bildiği sır değil sözü bundan ötürü söylenmiş olsa gerek. Ama yine biliyoruz ki, bir bilgi sadece açığa çıktığında onun bir sır olarak saklanmış olduğu görülebilir. Her sır, saklı kaldığını doğrulayabilmek için, insanı paylaşmaya mecbur kılar. Sırlar bünyemizde zehire benzer bir etki yaratırlar. Düşük dozlarda alınan zehir deva, aşırı dozda alınan öldürücü olur. Sır tutan kişi, eğer yalan söylemeyecekse, ketumlaşır ve bu onu yalnızlaştırır. Giderek tuttuğu sırların derinliğinde boğulmaya başlar. Sır tutma yemini bu yüzden imkânsız bir vaat vermek, olanaksız bir görevi üstlenmek anlamına gelir. Sır tutmaktan karnınız mı şişti? Hemen hikâyedekine benzer bir çukur açıp usulca fısıldıyorsunuz. Daha sonrası o çukurda büyüyecek sazlıklara kalmış. Siz kimseye söylemediniz, içiniz rahat olsun. Hepsi sazlıkların suçu.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.