YAZARLAR

Tehlikede olan hukuk devleti görüntüsü değil, devlet görüntüsüdür

696’yı özel yapan şey, hukuk devleti ilkesini değil; devletin dayandığı ilkeyi ortadan kaldıran maddesi: 121'inci madde ile hiçbir resmi sıfatı olmayıp da “isyan bastırmak” için suç işleyecek olanlara getirilen cezasızlık hükmü. Oysa modern devlet dediğimiz şey, Weber’in tanımında en iyi ifadesini bulduğu şekliyle meşru şiddet kullanma tekelidir.

696 sayılı Kanun Hükmünde Kararname, ancak darbeci askeri cuntaların yayımladığı kararnameler ile karşılaştırılabilir. Cumhurbaşkanlığı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu, bu kararname ile hukuk devleti ilkesinin ötesinde, darbecilerden de ileriye giderek doğrudan doğruya devlet olma iddiasını, hukuki devlet mefhumunu askıya almıştır.

DARBE KARARNAMELERİ VE ANAYASALARI

Türkiye’de ilki 1960 ve ikincisi 1980’de yapılan darbeler sonucunda anayasal kurumları fesheden askeri cuntaların aldığı her karar, anayasal değerde kabul edilmiştir. Dolayısıyla cunta yönetime el koyduğu anda, ülke teknik olarak anayasasızlaştırılmış olur. Darbe sonrası ara rejimlerde yurttaşların kaderi askeri cuntanın ağzından çıkan sözlere terk edilmiştir.

1960’ta da 1980’de de askeri cuntalar, anayasal düzeni ortadan kaldıran darbeleri, farklı gerekçelerle de olsa anayasal devlet düzenini yeniden tesis etmek söylemi ile meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Elbette darbeye gerekçe olarak ortaya koydukları meşrulaştırma girişimleri, hedefler açısından da farklılıklar doğurmuştur. Örneğin 1960 darbesi, çoğunlukçu demokrasinin Demokrat Parti yöneticileri tarafından diktatörlük rejiminin inşası için kullanıldığını ve anayasal düzenin yok edildiğini gerekçe göstermiştir. Dolayısıyla temsili demokrasinin, anayasal kurumlarla güvence altına alınacağı bir anayasa yapım süreci işletileceğinin işaretlerini vermiştir. 1961 Anayasası da bu bağlamda çoğulcu demokrasinin birçok kurumunu kamu hukukumuza sokmuş, yurttaş haklarını anayasal güvence altına alan yeni bir anayasal düzen kurmuştur.

1980 darbesi, ülkenin kardeş kavgası içine düştüğü, devlet örgütünün güvenliği sağlayamadığı, yurttaş haklarının devletin güvenliğine karşı geliştiği ve yürütmenin diğer erklere göre zayıfladığı gibi gerekçelere başvurmuştur. Nasıl bir anayasal düzen kurulacağının işaretlerini de bu gerekçelerle vermiştir. 1982 Anayasası bu gerekçeleri karşılayan, neredeyse yurttaşı devlete karşı tehdit olarak gören bir anayasal düzen kurmuştur. 1980-83 ara rejiminin faşist uygulamalarının ürünü olan bu anayasal düzen, 1987’de başlayan anayasal politikalarla 2000’lerin ortasına gelindiğinde burjuva demokrasisi standartlarına getirilmiştir.

Anayasal düzene karşı giriştikleri, anayasal düzen içinde suç oluşturan eylemlerinde “başarılı” olan cuntalar, anayasal düzeni, yeni bir anayasal düzen kurma vaadiyle yıkmışlardır. 1960’ta bu vaat sarih olarak, 1980’de ise lütfeder biçimde ortaya konmuştur.

OLAĞANÜSTÜ HAL REJİMİNDE ANAYASAL SİYASET

15 Temmuz 2016’da devlet içine yerleştirilmiş İslamcı cemaatin başarısız darbe girişimi sonrasında ilan edilen olağanüstü hal ile 1982 Anayasası’nda tanımlanmış olağanüstü hal rejimi arasında bir ilişki kurmak bile olanaksızdır. 20 Temmuz’da ilan edilen fiili bir rejimdir. Anayasal düzen, rejimi inşa eden KHK’ler yoluyla ortadan kaldırılmıştır. Parlamentoya ait olan yasama yetkisi yürütmenin başına devredilmiş, KHK hükümleri anayasa değerine getirilmiş, ülke askeri cuntaların kararnameleriyle aynı yöntemle anayasasızlaştırılmıştır.

Bu olguyu gerçek bağlamında incelemek isteyen bir göz, bunun nasıl mümkün olduğunu görmek için 2010’dan beri izlenmekte olan anayasal siyasete bakmalıdır. 2010 anayasa referandumu süreci, 1982 Anayasası’nın yürürlüğünü olmasa bile etkililiğini ortadan kaldıran bir anayasal siyasetin hükümet ve muhalefet tarafından birlikte izlendiği bir sahne sunmuştur. 2011 yılında kurulan Anayasa Uzlaşma Komisyonu ile anayasal siyaset tamamen hükümetin kontrolüne geçmiş, 1982 Anayasası’na uyulmayacağı birçok defa hükümet yetkilileri tarafından dile getirilerek anayasanın etkililiği tamamen yok edilmiştir.

7 Haziran seçimlerinde siyasal iktidarın seçimler yoluyla el değiştirmesi gündeme geldiğinde; yani AKP tek başına hükümet kuracak çoğunluğu elde edemediğinde ise, artık Anayasa etkililik bakımından değil, geçerlilik bakımından da ortadan kaldırılmış, ülkede ilan edilmeyen bir istisnai yönetim hükmetmeye başlamıştır. 15 Temmuz’da darbe girişiminde bulunarak yüzlerce yurttaşın ölümüne neden olan İslamcı Fethullahçı cuntanın eyleminin bir lütuf olarak görülmesinin nedeni, bu fiili yönetimi resmileştirecek gerekçenin bulunmasıdır.

Fakat 20 Temmuz’da başlayan ara rejimin gerekçesinde, Türkiye’de anayasal düzeni yeniden tesis edecek bir anayasal siyaset önerisi yoktur. Mevcut fiili yönetimin, kararname rejiminin anayasal siyaseti; kuralsızlıktır, anayasasızlaştırmadır. Türkiye’de fiili iktidarın bir anayasal düzen vaadi yoktur. 16 Nisan 2017 plebisitiyle kanunlaşan anayasa değişikliği, şekli ve maddi olarak bunu açıkça ortaya koymuştur.

696 SAYILI KARARNAMENİN ÖZÜ: DEVLET OLMA İDDİASININ YİTİRİLMESİ

24 Aralık tarihli Resmi Gazete’de sabaha karşı yayımlanan KHK’yi kendisinden önce yayımlanan 29 KHK’den ayıran bir boyutu var.

Yaklaşık iki aydır çıkacağı söylenen KHK’nin bir ayı aşkın süre önce toplandığı iddia edilen Bakanlar Kurulu toplantısında kararlaştırılmasında değildir bu boyut. Aynı özellik başka KHK’lerde de var. Olağanüstü hali oluşturan durumla mücadele için hükümetin acil önlemler alabilmesi için verilen yetki bağlamında çıkarılan KHK’lerin neden onca gün bekletildikten sonra yayımlandığını sorabilir örneğin Anayasa Mahkemesi. Ama sormayacak.

Yargıya ilişkin düzenlemelerin, olağanüstü hal ile ne ilgisi olduğunu sorabilir; kış lastiğini sorması gerektiği gibi. Ama sormayacak. Taşeron çalışma rejimine ilişkin düzenlemenin neden KHK ile yapıldığını sormayacağı gibi. Çünkü Mahkeme KHK’lere dair kararıyla anayasasızlaştırma siyasetinin ortağıdır. Bütün bunlar hukuk devletinin ortadan kaldırıldığının göstergeleridir.

696’yı özel yapan şey ise, hukuk devleti ilkesini değil; devletin dayandığı ilkeyi ortadan kaldıran maddesidir: 121'inci madde ile getirilen, hiçbir resmi sıfatı olmayıp da “isyan bastırmak” için suç işleyecek olanlara getirilen cezasızlık hükmü. (1) Modern devlet dediğimiz şey, Weber’in tanımında en iyi ifadesini bulduğu şekliyle meşru şiddet kullanma tekelidir. Bunu Bourdieu’nun genişlettiği biçimde fiziksel ve sembolik şiddet kullanma tekeli olarak düşünelim ya da Schmitt’in ifadesiyle ikincil kuvvetlerin pasifize edildiği siyasal birlik formu bağlamında. Her biri aynı kapıya çıkar: Bir devleti devlet yapan şey, kamu gücü kullanan kişiler dışında hiç kimsenin, bir başkasına karşı meşru biçimde fiziksel şiddet uygulayamayacağıdır. Hobbes’un kurucu eserinde azimli teorik çabasıyla meşrulaştırmaya çalıştığı yetkinin dayanağı; yani cebri ölüm korkusuna karşı yaşam hakkını ve sivil barışı koruyacak hukuki egemen güç, 696 sayılı KHK ile ortadan kaldırılmıştır. Bu KHK’yi fiili rejim açısından özel kılan şey, onun anayasal siyaseti olarak anayasasızlaştırmayı tanımlayan öz olmasıdır.

Tehlikede olan, TÜSİAD’ın utangaç eleştirisinde olduğu gibi hukuk devleti görüntüsü değildir, doğrudan doğruya ‘hukuki devlet’ görüntüsüdür. Bunun sonrası, bir tür doğa durumudur. Herkesin herkese güvensizliğini besleyecek bu ‘görüntü’ fiili rejimin anayasal siyaseti olarak anayasasızlaştırmanın vardığı son noktadır.

DEMOKRATİK ANAYASAL SİYASETİN ÖZNESİ VE MUHALEFET

Demokratik anayasal siyasetin öznesi, mevcut anayasasızlık rejimi ile özdeşleşmeyen, bugününden ve geleceğinden endişelenen geniş halk kitleleridir. Mevcut tedirginliği aşabilecek her siyasal söz, bugün, yeni bir düzen vaadi bağlamında siyaset sahnesine dahil olabilir ancak.

Daha açık söylemek gerekirse temsili bir tarih olarak 2019’a giden yola bir seçim programıyla değil, bir anayasal program ile çıkılmalıdır. Burada anayasal program ikili anlam taşır: Hem geniş halk kesimlerinin tedirginliklerini ortadan kaldıracak, barışı tesis edecek bir siyasal sözleşme vaadi hem de bunu edimselleştirecek, eşitlik ve özgürlük taleplerinin içinde eklemlenebileceği bir siyasal hareket.

(1) Geleceğe dönük olarak tasarlandığı maddenin lafzından anlaşılmaktadır ve neyin terör eyleminin devamı olduğuna dair hiçbir tanım içermediği için demokratik haklarını kullanarak hükümeti protesto eden yurttaşları hedef haline getirmektedir. "Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır."


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.