YAZARLAR

Bu işin içinden nasıl çıkılacak?

Ortada tek seçenek kalıyor: CHP’nin birinci turda aday göstermeyip Gül’ü desteklemesi. “Dalga mı geçiyorsun? Olacak iş mi bu” diyenleri duyar gibiyim. Ne yazık ki tek yol bu. Ama bilinmez, CHP belki de kendi adayının ikinci turda öne çıkamayacağını düşünerek böyle “tarihi” bir tercihte bulunabilir… O zaman iş tabii ki kolay: Gül’ün Ak Parti’den devraldığı seçmenler, CHP’nin seçmenleri, HDP’nin seçmenleri ile (herhalde “İYİ” de işe katılarak) bu süreci başarıyla tamamlaması niçin mümkün olmasın?

Son KHK’nin malum satırlarının tartışılması:

Yazıya oturduğum saatte Ak Parti kanadından yapılan iki açıklama önümde duruyor. Başbakan Yardımcısı ve Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ (kendisinin eski Adalet Bakanı olduğunu hatırlıyorsunuz) ve Ak Parti Grup Başkan Vekili Bülent Turan’ın açıklamaları bunlar.

Bozdağ’ın açıklamalarının bir bölümünden bir seçme yapacak olursak: “Kesinlikle muğlak değildir, nettir açıktır, eksiği yoktur. Yeni bir düzenlemeye ihtiyaç yoktur.” Doğru bir açıklama gerçekten “ihtiyaç yoktur”. Yoktur çünkü bu “millet” eğer okuduğunu anlamaktan yoksun değilse, son KHK’de yer alan tartışılan düzenleme apaçık olarak 15 Temmuz çıkışlı ama sonu nereye varacağı besbelli nitelikte bir içeriğe sahiptir. Hani derler ya “Sen herkesi kör âlemi sersem mi sanırsın?”, tamı tamına böyle bir durumla karşı karşıyayız.

Yine Bozdağ: “Bu düzenleme 15 Temmuz’dan öncesini kapsamadığı gibi 16 Temmuz’dan sonrasını kapsayan bir düzenleme değildir. Kim ki bu düzenlemeyi 16 Temmuz’dan sonrayı kapsıyor diye yorumluyorsa, ya doğru dürüst okumamıştır. ‘Ben bu maddeleri dikkatle okudum’ diyorsa okuduğunu anlamıyordur. ‘Okuduğumu anladım’ diyorsa art niyetli yorum yapıyordur. 15 Temmuz’dan öncesine yürütülemediği gibi bu madde, darbe teşebbüsünün bastırılmasından sonraki sürece de uygulanamaz.

Görüyorsunuz, üstüne üstlük bir de “okuduğunu anlamama” suçlaması var! İyi güzel de söz konusu KHK’de yer alan “Resmi bir sıfat taşıyıp taşımadıklarına veya resmi bir görevi yerine getirip getirmediklerine bakılmaksızın 15/7/2016 tarihinde gerçekleştirilen darbe teşebbüsü ve terör eylemleri ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin bastırılması kapsamında hareket eden kişiler hakkında da birinci fıkra hükümleri uygulanır." şeklinde düzenlemenin içinde yer alan “… ile bunların devamı niteliğindeki eylemlerin…” faslı geçmiş zamana mı, yoksa gelecek (ve hatta!) geniş zamana mı işaret ediyor? “Sonraki sürece de uygulanamaz”mış; demek “bunların devamı niteliğindeki eylemlerin” cümleciği “geçmiş zamana” işaret ediyormuş! Yakın dönemde “Adalet Bakanı” koltuğunu işgal etmiş bir kişinin şu sözleri gerçekten “tüyler ürpertici” nitelikte: “Türkiye’de bundan sonra darbe olduğu zaman vatandaş tankın önüne çıkmayacak mı? Dişe diş mücadele etmeyecek mi?” Ne demek şimdi bu? Bu sözleri sözcüğü sözcüğüne anlayacak olursak, Türkiye artık sık sık darbelerin olabileceği bir ülke haline gelmiştir! Bir Başbakan Yardımcısı bu sözleri nasıl telaffuz eder, anlayabilmek imkânsızdır. İşgal ettiği koltuğun varlık nedeninin “asla darbe olmaması” için var olduğunu unutan, hatta ufukta başka darbeleri de ihtimal dahilinde gören bir hükümet üyesine ne denebilir ki? “Ama bu metinde yanlışlık da eksiklik de yoktur. Güneş gibi ortada.”(!) Her şey apaçık yani…

Şu (ibretlik) alıntıyı da yapalım: “Vatandaşları korkutuyorlar, tehdit ediyorlar. “Sokağa çıkmayın, darbe teşebbüsü olursa tankların üstüne çıkmayın, darbe teşebbüsüne karışan askerleri tanklardan indirmeyin. Bak sizin başınıza ne işler gelir” anlamında çok net bir tehdit gönderme anlamı var.

Burada biraz durmak istiyorum. Çizilen tablo şöyle bir şey: Muhtemel hale gelen “darbeler”i halkımız sokağa çıkarak, tankların üstüne çıkarak, darbe teşebbüsüne katılan askerleri tanklardan indirerek önleyecektir.

Yani Bozdağ’ın (da) geleceğimize yönelik öngörüsü, darbe teşebbüsleri ve onları canı pahasına engelleyen vatandaşlardan oluşan bir Türkiye’dir.

Burada da biraz durmak istiyorum: 15 Temmuz gerçekten de, 27 Mayıs ve 12 Eylül darbesinden farklı olarak sivillerin karşı çıkışının gözlendiği bir darbe teşebbüsü olmuştur. Ancak bütün bu farklılığa rağmen ben şu sorunun meşru olduğunu sanıyorum: Darbeleri, darbe teşebbüslerini önleyecek olan sivil vatandaşlar mıdır, yoksa devletin silahlı askeri ve polisi midir? Ben kendi payıma ikinci şıkkı işaretliyorum. Dolayısıyla darbe veya darbe teşebbüslerinde çağrı yapılacak olanlar devletin silahlı güçleridir. Bu nedenle işin doğrusu. 15 Temmuz’da olduğu gibi halkı darbe teşebbüsünü önlemeye çağırmak yerine sözünü ettiğim silahlı güçleri göreve çağırmaktır. Yok eğer “devletin silahlı güçleri bu teşebbüsleri önleyecek yapıda ve nitelikte değildir, bu işi çözse çözse halk çözer” diyorsanız, ortada bir “devlet krizi”nin, yani darbe arifesine kadar devlete hakim olamayan bir yönetim var demektir. Bence (ben olsam!) darbe teşebbüsünü fark eder etmez yapılanın tam tersine halkı “sokağa çıkmamaya” çağırır, söz konusu teşebbüsün önüne başında bulunduğum devletin silahlı güçleriyle çıkardım.

Tankların üzerine çıkan halk”a ilişkin bu değerlendirmem kimi okurlarımın şöyle (ya da benzer) bir itirazıyla karşılaşabilir: Ama sadece 15 Temmuz’da değil zamanında Rusya ya da Yeltsin’i ya da daha önceden(1956) Macaristan’da halkı tankların üzerinde görmedik mi? Doğru gördük ama takdir edersiniz ki bambaşka çerçevelerde. İsterseniz işin Rusya faslı için şu kısa alıntıyı yapayım: “…tünelin sonundaki demokrasi ışığını görmüş olan kitleler, onlarca yıl sonra ucunu yakaladıkları özgürlük ipini bırakmaya hevesli değildi. Halk sokaklara döküldü. Bu çalkantılı dönemde darbecilere meydan okuyarak halkın üzerine sürülen tanklardan birinin üzerine çıkan ve darbecilere meydan okuyan Yeltsin , 'Yeni Rusya'nın yüzü oluyordu…”

Macaristan için de şu kısa alıntıyı kullanalım “1956 yılında Macaristan halkı özgürlük için Sovyetler Birliği'ne karşı bir başarısız devrim girişimini başlatmış, girişim Sovyet ordusu tarafından kanlı bir şekilde bastırılmıştı. Hannah Arendt, 1958’de kaleme aldığı ‘Totaliter Emperyalizm: Macar Devrimi Üzerine Düşünceler’ adlı eserinde insanların totaliter rejimlere karşı ayaklanmalarının mümkün olduğu ve hatta bunun bir görev olduğunu belirtirken bu devrimi örnek olarak verdi."

Yani diyeceğim, bizim genelinde “çok bilmiş” medyamızın yaptığı gibi “tankın üzerinde" halkı gördüğü her kareyi birbirine karıştırmamak gerekiyor…

Bekir Bozdağ ile uğraşırken lafı uzattığımız için Ak Parti Grup Başkanvekili Bülent Turan’ın ana konumuza ilişkin açıklamasını pas geçiyorum…. Merak edenler için: Bozdağ, konuya Turan’dan çok daha hâkim!

Bülent Turan’ın basına yaptığı açıklamada dikkatimi çeken fasıl “Abdullah Gül’ün adaylığı olasılığı” konusu oldu. Turan, Gül’ün konumuz olan son KHK’deki düzenlemeden “rahatsız” olmasına ilişkin bir soruyu “O onu dedi, bu bunu dedi, doğru bulmuyorum. Bizim hükümetimiz belli, yürütmenin başı belli, ilgili bakanlık belli. KHK, bu konuyla ilgili kurumlarla görüşülerek çıkarıldı” şeklinde cevaplıyor. Bu bahse giriyorum, çünkü Gül’ün 2019 başkanlık seçiminde aday olabileceği konusu artık bayağı konuşulur hale geldi. Dolayısıyla yazıyı bitirmeden bu konuyu da kısaca değerlendirmek istiyorum: Biraz kurcalayınca, konuyu epeyce gündemde tutan Yeni Çağ gazetesinden başka Deniz Baykal’ın CNN’de Ahmet Hakan’ın programında yaptığı açıklamalar da ilgimi çekti. Baykal, önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin şöyle konuşuyordu: “Kemal Kılıçdaroğlu ben cumhurbaşkanı adayıyım derse, biz de 'tamam' deriz, arkasında oluruz, adayımız o olur. 'Hayır, olma' demeyi uygun görmeyiz. Doğal olarak cumhurbaşkanı adayı olma hakkı var. Kendisi uygun gördüğünde böyle bir karar alacaktır. Yüzde 49'u tutmanın yolu, adayı netleştirmek. Eğer Kılıçdaroğlu aday değilim derse kurultayı toplamalı ve aday olacak kişi genel başkan olmalı. Abdullah Gül yüzde 49'un adayı olabilir. Gül aday olursa, değerlendirilmesi lazım."

Sağlığına kavuşmuş olarak yurda dönmesini dilediğimiz Baykal’ın bu sözleri –katılır mısınız bilmem ama- bana ilginç ve önemli geldi. Bu sözleri konuya ilişkin karşılaştığım diğer bazı haber ve değerlendirmelerle karşılaştırınca –oturup!- ben de şöyle bir senaryo tasarladım:

Gül’ün söz konusu seçime aday olabilmesi –bildiğiniz gibi- her şeyden önce ikinci tura kalabilmesine bağlı. Gül, cumhurbaşkanı adayı olabilmek için getirilen (manasız) 100 bin imzayı rahatlıkla bulabilir tabii ki… Ancak asıl mesele ikinci tura ikinci aday olarak kalabilmesi. Bu durumda ortada tek seçenek kalıyor: CHP’nin birinci turda aday göstermeyip Gül’ü desteklemesi. “Dalga mı geçiyorsun? Olacak iş mi bu” diyenleri duyar gibiyim. Ama ne yazık ki tek yol bu. Ama bilinmez, CHP belki de kendi adayının ikinci turda öne çıkamayacağını düşünerek böyle “tarihi” bir tercihte bulunabilir… O zaman iş tabii ki kolay: Gül’ün Ak Parti’den devraldığı seçmenler, CHP’nin seçmenleri, HDP’nin seçmenleri ile (herhalde “İYİ” de işe katılarak) bu süreci başarıyla tamamlaması niçin mümkün olmasın? “Mümkün” ne demek, "kesin" olmasın? Yazının başlığında “Bu işten nasıl çıkılacak?” diye sordum ya? Belki de böyle çıkılacak…