YAZARLAR

Komploya inanma, komplosuz kalma

Günümüz Türkiye’sinde komplo teorilerine duyulan açlığın nedeni Türkiye’nin yaşadığı “siyasi temsil krizinde” aranmalıdır. Kriz, esasen tek siyasi meşruiyet ölçütünün seçim olarak belirlenmesinden kaynaklanmaktadır.

Kamuoyunun komplo teorilerine olan iştahı doymak bilmiyor. Her yerde gizli planlardan, kurulu tuzaklardan ve bunları açıklayan örtülü bağlantılardan söz ediliyor. Farklı ilgilere ve zevklere hitap eden muhtelif ebat ve kalitede komplo teorisi bulabilmek mümkün. Bu teorilerde tekil siyasi olaylar kadar, toplumsal ölçekteki meseleler veya küresel ilişkiler sistemi de pekâlâ ele alınabiliyor. Mesela Özal’ın vakitsiz ölümüyle ilgili iddialar, bize özgü bir Kennedy suikastı tartışması yaratmaya aday. Bütün bir modernleşme sürecimizi, gizli bir Yahudi tarikatının veya Masonların komplosuyla açıklama iddiasında olan görüşler mevcut. Sonra bir de “Siyon yaşlılarının gizli protokolleri” veya İllimunati etrafında örülen küresel ölçekli komplo tartışmaları var. Kısacası ortalık komplo teorisinden geçilmiyor. Sağ veya sol, yöneten veya yönetilen, dindar veya laik fark etmiyor. Yeri geldiğinde herkes bu aracı kullanışlı buluyor, onu devreye sokmakta hiçbir tereddüt duymuyor.

Hatırlarsanız Bülent Ecevit, böylesi komplo teorilerine çok meraklıydı. Ona göre aslında bir geri kalmışlık meselesi olan Kürt sorunu, kökü dışarıda olan komplolarla kronik bir kimlik sorununa dönüştürülmüştü. Bir ekonomik kriz olduğunda veya sarsıcı bir siyasi olay yaşandığında Ecevit’in şu sözleri sarf ettiği duyulurdu: “Birileri yine düğmeye bastı!” Bugün de benzer bir yaklaşımı Erdoğan’ın tutumunda görebiliyoruz. Gezi protestolarının aslında Lufthansa tarafından tezgahlandığı iddiaları hala aklımızda. Yine döviz piyasalarında bir dalgalanma olduğunda parmaklar hemen arkasındaki güçlere yöneliyor. Burada eski SSCB’de ileri sürülen “beşinci kol” iddialarını veya 1936 Moskova Duruşmaları’nı, ABD’de McCarthy dönemini veya 11 Eylül tartışmalarını hatırlamak da önemli. Çünkü meselenin Türkiye ile sınırlı olmadığını bize tüm çıplaklığıyla gösteriyorlar. Hatta bizdeki birçok komplo teorisi ya düpedüz çeviri yahut yabancı kaynaklardan alınan ilhamla yazılmış. Tıpkı Davutoğlu’nun tasfiyesiyle sonuçlanan “Pelikan Dosyası” çıkışında olduğu gibi.

Ziyadesiyle kapsamlı ve çok boyutlu bir sorunla karşı karşıya olduğumuzu görmek durumundayız. Bakış açımızı yerel veya dönemsel dinamiklerle kısıtlamamak yararlı olur. Çünkü komplocu perspektif, yaygın olarak paylaşılan bir zihniyeti temsil eder. Bütün zihniyet biçimleri gibi, belli kişilere veya gruplara değil, toplumun bütününe ve çağın geneline bakmakla anlaşılabilir. Komplo derken zararlı bir amacı gerçekleştirmek için yürütülen gizli faaliyetler kastediliyor. Oysa komplo teorisi, bu faaliyetleri açığa çıkaracak nedensel bağları kurmakla ayırt edilir. Yani komplo bir siyasi veya hukuki olgu iken, komplo teorisi entelektüel bir tutum alış veya bir açıklama tarzıdır. Açıklamanın gücü, nedensellik zinciri ne kadar uzarsa o kadar artar. Bu yüzden komplo söylemi, bütünsel bir dünya görüşü kurmadıkça istediği etkiyi tam olarak yaratamaz. Asıl mesele bir veya birkaç komployu açıklamak değildir. Bir vaka olan komplolardan hareketle, siyasetin genel mantığını ve tarihin anlamını açığa çıkarmaktır.

Buna göre, küçük azınlıklar, geliştirdikleri büyük mekanizmaların gölgesinde gizlenerek çoğunlukları yönetmektedir. Tarihin asıl görevi, bu toplulukların uyguladıkları denetim veya yönlendirme hilelerini açığa çıkarmaktır. Böylesi bir anlatı, insanı güvenilmez, hatta düşman bir dünyada yaşadığı hissiyle baş başa bırakır. Bu duygunun, paranoid kişilik bozukluğundan mustarip hastaların ruh haliyle gösterdiği benzerlik, bazı düşünürlerin ilgisini çekmiştir. Paranoyak, sürekli takip edildiği şüphesiyle hayatını heba etmiş bir insandır. Böyle bir insan, kendini gözetim altında tutan bazı güçlerin varlığına inanmaktan geri duramaz. Tıpkı komplo zihniyetinde olduğu gibi, paranoyak kişinin de yaşam uğraşı denetlenme ve yönlendirilme endişesiyle belirlenmiştir. Ama iddia olunan komplocuların ruh hastası olduğu değildir; sadece aynı tarzı kullandığı söylenmek istenmektedir. “Siyasette paranoid tarz” veya “politik paranoya” kavramlarıyla komplocu açıklama tarzını eleştiren gelenek bu iddiadan türetilmiştir.

Ancak komplo teorisini hastalıklı bir ruh halinin siyasete taşınması olarak eleştirmenin politik etkisi yok denecek kadar cılızdır. Çünkü komplo zihniyeti toplumsal niteliği olan yapısal bir faktördür. Siyasal gerçeklik karşısında alınan bütünsel bir tutumu ifade eder. Yerine ve zamanına göre, herkesi memnun edecek farklı bir komplo teorisi bulmak mümkündür. Dolayısıyla, onu herkesi hassas olduğu yerden ayrı ayrı yakalayarak harekete geçiren bir güç olarak görmeliyiz. Komplo anlatıları neden mi güçlü? Birilerinin size yıllardır yalan dolanla uyutulduğunuzu “ispatlayan” bir hikaye anlattığını düşünün. Üstelik biraz sabır ve dikkatle izlerseniz, sonuçta “büyük resmi” göreceğiniz vaadini de çekinmeden veriyor. Böylesi bir vaade kaç kişi direnebilir? Kabul edelim ki çoğumuz kandırılmış insanlara özgü bir hınçla kulak kesiliriz bu hikayelere. Çünkü bu gibi hikayeler, bizimle ilgili mahrem planların ifşa edildiği muhabbetlere özgü bir cazibeye sahiptirler. Komplo teorilerini ilginç kılan yanı burada yakalıyoruz.

Ne demek istediğimi şu örnekle daha da açabilirim: Elinizdeki dövizi geçerli fiyatlardan satarak kazançlı çıkma niyetinde olduğunuzu varsayalım. Sizin gibi düşünen diğer yatırımcılar da piyasaya aynı anda girdiğinde, döviz bollaşacağından fiyat kendiliğinden düşecektir. Başlangıçtaki niyetinizin aksine, sonuçta fiyatları düşürmüş ve kazancınızı azaltmış olacaksınız. Rahatsızlık verici bu sonucu, geçerli iktisadi anlayış piyasa güçleri adı verilen anonim aktörlerin davranışıyla açıklar. Buna göre, sonuç piyasa mantığı tarafından belirlenmiştir ve bireylerin niyetinden bağımsızdır. Yani piyasada şu veya bu kişinin olması hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Oysa komplo teorisyeninin yaklaşımı çok farklı olacak ve size şunu diyecektir: “Piyasa güçleri diye insanları uyutuyorlar. Ben size, ‘piyasa güçlerinin’ gerçekte kim olduğunu bir bir anlatayım.” Bu söylemle, anonim aktörleri kişileştirecek ve onlara bireylerin deneyimlerine uygun bir gerçeklik kazandıracaktır. Komplocu, kayıplarınızı açıklamakla kalmayacak, size sorumlu tutabileceğiniz birini de verecektir.

Modern toplumun işleyişi piyasalar, örgütler veya sosyal sınıflar gibi soyut ve anonim mekanizmaların ilkelerince belirlenmektedir. Başka bir deyişle, başımıza gelen çoğu olay, modern dünyada “faili meçhul suç” kabilindendir. Bu mekanizmalarda gerçek bireyler tüketici, memur, seçmen gibi isimsiz ve hayali varlıklar üzerinden temsil edilirler. Temsilin seçim yoluyla vekil tayin etmekten ibaret olmadığını görmek zorundayız. Çünkü politik, ekonomik veya bürokratik mekanizmaların tamamı temsil yoluyla işlerler. Örneğin masa başındaki memur şefini, şef müdürü, müdür valiyi, vali bakanı temsil etmektedir. Temsil zincirinin her halkasındaki bireylerin, niyet gütmeden görevinin gereği olan davranışları gösterdikleri varsayılır. Temsil zinciri uzadıkça, hoşa gitmeyen sonuçlardan sorumlu tutulacak nihai kişilerle aramızdaki boşluk da büyüyecektir. Bu boşluğu hangi düşüncelerle dolduracağımız ise başımıza gelen olaylardan nasıl etkilendiğimize bağlı olacaktır.

Demokratik olsun veya olmasın, bütün modern toplumlar temsili bir yönetim mantığına tabidirler. Temsil ilişkisinin meşruiyeti tartışmalı hale gelince, insanların başına gelen olaylar ile bu olayların nihai failleri arasındaki boşluğu doldurma arzusu da artar. Eldeki kısıtlı verilere veya yarım yamalak ipuçlarına dayanarak inşa edilmiş açıklama tarzlarına duyulan ihtiyaç buradan kaynaklanır. Bu açıklamalar, yanlış bile sayılamayacak inançlardan oluşmuş düşünce kümeleridirler. Tüm bu düşünce biçimleri bizim komplo zihniyeti adını verdiğimiz yaygın ve paylaşılan dünya görüşünü oluştururlar. Tarih boyunca komplolar hep olmuştur ve olmaya da devam edecektir. Ancak süreklilik arz eden bir açıklama tarzı olarak komplo teorisi, sadece modern toplumlarda mümkün olabilmiştir. İlk devamlı ve kapsamlı komplo teorilerinin Fransız Devrimi ile ortaya çıkmış olmasını bu açıdan değerlendirmek gerekir. Komplo teorisi, meşruiyet sorgulamasından doğan bir temsil krizine verilmiş bir yanıttır. Bu kriz derinleştikçe, komplo teorilerine olan ihtiyaç da artacaktır.

Günümüz Türkiye’sinde komplo teorilerine duyulan açlığın nedeni Türkiye’nin yaşadığı bu türden bir “siyasi temsil krizinde” aranmalıdır. Kriz, esasen tek siyasi meşruiyet ölçütünün seçim olarak belirlenmesinden kaynaklanmaktadır. Halbuki seçilmiş kişi sadece kendini seçenleri temsil etmez. Öncelikle seçim çevresindeki herkes seçmen olmadığından, oy kullanamayanların da temsilcisi olmak zorundadır. Dahası, seçim çevresindeki herkes kendine oy vermediğinden kendini seçmeyenleri de temsil etmelidir. Nihayet kendi seçim çevresinin ihtiyaçlarını diğer çevrelerinkiyle uyumlu kılmak zorundadır. Dolayısıyla sadece kendi seçim çevresini değil, bir bütün olarak ulusu temsil etmektedir.

Bu sebeplerden ötürü başkalarının haklarını koruyan hukuka saygı, genel yararı gözeten kamu hizmeti, hatta uluslararası ilişkilerde saygınlık gibi etmenler meşruiyetin belirleyici ölçütleri arasında yer alır. Bugünkü yönetimin yaptığı gibi, meşruiyeti sadece aldığınız oylara indirgediğinizde bir siyasi temsil krizi yaşanması kaçınılmazdır. Kriz derinleştikçe meşruiyet açığı da artacağından, komplo teorilerindeki iddiaların şiddetini de artırmak kaçınılmaz olur. Türkiye’de bu hızla gidilirse, yakında uzaylıların işgal tehdidini engelleyen KHK düzenlemeleri duymaya da hazır olmalıyız. Moral bozucu tabii bunlar. Fakat öyle kahve falı tadında, hayırlı haberler vermeye mecalim kalmadı . Ne demişler? Komploya inanma, komplosuz kalma!


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.