YAZARLAR

Buğday’daki irfan

Film siyah beyaz ama çok sarışın. Devlet zoruyla mücahit yaptığınız gençlere sunduğunuz ütopya, hatta distopya bu mu?

Şimdi sığlıkla suçlayan çıkacak ama “Buğday” filminden hiçbir şey anlamadım. Üzerinize afiyet muhafazakâr değilim, ama dinî kıssalardan birkaçını bilirim. Yine de memleket muhafazakârının her şeyde irfan bulmasını aklım almaz. Bu yüksek irfan rekoltesi neden bu kadar vahşet ve hukuksuzluk üretir, onu hiç anlamam!

Sinemardin Festivali'nde izledim filmi. Her yıl merakla beklediğim festival bir yıl gecikmeli de olsa mütevazı içeriğiyle çıkıp geldi. İlk yıllarda şarabı, cini ne varsa çöplendiğimiz festivalde vişne ve şeftali suyuna talim ettik. Kayyımca atanmış göbekli daire başkanlarının hep karşıya bakan zevceleriyle katıldıkları kokteyl, taşların kaynaştığı eski Mardin’de değil camları kaynaşan bir AVM’de yapıldı. Eskiden filmlerin gösterildiği sinema salonunu ise kayyımgil biçki dikiş kursu yapacakmış sanırım. Onda da bir irfan vardır!

Söz konusu festivalde izlediğim Buğday filmi, bol para harcanmış full irfanî bir eser. Bilmem kaç yılındayız. Teknoloji süper ama bir sürü sorun üretmiş. Anladığım kadarıyla bir koloni var ve orada buğday rekoltesi düşmüş –mısır olsa rahmetli Kemal Unakıtan yöntemiyle halledilirdi! Buğday ekmesine ekiyorlar, ama bilim buğdayın genetiğini değiştirmiş, bu yüzden çürüyormuş. Niye? Bir şey maddesi eksikmiş, ilahî bir parça sanırım, bilim onu yapamıyormuş.

“Sızıntı” diye bir dergi vardı, bedava dağıtılıyordu. Lise birde miyim neyim, bu derginin nüshalarından birini gördüm. Arılar peteğe, ağaçlar gövdeye, marullar göbeğe, yosunlar yüzeye Allah yazmışlar. Vecdle dolduğum için günlerce uyku tutmamıştı. Buğday’daki tohum meselesi de böyle bir şey galiba.

Yalnız filmin neden İngilizce çekildiğini anlayamadım. Yaw sen “Türkçe konuş çok konuş” diyen neslin evladısın! Yönetmenin bir “Müslüman” olarak bütün dünyanın Müslüman olacağına dair bir hayali de mi yok? Sen o kadar cihat et ama gelecekteki dünya Manhattan’ın daha çok beyazların takıldığı muhiti olsun.

Konya işi bir bilimkurgu olarak Buğday’da dünyadan pek çok insanı görüyoruz. Tamam, iki Türk çıkıp dünyayı kurtarsın ama arkadaş sarı ya da siyahî biri de çıkıp bir konuşsun, bir şey desin, yok. Film siyah beyaz ama çok sarışın. Devlet zoruyla mücahit yaptığınız gençlere sunduğunuz ütopya, hatta distopya bu mu?

Esas oğlan Erol Erin, koloniyi yöneten şirkette zamanında Cemil Akman adlı mübarek bir zâtın çalıştığını ve eksik öğe teorisini ortaya attığını öğrenir. Başlar bizimki bunu aramaya. Bir kaosun içinden geçer. Ben Gezi’ye bir selam olarak anladım! Sonunda argosuz Queen İngilizcesi konuşan bir anarşist ve Andrei adlı biri ile yola çıkarlar –filmdeki çevreciler, anarşistler, kanun kaçakları filan iyi bu arada. İşte bir sınır var, bir grup robokop yüzünü koloniye çevirmiş yan yana duruyor. Nasıl tehlikeli, nasıl tehlikeli, anlatamam. Arayış içindeki Erin sınırı nasıl geçecek peki? Basit; her milimi tarayan lazer ışınlarının ortasına taş at geç. UFO’lara taş atan köylülerin dünya ilmine katkısını görüyoruz burada. Öbür yandalar şimdi ama BBG Evi yapmış bir neslin efradı olarak dronlara filan görünmüyorlar.

Sonunda Akman’ı bulur –birbirlerine bu pek şehirli soyadları ile hitap edip dururlar. Yine İngilizce konuşurlar. Sıfatı, yardımcı fiili yerli yerinde de o kadar kasmanın ne anlamı var? Bol bol şiveli Türkçe konuşun işte, etrafta Türkçe bilmeyen biri de yok. Madem gelecekte herkes İngilizce konuşacak bu irfan ehli Kürtçeyi niye yasaklıyor? But world but!

Akman süper şahane bir mürşit, her sözü hikmetli. Tabii seküler, yoz mu yoz Erin ne bilsin? Tipik çekirge-usta hikâyesi. Yalnız mürşitte iki tuhaf şey var: İngilizceyi biraz Kastamonu aksanı ile konuşuyor, giysileri ise Çarşamba cemaati üyeleri gibi. Gitmişsin iki yüzyıl ötesine, bari vücuda yapışan bir hırka giy, ama ne gezer?

Etrafta canlı kalmamış ama bunların çadırına bir kurt dadanıyor. Her şey zehirli, karınca yok, göller ceset dolu, ama kurt pek sağlıklı. Ondan korunmak için çadırın etrafına daire çiziyorlar. Yerli ve millî koruma kalkanı böyle bir şey galiba.

Dağ başında bir tekkeye gidiyorlar. Tekkenin tahta bir kapısı var. Kapı dediysem derme çatma bir şey. (Üstünde Davut Yıldızı mı vardı bu arada?) Ama bilin bakalım o kırık dökük kapıyı bizimkiler nasıl açıyor? NASA’nın gizli bir odasına ya da özel güvenlikli bir siteye girer gibi şifre ile! Yani neredeyse daire numarasını gir, kareye bas bir sistem. Etkilendim!

Kubbenin altında zehirle kirlenmemiş temiz toprak var. Onu alıp medeniyeti tekrar kuracaklar da sahne “köşedeki fırına un gelmiş, bir el atalım abiler” sahnesi. Yorulunca plasenta şeklini almış kubbe dibine cenin gibi yatmalar filan. Çok Freudyen çok! Sonra radyasyona batmış bir köye gidiyorlar. Köylülerde radyasyondan korunmak için kaşkol filan var hiç değilse, bizimkilerde o da yok! Taşlanıyorlar. Sonra kafaya taşı yiyen Akman cennete gidiyor, Erin de onu duvar yarığından görüyor –yarıktan cennet görünüyor! Seninki kavak ağaçları arasında dolaşıp buna el sallıyor. STV dizilerinin yüksek bütçeli versiyonu yani. Onlar gibi sürekli “küfr”e düşüp dinî film çekiyoruz havasındalar. Açık söylüyorum; dinle de alakası kalmamış muktedirleri onlar gibi görünen tipler böyle böyle kekliyor.

Hayır gölde buldukları bebeğe ne oldu, Andrei’ye ne oldu, buğday meselesi çözüldü mü, ibibikler ötecek mi, burası Muş mu, yolu yokuş mu? Bütün bu soruların cevabı yok. Tamam irfan bulalım ama bir şey de demediniz ki. Bir tek yanan ağaç var. Bir sahabe yanan ağacı kucaklamıştı hani. Erin ağacı kucaklasın diye bekliyorsun ama nerede?

Bir ara “Yusuf Kompleksi” diye bir teori düşünmüştüm. Bütün Doğu edebiyatını bu “en güzel oğul” meseli üzerinden okumak mümkün mü diye soruyordum. Yarım kaldı, daha doğrusu bir şey çıkmadı. Bu filmde de Yusuf meseline gönderme var diyenler oldu. Pek göremedim doğrusu. Hem bizim gibi yassı kafalı taşra aydınlarının dindar olanları neden Yusuf meselini anar ki? Günümüzün Züleyhaları nefsimizle imtihan edecek şekilde dönüp bakmaz ki zaten. Çirkiniz yahu, ne Yusuf’u? Babalarımız bizi sevmemekte haklı!

Kültürel iktidarmış. Bir şeyde de iktidar olmayın. Hem kültürle iktidar olamazsınız, kültürü yok ederek iktidar oldunuz çünkü!

Şimdi diyeceksiniz ki sen sığsın, filmdeki irfanı anlamamışsın, yok filanca peygamber şunu yaşamıştı, yok falanca sahabe bunu yaşamıştı. İyi ama bunlar peygamber değil, gıda mühendisi!

Tekke kapısını açan şifreye taktım ama. Dedektif filmlerinde biri birine telefon ederken tuşlara basardı hani. Her tuşta başka bir nota olduğu için bizim dedektif numarayı ezberler, sonra da arardı. Tekke kapısındaki şifrede de kesinlikle bir irfan vardır, ama acaba ne?!


Selim Temo Kimdir?

27 Nisan 1972’de Batman’ın Mêrîna köyünde doğdu.2000 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Etnoloji Bölümü’nden mezun oldu. 1997’de Yaşar Nabi Nayır Şiir Ödülü, 1998’de Halkevleri Roman Ödülü’ne değer görüldü. Yüksek lisansını (“Cemal Süreya Şiirinde Bedenin Yazınsallaşması”) ve doktorasını (“Türk Şiirinde Taşra: 1859-1959”) Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde tamamladı. 2009’da Mardin Artuklu Üniversitesi’nde yardımcı doçent olarak çalışmaya başladı. 2011’de, Exeter Üniversitesi’ndeki (İngiltere) Centre for Kurdish Studies’de konuk hocalık yaptı. Hrant Dink Vakfı tarafından “dünyada, geleceğe dair umudu çoğaltan kişiler”den biri sayılarak “2011’in Işıkları” arasında gösterildi. Radikal gazetesinde başladığı köşe yazarlığına (Kasım 2013-Kasım 2014), Ocak 2017’den beridir Gazete Duvar’da devam ediyor. Dört Türkçe iki Kürtçe şiir kitabı, bir romanı, iki antolojisi, 12 çocuk kitabı, yedi roman-öykü çevirisi, iki şiir kitabı çevirisi, bir çevrimyazısı, bir gazete yazıları ve iki edebiyat kuramı kitabı yayımlandı. 6 Ocak 2017’deki 679 sayılı KHK ile üniversiteden ihraç edildi. Amed’de yaşıyor.