YAZARLAR

Aziz ölürken ne düşünür ya da demokrasinin erdemi nedir?

Demokrasi, sıradan insanların kendi geleceklerini belirlemelerine dayanır. İlkesi ise eşitliktir. Kimsenin milleti olmadan ve azizleşmeden sürdürülen sıradan yaşam pratiğinin kendi başına saygın olabileceği bir düzlem sunar eşitlikçi fikir. Faşizmin yalancı özdeşlik koşullarında, bu koşulları olağanlaştıran dinamiklere direnecek bir eşitlik siyasetini azizin paradoksuna direnerek örgütlemek zor olsa gerek.

Kazancakis’in adını Kazanacakis olarak telaffuz ettiğim o güzel zamanlarda hayran hayran anlattığım bir hikayede beni allak bullak eden bir soruyla karşılaştım. Soruyu soran sevgili hocamı beni hep böylesine dertlere gark ettiği için anarak hikayeyi anlatayım. Kazancakis’in Assisili Francis’inde, büyük aziz ölüme yaklaştığında daha önce onu dokuz köyden kovan köylüler azizin kendi köylerinde gömülmesini ister, izdiham içinde. Her geçilen köyde aynı heyecanı, azgınlığı görür aziz. Amaçlarının bir tür ticaret ve turizm olduğu açıktır. Francis ölümün eşiğinde şöyle düşünür: Herkesin benim gibi bir aziz hayatı yaşamasını teşvik edersem bu sıradan insan hayatı nasıl devam eder? Nasıl döner bu devran? Herkes bir dilim ekmekle yaşayacaksa kim üretecek o ekmeği? Bu soru kendi başına beni düşünceden düşünceye sürüklerken, derinden gelen bir başka soru beni hiç beklemediğim bir yerden çarptı. Neden alttan alta Francis’in hayatını arzularız? Sıradan hayatlarımızı en olmadık yerde karanlıklara sürükleyen, onu değersizleştiren bu arzu nedir? Onunla başa çıkmanın koşulları üzerine düşünüyor muyuz gerçekten? Bizzat benliklerimiz, öyle ya da böyle sıradan hayatlarımızı neden aşağılar bu kadar?

Siyaset biliminin en keskin düşünürlerinden Montesquieu, despotlukların ilkesini korku, aristokrasilerin ilkesini onur olarak belirlerken cumhuriyetlerin ilkesini erdem olarak tanımlamıştı. Erdem esas olarak, kamusal sorumluluk, cumhuriyet içinde eşit haklarla yaşayan bireylerin kendi benliklerinin önüne herkesin yararını koyması demekti. Bu ilke korku ile ayakta kalan despotluklara, şan ve paye kazanma duygusuyla var olan aristokrasilere uygun düşmezdi, ancak cumhuriyetlerde bir ilke olarak var olabilirdi. Montesquieu’nun Fransız monarşisi için çeşitli nedenlerle uygun bulmadığı cumhuriyet, Fransız devrimcileri tarafından savunulmaya başlandığında erdem siyasetin merkezine oturdu. Vatan sevgisi ve eşitlik arzusu ile çerçevelenen bu merkezi ilke hiç de sıradan sonuçlara yol açmadı. Bir aziz gibi yaşayan Robespierre’i idama karşı verdiği güçlü söylevlerden giyotinin başına geçmeye iten neydi? Daha önemlisi neden zihnimin ve kalbimin sıcak bir köşesindedir devrimin fırtınalı günlerinin bu azizi?

EŞİTLİKÇİ PARADOKS

Cumhuriyetçi ya da komünist; devrimci ve eşitlikçi fikirlere sadakat duyanlar, her zaman bir açmazın içinde konumlanırlar. Bu gerçek ve etkili bir açmazdır: Doğurgan ve riskli. Sıradan hayatların içinde sıradanlaşan sömürü düzenini alaşağı etmek ve sıradan bedenlerimizi siyasetin nesnesi olmaktan çıkararak onları egemen kılmak… İnsana ve doğaya karşı girişilen zulmün yok edilmesi; çıplak gözle bakınca olağan dışı olanın yerine olağan olanın geçirilmesi… Birbirini tanımadan birbiriyle savaşan insanların kulağa olağan dışı gelen, sokaklarımızda yaşanacak olsa ayıplanacak olan eylemlerinin yerine olağan olan barışın getirilmesi… Belki de demokrasinin özü olarak görülebilecek şeyi, sıradan insanların kendi hayatları üzerinde belirleyici olabilecekleri hakça bir düzeni kurmak…

Yaratıcı ve doğurgan açmaz burada başlar. Sıradanlaşan sömürü düzeni sıradan hayatlara öyle işlemiştir ki eşitliğin kendisini savunmak olağan dışı hale gelir. Marx’ın söylediği gibi, bir çağda egemen fikirler, egemenlerin fikirleridir ve ne kadar çılgınca olursa olsun olağandırlar. Köleci toplumun kölelerinin, feodal toplumun serflerinin bu fikirlere inanmaları çılgınca geliyorsa, kapitalist toplumun işçilerine bakınız. Mahallenize, komşunuza… Eşit olmayanların eşit olduğunu söylemek ve bunun mücadelesini vermek her zaman olağan dışı bir siyasetin tetikleyicisi olan bu açmaza sürükler. Bu olağan dışılık içindeki hayatlar azizin yaşadığı o temel paradoksla hep mücadele etmek zorundadır. Fakat bu aziz kendi başına parodaksaldır, azizce yaşamayı arzulamaz; ama kendini azizin koşullarına, çile ve acıya alıştırarak karşılaşacağı olağanüstülüklerin üstesinden gelmeye çalışır. Neşesini boğmadan, acıya kendini hazırlamak. Çernişevski’nin Rakhmetov’u değil midir tutarlılığının bizzat kendisi paradoksal olan aziz?

YALANCI ÖZDEŞLİK

Bütün bu düşüncelerin aklıma üşüşmesinin nedeni, artık her yerde ve her an karşımıza çıkan yalancı bir özdeşlik formudur. Eşitlikçi düşüncenin ve eşitlikçi politik öznenin paradoksunun tam karşısında yer alan yalancı özdeşliğin öznesi. Bu özne yaşadığı saray ile sıradan bir apartman dairesi arasında özdeşlik kurarken hiçbir açmaza düşmez. Ailesi ve ‘dava’ arkadaşlarının kaçırdığı vergilerle bir ömür ve bütün bir ceddi ile rahat bir hayat sürecek sıradan insanlar ile kendisini özdeş kılarken hiçbir çelişki görmez. Milletin adamıdır o, milletin sesidir. Her yerdedir, her andadır. Sürekli yalan söyleyen bir Tanrı gibidir. Devletin bekası, onun bekasıdır; insanların varlığı onun varlığıdır; korunması gereken can güvenliği onun can güvenliğidir; sağlanması gereken adalet onun adaletidir.

Özdeşlik eşit olmayanların eşit olmadığına dayanır. Bu özdeşliği kuran sıradan bir faşizmdir, özdeşlik dışında kalan herkes ona ve milletine karşıdır; haindir. Onlara eşit davranılamaz. Onların olağan hayatlar sürmeye hakkı yoktur.

Türkiye’de faşizmin güçlü adımları, partinin devleti ele geçirmesinden önce sıradan hayatlarımıza yapılan saldırılarla başladı. Bu saldırıların olağan hale geldiği, sıradanlaştığı her anda Türkiye siyasetinin felakete biraz daha yaklaştığını izliyoruz; izlemeye devam edecek miyiz? Bilmiyorum.

DEMOKRASİNİN AÇMAZI VE İMKANI

Demokrasinin erdemi, onun açmazıdır da. Demokrasi, sıradan insanların kendi geleceklerini belirlemelerine dayanır. Özdeşleşmeme ve temsilden uzaklaşma demokrasinin yaratıcı açmazıdır. İlkesi ise eşitliktir. Kimsenin milleti olmadan ve azizleşmeden sürdürülen sıradan yaşam pratiğinin kendi başına saygın olabileceği bir düzlem sunar eşitlikçi fikir. Faşizmin yalancı özdeşlik koşullarında, bu koşulları olağanlaştıran dinamiklere direnecek bir eşitlik siyasetini azizin paradoksuna direnerek örgütlemek zor olsa gerek. Zor olana doğru bakmak, ufkumuzu oraya yerleştirmek, daha kolay olanı görmemize yarayacaksa bu bile kâfidir. Herkesin, en yakınında, yanında duranın sıradan hayatını da düşünecek bir biçimde korumayı esas alan bir eşitlik ufkundan söz ediyorum, şimdilik ve bu koşullarda sadece bu kadarından... Aklıma düşürüldüğünden beni rahat bırakmayan soruya geçer bir yanıt olur mu, onu bilmiyorum.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.