YAZARLAR

'Aşk cinayeti': Böyle sevmek mi olur?

Bergen, tek ve güzel gözlü, şelale saçlı kadın, “acıların kadını”. Önce gözünü, sonra hayatını kaybetti. Aşktan hep! “Böyle aşkın ızdırabını…” bile diyemiyorsun çünkü edeceğin küfürle onu öldüren kurşun aynı yerden geliyor. Bergen neredeyse çocukluğa ait bir yüz ama ünlü kadın cinayetlerinin en “alımlısı” olarak hafızada hâlâ capcanlı.

Ünlü bir aktörü andıran taksici, yüzünde bir yara izi gibi ihtimallerin zalimliğini taşıyor. Bu cümle birkaç yıl önce aklıma düşmüştü, öznesiyle geçen hafta karşılaştım. Yazı, hayatı tahrik eder.

Elli sonlarında olduğunu tahmin ettiğim taksicinin yüzü puslu kederler atlası, rafta tozlanmış tek ortalı çizgili defter. Cepheden talihsizce kendisi, profilden biraz Mahir Günşiray. Akmak bilmeyen köprü trafiğinde başsız kıçsız bir hikâye anlatıyor.

“Ağladı ama, çok ağladı,” diye başladığı hikâyeye hemen kendini iliştiriyor: “Ben biraz geç kalmıştım, aracı teslim etmem lazımdı.” Özyaşamsal olduğu kadar da keskin bir dönüşle savruluyoruz akabinde: “Ben de çok hata yaptım, benim hayatım hata.” Gece uzun, trafik yavaş, gökte dolunay. Korkarım kaybolduk Mahir Günşiray.

Öyle böyle derken köprüyü geçmişiz neyse, Beylerbeyi sapağına dönerken “Ama Bergen de çok güzel kadınmış,” diyor. “Adam telefonundan açtı bana makyajsız hallerini gösterdi. Öyle eşofmanlı meşofmanlıyken o kadar tatlı bir kadın ki anlatamam.” Birden kafamın içinden çıkıp dikkat kesiliyorum. Bergen de nereden çıktı?

Büyük acılardan önce Bergen

Ne yani, deminden beri bahsettiği müşteri şey miydi ya, Bergen’in… O ana dek yarım yamalak dinlediğim anlaşılıp ayıp olmasın diye soramıyorum da. Dedektif titizliğiyle aklımda kalan kısımdan mezarlık, hapis, kıskanç, çok çekti vb. sözcükleri ayıklıyorum. Ünlü şarkıcı Bergen’in hapisten yeni çıkmış katilini (‘dostu’, kocası ya da eski kocası…) mezarlık ziyaretine götürme hikâyesini anlatıyormuş meğer, vay canına. İlginç taksici anıları külliyatına altın katkı mahiyetinde bir şey bu ve neredeyse kaçırıyordum! Neyse ki başa sarıyor hemen.

“Görsen nasıl yakışıklı, o yaşta hâlâ çakı gibi adam… Ama nasıl pişman, koca adam çocuk gibi ağlıyor… Çok aşıktım, hata yaptım diyor…”

Bergen'in ölüm haberi

Bergen. Tek ve güzel gözlü, şelale saçlı kadın, “acıların kadını”. Önce gözünü, sonra hayatını kaybetti. Aşktan hep! “Böyle aşkın ızdırabını…” bile diyemiyorsun çünkü edeceğin küfürle onu öldüren kurşun aynı yerden geliyor. Bergen neredeyse çocukluğa ait bir yüz ama ünlü kadın cinayetlerinin en “alımlısı” olarak hafızada hâlâ capcanlı. Asıl adı Belgin’miş, sahne adını bildik Norveç şehrinden almış. Detaylar çok can alıcı ama her şey öyle bir acılı arabesk sosuna bulanmış ki insan merakından utanıyor. Mezara kadar rahat bırakmayan saplantılı aşık, yalanlar, şiddetli duygular, derin çelişkiler… Acılara rağmen hayata tutunmak, daima bıçağın keskin ucunda durmak, kadınsı coşku, neşe, özgüven, kezzap, bıçak ve kurşun. Tek gözlü güzel kadın. Ziyan olmuş bir hayat. Otuz yaşında bile değilmiş öldüğünde…

“Böyle sevmek mi olur…” diye mırıldanıyorum.

Profilden Mahir Günşiray, hemcins dayanışmasından ziyade tanıklığa dayalı olduğunu ummaya çalıştığım bir empatiyle, “Çok kıskançmış, çok da dolduruşa gelmiş…” diyor. “Hapisteyken eş dost hep yetiştiriyor tabii, şurada yemek yedi, şununla şuraya gitti… Ama çok pişmandı bakmayın siz, can almak kolay mı…” İçime çöken derin kasvetle susuyorum. Sevmenin böyle bir şey olmadığını bu karma kederlerin lisanında kavrulup gitmiş yüze nasıl anlatacağım?

Beni ikna edemediğini sezerek devam ediyor. “Bergen de çok aşıkmış ama… O da vazgeçememiş… Hapisteyken bile ziyaret etmiş, bakmış. İkisi de iyi insan aslında da adam işte, çok kıskançmış.”

Stockholm sendromu demiyorum. (Gerçi son bir-iki yılda o kadar çok kullanıldı ki taksici de kavramı biliyor olabilir…) Korkuyla, tehditle, kurmaca tehlikeler yaratıp dış dünyayı kocaman bir kapan haline getiren anlık kahramanlıklarla eninde sonunda katili olacağın bir kadına, kendini bir tür “sevdirmek”, mümkün evet. Çaresizce, korkarak, her defasında aynı kara deliğe çekilerek, seni sen yapan şeyin en ufak parçasına değin, dev bir aslan ağzınca yutulur gibi sevmek. Bunun sevmek değil korkuya alışmak olduğunu, bu kendi mana patikalarında kaybolmuş yüze nasıl anlatacağım?

Bergen’inki hikâyenin en acıklı, en arabesk formu olsa da komediden melodrama resmi aşk söylemimiz aslında: Ölesiye sevmek. Ölerek, öldürerek. Katil ya da maktul olmak. (Kahramanlar hep erkek. Hâliyle, çok büyük oranda, katiller de.)

CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü nedeniyle oluşturduğu rapora dair haberde gördüm. 2011-2017 yılları arasında sırf, 25 bin 525 kadın cinayeti gerçekleşmiş. Yirmi beş bin beş yüz yirmi beş. Dile de kolay değil.

“Kadın cinayeti” diye bir şey var. “Aşk cinayeti” diye bir şeyse yok. “Ya benimsin ya toprağın” saçmalığının aşk gibi öğretilmesinden beslenen hastalıklı ruhlar var. “Tutku cinayeti” (crime of passion) kriminolojide olan, betimleyici bir terimse de, böyle yaygın toplumsal arızayla birleşince tehlikeli oluyor. “Herkes öldürür sevdiğini,” şiirinin Oscar Wilde aforizmalarının toplamından daha popüler olması boşuna değil. Kadın cinayetlerine dair bir karikatürün hâlâ komik bulunabilmesi de.

İlker Altungök'ün Uykusuz'da yer alan, tartışmalara neden olan karikatürü

Bayılıyoruz dümdüz karanlığa aşk gibi müthiş gerekçeler uydurmaya, kötücül hırs ve ilkel güdüleri de duygu kontenjanından sayıp şiddete duygusallık atfetmeye, sapla samanı ayıramadan “öldürmeye” ve güldürmeye!

İstatistiklere dönüşmüş ölü bedenler gözümün önünden film şeridi gibi akarken “Sevmek böyle olmaz…” diyorum. Taksici pes ediyor sonunda, zaten kafası karışık. Sonra araştırdım baktım, adam az bir yatmış çıkmış, sonra yeniden evlenmiş. Taksici belki de yıllar öncesinden, başka bir şehirden bahsediyor. Bergen Özgecan Aslan’la aynı mezarlıkta, Mersin Asri Mezarlığı’nda yatıyormuş. Hayat çok acımasız bir hikâyeci.

Taksici iyi bir adam, anlattığı hikâyenin sorumluluğunu biraz olsun almak istiyor. Bilmiyorum ne zaman evinden alıp mezarlığa götürmüş olduğu adamın pişmanlığını defalarca vurguluyor. Bu yazıyı yazmadan önce bu yakınlarda yapılmış bir röportajını izledim. Yetmez ama pek öyle pişmanım falan da demiyor adam. “Yine olsa yine yaparım, bize gelmez böyle işler,” diyor. Elli dakikalık röportajın bir yerinde ağlıyor. Erk sahibinin esrik ağlaması bu, politikacılarda, ünlü türkücülerde falan görülen türden. Ziyan olmuş bir hayatın içine içine akan yaşları değil. Röportajı yapan kadın muhabir “pişman mısınız/üzülüyor musunuz”?” kadar basit bir soru soruyor. Adam cevaben ağlayınca telaşla düzeltiyor sorusunu: “Yanlış anlamayın, üzmek için sormadım.” Güç, hangi formda olursa olsun insanımızı sorgusuzca hizaya sokuyor. Bu kadarını izlemek bana yetiyor.

“Haklısınız hanfendi, sevmek böyle olmaz… Allah’ın verdiği canı Allah alır. İntihar bile çok büyük günah!” diyor, derin çizgili taksici. Kendi ziyan olmuş hayatına eşlikçiler arıyor, bu hikâyeye bu nedenle yakın hissediyor herhalde kendini. Acı ve günaha dair her cümleye istemsizce “ben”ler ekliyor: “Bu kadar değilse de… Ben de günah işledim. Ben çok hata yaptım. Benim hayatım bitti…” diyor.

Dayanamıyorum artık. Elli sonlarında olduğunu tahmin ederek soruyorum. “Niye böyle diyorsunuz, niye bitmiş olsun hayatınız… Kaç yaşındasınız ki?”

Ağır ağır dönüyor. Yüzü geri dönüşsüz kederler atlası, ön rafta kimse almadan kıvrılıp gitmiş çizgili defter. Cepheden talihsizce kendisi, profilden biraz Mahir Günşiray.

“43” diyerek gülümsüyor. Ön dişi yok.

Evimden iki sokak önce, içeridekinden daha az karanlık bir geceye iniyorum.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.