
Tefrika mağdurlarına karşı umudun yüzleri
Dün yayınlanması gereken yazım bugüne kaldı. İstanbul’daydım. Arkadaşım Işıl’ın beni misafir ettiği ev ortamı her şekilde uygundu ama yazamadım bir türlü. Işıl’dan söz etmişken, bizimkisi “ilk bakışta arkadaşlık” türünden bir arkadaşlıktır. Okul, mahalle ya da iş yeri gibi herhangi bir ortak dünyada kökleri yoktur ve son on beş yılda toplamda ancak üç kez görüşmüşüzdür. Fakat bir araya geldiğimizde, yıllar önce bir virgül koyarak bıraktığımız sohbeti, aynı yakınlık düzeyinden sürdürebiliriz. Aki Kaurismäki filmlerindeki gibi bir arkadaşlık işte. Tek fark Kaurismäki’nin kuzeyli insanlarının bizim gibi konuşkan olmamaları. Onlar daha çok bıraktıkları yerden karşılıklı susmaya devam ederek sürdürüyorlar yakınlığı. Dediğim gibi, İstanbul’da yazma moduna giremedim bir türlü. Zaten İstanbul’a kısa süreliğine gidince, insan olsa olsa kısa film moduna girebilir ki karda kışta da kim film çekecek?
İstanbul’a Barış Akademisyenleri davası için gitmiştim. Barış Akademisyenleri olarak çoğumuz oradaydık. Işıl’ın kız kardeşi Burcu da ihraç edilmiş genç bir barış akademisyeni. Burcu, dünyalar tatlısı Ada bebeğiyle geldi Çağlayan’a. Mahkemeyi değerlendiren çok arkadaşımız oldu, o yüzden bugün artık girmiyorum bu konuya. Davalar sürüyor, bu konuyu takip etme ve yazma görevini başka bir gün devralacağım ben de.
Haftanın politik olayı da skandalı da boldu ama bunları yazmak istemiyor canım. Man Adası olayları ilgimi çekmiyor. Zaten kadın kısmının Man Adası ile ne işi olur? Bakın işte oraya parası düşenlerin hepsi de erkek. Nedense bu adayla ilgili haberleri okuyunca Agatha Christie’nin On Küçük Zenci isimli romanı geliyor aklıma. Bu kez de kindar yargıcın biri bunları kandırmış olmasın diye düşünüyorum. “Trilyoncukları şu adresteki adaya gönderi gönderiverin, bi şey deniycem” demiş olabilir mi bu tefrika mağdurlarına?
“Tefrika” sözcüğünün, bölümlere ayırarak yayınlanan yazı dizisi yanında, ikilik ve ayrışma gibi anlamları var. Bu ikinci anlamı “birbirine kötülük etmeye değin varan sürekli anlaşmazlık, ikiye ayrılma” biçiminde açıklayanlar da var. Kısacası, arkası yarın türü yazı dizisi olarak da, önce ayran içip sonra ayrı düşmek olarak da düşünseniz, bu “tefrika mağdurluğu” tanımı, ilgili şahısların üzerine bir Emperio Armani takım elbisesi gibi oturuyor. Tefriken mağdur onlar… Trilyonlarını Robinson cevvalliğiyle uzak bir adada istiflerken de, hayırsever yurttaş için nota verirken de, notayla sarmalanmış vatandaşı iki gün sonra azılı casus ilan ederken de mağdur. Tefrika mağdurları… Arkası yarın.
Agatha Christie’nin romanına gelince; biliyorsunuz bu romanda farklı mesleklerden ve sosyokültürel gruplardan insanlar isimsiz bir davetiye ile bir adaya davet ediliyor ve adada büyük bir sürprizin onları beklediği söyleniyordu… Davetliler de heyecanla bu davete icabet ediyordu. Heyhat, gidiş o gidiş… İçli, fil hafızalı ve de hunhar bir yargıç meğersem kin çıkaracakmış hepsinden. Olay buymuş. Spoiler mı verdim? Ne spoiler’ı kardeşim, yüz yıllık klasik polisiyeyi şimdiye kadar okumadıysanız daha da okumayın zaten. Neyse işte Man Adası olayını yazmayacağım demiştim. Yazmıyorum.
Bugün size, yaptığım girizgahı da beyhudeleştirmeyen bir biçimde, hayattan ve filmlerden söz edeyim dedim. Yazının başında da Finli yönetmen Aki Kaurismäki’den söz etmiştim zaten. Oradan devam ediyorum. Yeri gelince mübalağadan çekinmediğimden, bütün zamanların en iyi yönetmeni olarak selamlayabilirim kendisini. Başka Sinema gösterimleri kapsamında Kaurismäki’nin Umudun Öteki Yüzü isimli filmini izledik geçen hafta.
Hayatta en çok ihtiyaç duyduğumuz şey bu umut. İçinden umut geçen yazılar, filmler, aforizmalar, enstantaneler. Fakat bu kadar mı güzel umut vaat edilir? Merak etmeyin, burada spoiler vermeyeceğim tabii. Her filmini santim santim izlediğim Kaurismäki’nin sinemasıyla ilgili genel bir şeyler söyleyip, oradan konuyu bir cümleyle İstanbul seyahatime bağlamak ve nihayetinde de politik hayatımıza dair bir kıssadan hisse döktürerek bu yazıyı tamamlamak istiyorum.
Aki Kaurismäki yaşını başını almış bir yönetmen. Onlarca da filmi var. Eleştirmenlerin ve diğer ahkamcıların deadpan humor olarak adlandırdığı bir komedi türünde filmler yapıyor. Bu türü maalesef bir çalımda anlatamam size. Sadece espri yaparken dünyanın en ciddi şeyini söylüyormuş gibi davranan cool adamlar ve kadınlarla dolu bir tür diyeyim size. Ayrıntılı açıklamalar için siz de şu linke bakarsınız artık. Kaurismäki’nin filmleri sanki yer çekiminin görece az olduğu bir coğrafyada geçiyormuş gibidir. Heybetli Finli adamlar adeta ay yüzeyini adımlıyormuş gibi hafif ve esnek adımlarla yürürler. Filmlerdeki o cool tarzı ve lirik atmosferi yaratan şey biraz da bu yürüyüş tarzı ve beden dilidir.
Kaurismäki filmlerinde insanların ekseriyeti insandan ziyade bir “insan ideali”ne benzer. İbiş kılıklı, tiksinç birkaç kötü adam olsa da bu kötü adamlar başarısızlığa mahkum olur hep. Geri kalan ise elindeki üç kuruşu, üç kuruşu bile olmayanla paylaşan, insan gibi aşık olan, aşkının ve sevgisinin sorumluluğunu alan ve gerekiyorsa bu aşkların mevlîdini de vakar içinde okutan insanlardır. Kolayca ürkmeyen, şaşırmayan ve gereksiz yere konuşmayan, Diyarbakırlıların deyişiyle “kendini meymun etmeyen” insanlar.
Aki Kaurismäki filmlerinin en dikkat çekici tarafı da Finlandiya varoşlarında tecrübe edilen muazzam bir soyluluktur. Yoksul insanların çaresiz dünyalarından asaletle süzülen bir ruh soyluluğu… Bu hafta okuduğum bir röportajında Umay Umay, Kazım Koyuncu’nun ona, “bir an bile soysuz müzik yapma” dediğini söylüyor. Kaurismäki filmlerinde de işte Kazım’ın anlatmak istediği türden bir soyluluk hakim. Bu filmlerde hayat çürümenin ve yozlaşmanın her türüne direniyor. İnsanlar birbirini seviyor. Net bir biçimde. Korkunç kayıplardan çıkıp gelmiş Suriyeli bir mülteciyi, yumruğunu burnunun ortasına patlattığı dev gibi restoran sahibi de, Finli kadın garson da kısa sürede kardeş gibi bağrına basıyor. İnsanın kalbi ısınıyor Kaurismäki’yle.
İşte öyle. Kaurismäkiciğim hepimizin ihtiyacı olan ruh yüceliğini öyle ince, öyle derin, öyle hafif anlatıyor ki, Man Adası zombilerinin filan nasıl çirkin, nasıl aç, nasıl hoyrat olduklarını düşünüyorsunuz ister istemez.
İstanbul’dan dönerken hızlı trende tam önümde oturan, Kaurismäki karakterleri gibi iki yolcuda da gördüm bu zarafeti. Suadiye’deki kentsel dönüşüm mevzu üzerinden, tatlı tatlı flört ediyorlardı. Neredeyse bir buçuk saat sürdü bu sohbet. Fakat duyduğum kadarıyla bir telefon numarası bile istemediler birbirlerinden. Feysbukuma ekleyim seni demediler. Aynı semtteki bir pastaneyi sevdiklerini fark ettiler kurcalaya kurcalaya. “Rastlaşırız zaten” dedi adam. “Rastlaşırız” dedi kadın. Ciddi bir zahmete girmeyi, düzenli, düzensiz aralıklarla o pastaneye gitmeyi yani, göze aldılar. Adam gökkuşağı renkli çizgili bir külah geçirmişti kafasına. Külahın altından altın bukleler dağılıyordu sağa sola. İlk bakışta kesin olarak yabancı ve muhtemelen Danimarkalı sanıyordunuz. Ama işte birden bire -Denizlili olduğunu düşündüren- “yıkıcekler” filan gibi laflar ediyordu. Kadın da bir Aki Kaurismäki filmine alıp koyabileceğiniz bir kadındı. Tombik, gösterişsiz ama aynı zamanda yapmacıksız, özgüvenli ve etkileyici. Hiç kaçırmadığı bakışları ve sakin tebessümüyle dinleyen ve konuşan bir kadın. Onları göz ucuyla izlerken içim nedense umutla doldu.
Hayatı sımsıkı kavrayan inatçı bir umut ve ruh yüceliği şu sıra hepimize en çok lazım olan şey. Umudun yüzlerine sizin için bakmaya devam edeceğim. Bu da bizim tefrikamız olsun.
Sevilay Çelenk Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema bölümünde öğretim üyesi iken barış imzacısı olması nedeniyle 6 Ocak 2017 tarihinde 679 sayılı KHK ile görevinden ihraç edildi. Lisans eğitimini aynı üniversitenin Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünde 1990 yılında tamamladı. 1994 yılında kurulmuş olan ancak 2001 yılında kendini feshederek Eğitim Sen'e katılan Öğretim Elemanları Sendikası'nda (ÖES) iki dönem yönetim kurulu üyeliği yaptı. Türkiye'nin sivil toplum alanında tarihsel ağırlığa sahip kurumlarından biri olan Mülkiyeliler Birliği'nin 2012-2014 yılları arasında genel başkanı oldu. Birliğin uzun tarihindeki ikinci kadın başkandır. Eğitim çalışmaları kapsamında Japonya ve Almanya'da bulundu. Estonya Tallinn Üniversitesi'nde iki yıl süreyle dersler verdi. Televizyon-Temsil-Kültür, Başka Bir İletişim Mümkün, İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar başlıklı telif ve derleme kitapların sahibidir. Türkiye'de Medya Politikaları adlı kitabın yazarlarındandır. Çok sayıda akademik dergi yanında, bilim, sanat ve siyaset dergilerinde makaleleri yayımlandı. Birçok gazetede ve başta Bianet olmak üzere internet haberciliği yapan mecralarda yazılar yazdı.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Ağam biraz bağır, sesini kimse duymi!
Cumhurbaşkanı şimdilerde de “Haldeki bütün domatesleri vurun!” diye haykırıyor ve hal terörünü bitirme sözü veriyor. Millet bu hararetle domates, biber, patlıcan tanzim satış noktalarına itekleniyor. Bunlar yaşanırken annemizin muhalefet partisi lideri Kemal Bey ne yapıyor diye soracak olursanız, onu da kısacık anlatıvereyim.
Nereden biliyoruz hayatta olduğumuzu?
Ceylanpınar’da beş yaşındaki dördüz kardeşlerinin üşümesini belli ki kendi üşümesinden daha derin ve daha yakıcı bir şekilde canında, teninde hisseden 11 yaşında küçük bir kız çocuğu yaşıyor. Kendine kardeş doğan dördüz bebekleri, sevgisiyle kendisi de yeniden “seçmiş” bir kız çocuğu...
Beynelmilel bir mevzu: Erkekler, jiletler, saatler
Jilet olayında gördüğüm şu ki birçok erkek izlediğini anlamaya yanaşmayan bir katılıktan hareket ediyor. “Feminazi” olarak yaftaladıkları bir erkek düşmanlığının bu reklama hayat verdiği iddiasıyla, Gillette reklamı için demediklerini bırakmıyorlar. Reklamın bir kadın yönetmen tarafından yapılmış olması da feminist saldırı iddiasının dayanaklarından birini oluşturuyor.
Piano piano bacaksız... Sarayın kurt delikleri var
Gece gece sosyal medyada şöyle bir dolanıp Fazıl Say’a yönelik sayısız hakaretin sürüp gittiğini görünce, “Piano piano bacaksız, anlaşılan sen de bu ülkenin asıl sahiplerinden değilsin artık” diye sanatçımıza sempati yapmaya teşne, yeni bir yazıya da başlamış oldum. Allah sonunu hayretsin. Bir Fazıl uğruna...
Bizim mahalleye sesleniyorum: Senin ne o bıyık?
Birbirimizi başka türlü eleştiremez miyiz? Birbirimize katılmadığımız anlar olabilir evet ama bu denli öfkeli bir saldırganlık neden? AKP’nin kusur bıraktığı Gazete Duvar gibi mecralar da kapansın mı, yazıp çizmeye devam eden İrfan Aktan gibi gazeteciler de sussun mu? Ne istiyoruz?
Kadın katli ve Zeynep ve Buket ve Ceren
Ceren, Zeynep ve Buket öldü. Çoğumuz olayı tahlil ettik ve kenara çekildik. Tabii ki bu olaylarla, bu tekil cinayetlerle hiçbir ilişkimiz yok. Fakat bu cinayetlerin içinden çıktığı toplum yapısında, eğitim, hukuk, yargı sisteminde ve bu cinsiyetçi düzende hepimizin bir payı var.
Suriye, o güzel ülke...
Suriyeliler sevişiyor. Suriyeliler dans ediyor. Suriyeliler Taksim’de yılbaşı kutluyor. Niçin bu kadar şaşırıyorsunuz? Belki de o bildik, insani keyifler ve neşe anları sayesinde yeryüzünde bir anlığına olsun bir “yer”e kavuşuyorlardır... Belki de sevişirken yeniden “kir” filan değil, insan olduklarını hatırlıyorlardır. Belki de bunları sadece hayat ve beden öyle ya da böyle devam ettiği için pek düşünmeden yapıyorlardır. Belki de artık hiçbir şey düşünmek istemiyorlardır...
Birini sevmek neden bu kadar zor?
Birini sevmek hep ve daima zorsa, bir yandan zorluğu olabildiğince göze almak ama bir yandan da sevilmeyi, yani başkasının seni sevebilmesini bir parça kolaylaştırmak gerekiyor galiba. Zira yirminci yüzyılda türetilmiş bir mit olarak “olduğun gibi kabul edilme” mitiyle devam edemiyorsun. Öyle bir şey yok...
Azılı bir savunucu
Bir tarafta Gülnur Aybet, öte tarafta Sarah Jessica Parker... Azılı savunucu mu demiştiniz? Pehh. İşte size iki portre; “azılı” sözünün kimi daha iyi anlattığına da siz karar verin.
'Hükümet yatmadan önce bir papatya çayı iç'
Papatya çayı demiştik. Sakinleşmeye ihtiyaç var. Görmüyor musunuz? Altın arayıcıları gibi düzenli aralıklarla kazma kürek dalıyorlar toplumsal muhalefete. Altın değerinde bir muhalif kesim var bu ülkede, kökünü kurutmaya yeminliler zahir. Bir bakıyorsun Gezi demiş dalmışlar. Bir bakıyorsunuz başka bir şey bulmuşlar. Yıllar ve yıllar sonra hem de.
Herkes biliyor Cohen’in Everybody Knows şarkısını...
Siyasetin ibişinin çıkarıldığı bir ortamın yazmaya sevk ettiği konu, Selahattin Demirtaş ve Sırrı Süreyya Önder’in alelacele İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi önüne getirilen ve onanan hapis cezaları. Bunun neden şimdi olduğunu herkes biliyor. Herkes biliyor Leonard Cohen’in Everybody Knows şarkısını...
Türkiye umrunda mı senin hacı?
Ne anlatacağım? Çankayalılar, dostlar, hacılar! Krem tabakalarınızı biraz eritin de şu ülkenin umrunuzda olduğunu gösterin yedi düvele.
Peki sizi ne bağlar hacı?
Gündemin yarattığı bu anksiyete ve kimseyi hiçbir şeyin bağlamadığı bu post-demokratik siyaset toplumu tadımızı tuzumuzu kaçırdı ve de insicamımızı tümden bozdu. Bir filmin kollarına, bir müziğin ritimlerine insan kendini bırakamıyor. Gerçekten yani, “Is this the real life?” Bismillah...
Mutsuz kalaydın be hacı... O gemi bir Tiktok
Laf dönüp dolaşıp AKP karşıtlığına ve özel olarak da Kürt meselesine getiriliyor. Sonra da hızla “Hepimiz aynı gemideyiz” tiradına, diğer bir deyişle “Hepimiz kardeşiz” türküsüne bağlanıyor. Hiçbir kele merhem olmayan eski bir türkü... Hani Behzat Ç.’yle Tiktok’un ne ilgisi var derseniz, ilgisi bu...
Öksüz baba, çirkin kral
Çirkin Kral Efsanesi, Yılmaz Güney’e olduğu kadar belgesele de çekincesiz bir iltifattan bizleri alıkoyan “paranteze” dokunmuyor. Yılmaz Güney’in o parantezden çok daha “fazlası” olduğunu kabul ettiği gibi, o şiddet parantezinin, Yılmaz Güney’le ve sinemasıyla sonsuza dek aramıza girecek bir “fazlalık” olduğunu da kabul ediyor.
Cumhurbaşkanına itaati farz sayan 'the Rektör'
Bir rektör çıkıp, cumhurbaşkanına itaati ferah feza “farzı ayn” olarak tarif edebiliyor. Pek iyi, pek ala... Fakat onu öyle bırakmayalım. Biliyorsunuz onlar bizi öyle kolay bırakmıyor. İhraç ediyor, paşaportlarımızı iptal ediyor, karda kışta, “kış lastikleriylen” aynı torbaya koyup, “medeni katillerin” önüne atıveriyorlar.
Zamanın çoktan beri beklediği bir cinayet
Kaşıkçı cinayeti, “post-nizam dünyası”nın bir semptomuydu. Çağcıl dünyanın adeta son “nizam” evreni olan diplomatik bir temsilcilikte vuku buluyor, orayı da yerle bir ediyor ve çoktan işlenmiş bir vahşetin alenen sergilendiği mekana dönüştürüyordu. Başkonsolos bu nedenle o komik yüz ifadesini takınıyor ve mealen söylersek, “Buyrun bakın, burada kimse yok” diyebiliyordu.
Veliler ve Whatsapp grupları
Bazı arkadaşlarımın veli whatsapp gruplarıyla serüvenine tanık olunca ve evvelsi gün de bir feysbuk arkadaşımın bu gruplardan tatlı tatlı şikayet ettiğini görünce şu konuya hiç değilse şu köşeciğimde bir el atayım dedim... Hakikaten oralarda what’s up sayın okurlar?
Çok acı var...
Bir ülke düşünün ki başkentin göbeğinde aralarında sekiz yaşında bir çocuğun da bulunduğu 103 sivil insan paramparça edilmiş ve birinci, ikinci ya da üçüncü yıl anmalarına hiçbir devlet yetkilisi katılmamış olsun. Kayıp yakınları acılı aileler ve yurttaşlar her anmada engellemelerle karşılaşsın...
Köln Camii’nin aynası ve kibirli haksızlık
Allah’ın FAZ’ına bakın... Almanya’nın göbeğinde tekbirlerle yeri göğü inleterek -ve sanki Almanya’ya rağmenmiş, bu da mümkünmüş gibi göstererek- açılış yapıldığını bile göremiyor. İpotek ne, hayal kırıklığı ne, DİTİB’in bağımsızlığı ya da uyum ne? Naif naif söylemler... Neyse kaç haftadır sürdürdüğüm ciddi yazar çızgımı bu yazıda da bozmayayım.
Gerçekten bilmek istiyor muyuz?
İsmail Devrim’in intihar haberi kutuplaşma iklimi ve nefret dili içinde medyaya konu oldu. Geçim sıkıntısının yol açtığı bir umutsuzluk nedeniyle intihar edenlerin sayısının sadece geçtiğimiz yıl 233 olduğuna dair haberleri düşündüğümüzde, bu dil üzerinde durmak da çok önemli bir hale geliyor.
Karşı mahalleye Sabah ziyaretleri
Röportajlar belirli bir düzen çerçevesinde takip edildiğinde hemen hepsinin millilik ve yerliliğe ya da Osmanlı’ya sık referanslar içeren bir biçimde tarihsel ve toplumsal değerlere vurgu yaptığı ve “Cihangir solculuğu" olarak etiketlenen halktan kopuk bir sol pratikten şikayetçi olduğu görülebilir... AKP'nin bir zamandır yükselttiği kültürel iktidar talebi ve kuruluşundan bu yana kültürel hegemonya için sürdürdüğü mücadele bağlamına yerleştirilmeksizin bu röportajların anlaşılması pek mümkün değil.
Cumhuriyet kalesi kimden geri alındı?
Cumhuriyet, birkaç gündür ardı ardına istifa eden ya da işlerine son verildiği bildirilen değerli bir gazeteci kadrosu sayesinde yaklaşmayı başardığı, Kürt meselesinin barışçı çözümü perspektifinden çekilip koparıldı. Olan sadece bu da değildi. Cumhuriyet, Alevi meselesinde -aslında zaten bir türlü layıkıyla yaklaşılamayan- eşitlikçi, ayrımcılık ve asimilasyon karşıtı perspektiften de büsbütün uzağa düştü.
Mahcubiyet çağının külliye(n) kapanışı
Mahcubiyet çağının külliye(n) kapanışı 30 Ağustos’a denk geldi. Allah için ben bu kapanış esnasında peştamalı püsküllü çeşnicibaşı felan görmek isterdim etrafta, fakat göremedim. Pataşur içinde Çerkez tavuğu, tartalet içinde Hatay usulü humus vardı. Bir Kavuklu ile Pişekar olmadığı gibi, Fransız olduğumuz onca içeceği damıtan Bouvard ile Pécuchet gibi Bilirbilmezler de yoktu ortalıkta. Ay zaten niye olsunlardı?
Sabuuun
Nenem uzata uzata ”Sabuuun” dediğinde, tilkinin çıkardığı sese fonetik olarak yaklaştığını zannediyordu belki. Belki tilkilerin sabundan korktuğunu sanıyordu... Belki de o sabun bizim bildiğimiz sabun bile değildi. Kim bilir, göçüp gitmiş hangi dilin ardında bıraktığı bir kelimeydi. Şu günlerde et yemekle ilişkili bazı sosyal medya paylaşımlarına rastlayıp durdukça bu anılar aklıma hücum etti...
Ailenin ve ülkenin 'dış' düşmanları
Yüksek çitler ve duvarlar arkasındaki lüks malikanede, karısı ve üç çocuğunu “korumaya” alan baba ve onunla tam bir işbirliği içindeki anne, işi öyle abartıyorlar ki, tehlikeli ve düşman “dış dünyanın” çocuklarına belki de hiçbir zaman yaşatmayacağı kötülükleri bizzat kendileri yaşatıyorlar. Elbette adım adım geliyor kötülük.
Ve gemi gidiyor
Gemi güzel bir metafordur fakat hayra delalet etmez pek. Hayat ne zaman bir gemiye benzetilse, hep biraz daha ertelenmek istenen o son ve dönüşsüz yolculuk kelimelerin altından başını kaldırır. Vatan bir gemiye benzetildiğinde de tufan kapıda demektir.
Yeni Türkiye’nin imgeleri
İstanbul’un fethinin yıl dönümünün kamyon geçidiyle kutlanışını gösteren havalimanı fotoğrafı ile Karatay piknik arazisinin fotoğrafını yan yana koyun. Geçip karşıya uzun uzun bakın. Ben öyle yaptım. Hatta bir Taksim Meydanı fotoğrafı ile bir TOKİ konutları fotoğrafını da yanlarına dizin. Askeri nizam dizilim, yayılım ve dağıtım. Yeni Türkiye’nin estetikle imtihanı da böyle nihayet buldu anacım.
Parmakla gösterilen ülkede yaşama sanatı
Çiçeği burnunda bakanımız, yakın bir gelecekte dünyanın parmakla göstereceği bir ülke olacağımızı söylemiş. Berat Albayrak. Oysa uzunca bir zamandır parmakla gösteriliyoruz zaten. Öyle ya, dünya üzerinde kaç medeni ülke, din adamı olsun, gazeteci olsun, başka ülke yurttaşlarını casus diye, aylar hatta yıllarca hapiste tutuyor? Sonra bir telefon ya da sert bir tivit üzerine bu insanları serbest bırakırken de, haksız yere hapis yatılmış onca ayın hesabını vermiyor. Var mı böyle bir ülke?
İyi şeyler asla ölmez
On dokuz yılını geçirdiği hapishanede başardığı daha birçok şey yanında, o tüneli kullanarak kaçmayı da başarır. Hapishane arkadaşı Red (Morgan Freeman) onun ardından hikayesini anlatırken, “Andy saatlerce bir lağım ırmağında süründü, fakat öteki uçtan çıktığında tertemizdi” der. Öyledir gerçekten de. Zira kir ve pislik insana dışarıdan bulaşamaz... Bunu bir kez daha anlarsınız.
Bu devirde kimse şah değil padişah değil
Bir amfi tiyatro konserinde Sibel Can dinlemek isterdim doğrusu. Ruh halime çok uygundu. Fakat ne zaman, bu konsere gitmek istiyorum desem, alay konusu oluyorum. “Yaw bırrrak yawww. Ne Sibel Can’ı yaw” diyen bir protesto ile engelleniyorum. Oysa ne güzel dalga dalga yayılır, karşı sahile vururdu sesi: “Bu dünyada kimse şah değil, padişah değil” diye diye...
Memleket değil derya kuzusu mübarek
Özel sektör çalışanları veya serbest olarak en az beş yıl çalışmış olanlar da artık şerif, pardon ya, vali olabilecekmiş. Herkeşin herkeş olabileceği bir ülke, süzme eşitlik yatağında demokrasi püresi...
Küçük Ayla vakasından Leyla’ya... Kayıp çocuklar
Şiddet ve istismar hep güç ilişkileri içindeki eşitsizlik ve adaletsizlik sonucu ortaya çıkıyor. Toplum ve kültürün bu ilişkilere açtığı alan da kolaylaştırıcı etkide bulunuyor. Bu yüzden de bu suçların işlenmesini önlemeye çalışmanın yolu, cezasızlıkla linç arasındaki o geniş alanı etkin sosyal politikalarla, eğitimle, adalet ve eşitlik mücadelesiyle, ayrımcılığın reddiyle doldurmaktan geçiyor. Başka yolu yok.
Bir kapalı oda muamması olarak MHP’nin yükselişi
Diyelim ki seçmen AKP’ye ve Erdoğan’a kızgın, peki böyle bir kızgınlığın, şu bitemeyesice müstesna konjonktürlerimizin en istisnaisinde yöneleceği yer niye MHP olsun ki? Ha Ali Veli, ha Veli Ali, değil mi ama? Sabaha kadar bu meselelerle uğraştım, kapalı oda muammasını çözdüğünü sandığım her kanıtı da bizzat kendi elceğizlerimle çürüttüm...
Başkasının evladının hayatı
Sosyal sınıfını, etnik kimliğini ya da dinini merak etmeksizin ve yaşının başının, gülümseyişinin, kendi evladına benzediğini düşünmeksizin, hatta bir evladı bile olmaksızın, başkasının evladının hayatı için tasalanabilmek çok önemli bir meziyet. Herkeste maalesef yok. Kendi evladının tırnağı taşa değse içi kıyılan anneler ve babalar, başkasının evladının hayatını kartondan sanıyor.
Simitti, Tatar böreğiydi derken, bir 'keklenme' hadisesi
Bu işte bir hayınlık seziyorum. Sayın Cumhurbaşkanının onca danışmanı haydi şu sıra bir işe yaramıyor, onca insan, “Efenim bu vaatler biraz sıkıntılı, prompter 1970’li yıllara takılmış olabilir” filan da demiyor mu?
Camdan konuşanla candan konuşanlar bir olur mu?
Muharrem İnce ülkenin dört bucağında benimsenmiş görünüyor. Candan bir konuşma tarzı var. İnce dün Ankara’daydı. Prompter'dan başka rakip tanımadığını, camdan değil candan konuştuğunu söyledi ki hakkı vardı. Selo Başgan’ın da prompter’a karşı ketılı var. Tivit (kayn)atabiliyor bu ketıl. Türkiye siyasi tarihine adını “altın ketıl” olarak yazdırdı çoktan...
Üsluba katılmıyorum ama...
Dildeki şiddetin bir üslup meselesinden ibaret olduğunu düşünemeyiz. Üslup hiçbir zaman sadece üslup olmuyor çünkü. Yazı söz konusu olduğunda üsluptan soyunan ve üslubun değmediği bir içerik tasavvur edilemez bence. Sert, indirgemeci ve üslup olarak yanlış bir yazının içeriği de ne yazık ki bu üslupla birlikte şekillenir. ....
Güzel gülen kazansın
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı son yıllarda şöyle ağız dolusu bir kahkahayla geriye doğru savrulurken gördünüz mü? Ben görmedim Allah için… Kul için de görmedim. Bilemiyorum, belki gençken onlar da öyle, başlarını geriye atarak gülüyordu. Derin bir nefes alarak…
Hermes’in çantası ve kraliçenin ayakkabısı
Buckingham'ın aksine Hermes çantaların, Beştepe’deki beyaz çayların, yakaya takılan su sineği broşların yüksek maliyetini masalsı magazin sayesinde normalleştirerek, ulusal eğlence harcamalarımıza da dahil edemiyorsak, napıcaz?
Selo Başgan ketıl diyor, herkeşler yıkılıyor...
Selocan biraz sofistike bir karakterdir. Öyle flat karakterlerin espritüelliğini dümdüz anladığımız gibi anlayamayız onun espri tarzını. Diyor ki mesela “Açılış seviyor, hiçbir açılışı kaçırmaz. Gazoz açacağız deseniz, koşar gelir.” Az önce de “Ketılda arıza vardı, onun için geciktim. T A M A M” dedi. Ne yaptı etti, geri kalmadı.
AKP’den seçim arifesinde şekerrenk işler!
Bu kadar yerli ve milli bir konuyu, seçimlerin arifesinde AKP’nin gündemine sokan, onunla da yetinmeyip satışı gerçekleştirmeye yönelten akıl nasıl bir akıldır? Üstelik de seçim baskın bir seçim olarak memleket insanının cinini başına çıkarmışken bu ihaleler neden durdurulmamıştır? AKP kendi bacağına mı sıkıyor, yoksa bacak kesmiyor da doğrudan bir Rus ruletine girip kafasına mı sıkmak istiyor? Naapıyor bunlar? Yine mi kandırılıyorlar?
Gemi batmadan bir şey olsun...
Ciddi olmak lazım, muhalefet partileri iyi birer adayla 24 Haziran seçimlerine ayrı ayrı gitmeli. İsimler belirlenirken de özellikle seçimin ikinci tura kalması ihtimali ciddiyetle ele alınmalı. Birçok kişinin yazdığı ve söylediği gibi, ana muhalefet partisi olarak CHP, ikinci turda muhalefetin farklı kesimlerinin ve Kürtlerin oyunu alabilecek itibarlı ve güven verici isimler üzerinde düşünmeli.
AB Komisyonu İlerleme Raporu'nu aslında kim yazdı?
AKP’nin “siyasi oburluğu”. Yazın bir kenara... Olay bitmiş mi, bitmemiş mi bu özet çalışmam aracılığıyla kararınızı kendiniz verin artık. Fakat İlerleme Raporu'na ilişkin yeni bir “höykürme” beklemeyin. Kimsenin bir şikayeti yok, öyle görünüyor.
Dizilerin asap bozucu dili: O iş kimde?
İstanbul kırmızısı, ahşap kırmızısı, yakından hiç görmesem de hayatımın en sevdiğim kırmızısı Hekimbaşı Salih Efendi Yalısı’nın cinai parçalanmasından yola çıkıp, yalılarda ve konaklarda geçen dizilere ve bu dizilerin katlettiği Türkçe’ye ulaştık. Kimse "Ne ilgisi var" diyemez. Hepsi birer cinayet mahalli. Ufak tefek cinayetler... Türkiye’de tarih de, dil de güvenlik şeritleriyle çevrili mahallerdir.
Çatlatıp patlatan bir tarz-ı siyaset
Çatlasak da patlasak da yıktılar işte. O değil de, son olarak kaç yaşımda “çatlayın patlayın”lı bir cümle kurduğumu epeyce düşündüm bugün. Hatırlayamadım. Çocukken -Diyarbakır’ın kırmızı bir toz tabakasıyla kaplı dar küçelerine değil de sanki Kraliçe Elizabeth’in torunları olarak Buckingham Sarayı'nın bahçesine çıkacakmışız gibi- saçımızdan tırnağımıza kadar terbiye edilmiş olarak sokağa salınırdık. Böyle laflar edemezdik biz.
İyi insanları korkutmak bir işe yaramaz...
Bahar kapıda, biz hepimiz okulumuzdaydık o gün. “Hayır gitmiyoruz, buradayız” demiştik zaten... "Önce Mülkiye’yi kazanacağız" da demiştik. Sağınıza solunuza, doğunuza batınıza o kadar da güvenmeyin yani...
Depresyonda bir ülke
Eline çırayı geçirmiş memleketi bir ucundan diğerine tutuştura tutuştura ilerleyenleri gördüğünde, “kapıyı ört de içeri duman girmesin” demekle yetinen, hatırı sayılır bir depresif nüfus var bu ülkede.
Kadın arkadaşlar hiç eksik olmasın...
Yakın kadın arkadaşlıklarının önemli bir kısmı bir vadede tüketilir genellikle. İstisnai bazı arkadaşlıklar ise defalarca askıya alınsa da askıdan indirilme zamanı geldiğinde aynı yumuşacık ve mis gibi lavanta kokusuyla sımsıkı sarıveririr insanı. Sözüm o sarmalayışlardan dışarı…
Hişşt ses etmeyin, bu riya bozulmasın!
Hülya Koçyiğit sonuna kadar özgür bir ülkede yaşadığımızı beyan ederken, vekilliği düşürülen onca HDP’li siyasetçiyi görmüyor tabii. Bir halk otobüsünde, Cumhurbaşkanına hakaret içeren bir sohbet yürüttüğü gerekçesiyle ihbar edilerek, gözaltına aldırılan kadından da söz etmiyor. O bir star; kendi civarına, kendi aile efradına bakıyor, maaile özgür olduklarını görüyor. Daha ne görsün?
Kadınlar ve bizzat 'kendi'leri
Madenli kadınlar kocalarından söz ederken “kendi” derler. Nasıl mı? Şöyle: "Kendi geldi,” “kendi dedi ki biraz uzanacağım.” Aynı Madenli kadınlar başka kadınların kocasından da “gişi” (kişi) diye söz ederler: “Gişisi gelmiş,” “gişisi ona kızmış,” “gişisini araba basmış (araba ezmiş yani)”. Kendi ve gişi (kişi) diyorlardı sonuçta. Erkeklerin hepsi bihakkın birer şahıstı yani...
En hayatisinden bir tutunma meselesi
Bence yetenek sandığımızdan daha cömertçe dağıtılmış bir şey. Ama her dört yetenekli kişiden üçü, yeteneğini hezimete dönüştürüyor. Oysa yetenek yetmez. Yetenekte sebat çok önemli. Mesele en nihayetinde bir “geçim” meselesi değil aslında, en hayatisinden bir tutunma meselesi. Bütün dünya yollarına dikilse de, iyiler bir yol bulsun ve tutunsun istiyor insan...
Saraydan post kaçırma
Sansürden Youtube ve Periscope yayınlarının da nasipleneceği çok açık. Herhangi bir yurttaşın kişisel sosyal medyasındaki dostuna ve postuna bile nefes aldırmayan bir gözetimin bu mecraları serbest bırakacağını sanmıyoruz değil mi? Sıkıysa biri feysbuk ya da tivitir’da hoşa gitmeyen bir paylaşımda bulunsun, saraydan “post” kaçırmaya kalksın bakalım...
TTB’yi değil, tbt’ni paylaş: Tatlı Perşembeler!
En iyisi TTB olayına gireceğime tbt olayına gireyim. Behemehal biliyorsunuz, bugün perşembe. Throwback Thursday: Perşembe nostaljisi. Instagramcılar yapıyor bunu daha çok. Biz de yazıya uyarlayalım o zaman. Geçmişe bakalım; bugüne fazla dikkatli bakamıyoruz, gözlerimiz de hayatlarımız da yanıyor bakınca. Anladık. Geçmişe bakalım o zaman. Ne demiş üstat John Steinbeck, “Bir insan kapana kısılmışsa ve seçme şansı yoksa, kapanın içini dekore etmeye girişir.” Maksat “Tatlı Perşembe”ler olsun.
Afrin’i yaz(ama)mak
Bu hafta yazmak istediğim halde Afrin’i yazamadığım gibi, başka ne yazacağıma da karar veremeyince, kaçınılmaz olarak bir öz-sorgulamaya sürüklendim. Eşime “Sence ben Duvar’da ne yazıyorum” diye sordum. Arkasından gelecek soruyu da devamındaki tantanayı da pek kestiremediği için, “Ya, yazıyorsun işte güzel güzel” diye cevap verdi.
Kardeşini terk edenin yalnızlığı
Nedense Grímur Hákonarson’un “İnatçılar” isimli filmini izlerken Kiddi Kürt, Gummi ise Türk’müş gibi geldi bana. Gummi’ye demek istedim ki, “Hey Gummi, eğer bu Kürt kardeşinle yürüyecek bir yol, onunla konuşacak bir dil bulamazsan, ömrün boyunca da yanında kendinden, kendi gölgenden başkasını bulamazsın. İnsan kendi kendine dostluk edemez.”
Ankara’ya vaat edilen 'gölge'
Ankara’nın bir “şehir” olarak görece kısa tarihinde, direnişlerin “kadim” kucağı olmuş bir bahçeyi cepheleyen iki özel binadan birini yıktılar... Tarihimizde, belki de dünya tarihinde benzeri görülmemiş bir biçimde, bu binanın yanı başındaki bir anıt, İnsan Hakları Anıtı, aylar var ki kuşatma altındayken hem de. İnanabiliyor musunuz? Böyle bir dönemde Ankara kamuoyunu hiçe sayarak, bu yıkıma imza atanlardan her şeyi beklerim ben ve hiçbir şey beklemem...
Bu daha birinci yılımız
Kampüsten atılınca eve filan dönmedik biz, elimizden geldiğince kampüsü sokağa taşıdık. Zaten gözü, kulağı ve bir ayağı hep sokağa bakanlar atıldı o kampüslerden. Bizleri atarak hiç iyi etmediklerini, ancak ve ancak sözümüzün menzilini genişlettiklerini göstermek de boynumuzun borcu olsun.
Hayat sen ne kadar güzelsin...
Kırılmış bir bilek... Çok da ciddiye alınacak bir şey değildir belki. Fakat ben o gün hayatın incecik olduğunu, bir cam sanatçısının ateşten alarak zar gibi incelttiği cam kadar kırılgan olduğunu, çok derinden anladım. Her an tuzla buz olabilecek bir şey. Bedensel bütünlüğün ve “engelsizliğin” ürkütücü gelip geçiciliği. Derslerde teorik olarak değinip durduğumuz, “yaralanabilirliğin” ve “kırılganlığın” her dakika çok yakınımızda olduğu...
Vatan sizden büyüktür!
Bizde artık hiç mi hiç işlemediği için ABD’de işleyen yargı süreçlerini memnuniyetle izliyoruz diye, “cezasızlığın” ilanihaye sürmeyeceğine seviniyoruz diye, “yetiş ya Amerika” dediğimizi kim, nereden çıkarıyor? ABD’de devam eden yargı sürecinin ortaya döktüğü bilgilerle, iç politikadaki kirlenmişliği, yozlaşmayı ve her türlü hak gasbını göstermeye çalışmak başka bir şey, ABD’ye siyaseten bel bağlamak ve ondan kurtarıcılık beklemek bambaşka bir şey.
Büyükelçinin tatlı vedası ve bizim komploculuğumuz
Bir arkadaşım İngiliz büyükelçisinin "Keşke bu kadar komplo teorilerine inanmasanız” sözlerine, “Oradan inanmamak kolay tabii… gel de buradan inanma!” diye cevap veriyor. Öyle, oradan inanmamak kolay…
Nesebi karışık bebekler
Rüyalarımızın muhakkak hakiki yaşantılarla bir ilişkisinin ve anlamının olması gibi, bir tür kolektif rüya veya kolektif fantezi olan televizyon dizilerindeki nesep karışıklığının da bir anlamı yok mu? Evet, Kemalettin Tuğcu’da da bu vardı. Yeşilçam’da da vardı. Yabancı dizilerde de var, hep vardı. Hep. Fakat şimdi bu ifrada vardırılmış nesep karışıklığı meselesiyle daha kaç yıl idare edeceğiz? Yok mu başka olayımız, başka bir entrikamız?
Zarrab davasını dürümlesek de mi yesek yoksa dürümlemesek mi?
Zarrab kişisi kolay kolay FETÖ’cü olarak dürümlenip paketlenemezse, olaylar bir süre daha A Haber mantık silsilesi içinden yorumlanacak demektir. Kıskanç eski dünyanın yemeyip içmeyip yeni Türkiye’nin kuyusunu kazdığı mantığı. Bu da bir mantık da, gideri tıkanmış gibi geliyor bana...
Doktor doktor kalksana!
Olaylar Avustralya’da geçtiği halde, Doktor Doktor dizisinde zaman zaman neredeyse kendi hikayemize bile rastlıyoruz... Hugh mesleki başarısında, bu başarıya rağmen kurtulamadığı tutunamamışlığında, narsisizminde ve kırılganlığında çok ikna edici. Doktor Doktor’da mekanlar, kostümler ve iç dekorasyon kadar tasarruflu bir oyunculuk da var. Binali Yıldırım’daki gibi su katılmamış bir inandırıcılık...
Hayat aktı ben baktım
Bu da böyle “hayat akışı” tekniğiyle yazılmış bir yazı olsun. Sonuçta Virginia Woolf değiliz ki bilinç akışıyla yazalım. Bizimkisi hayat akışı…
Melih Başgan ve haleti ruhiyesi
Melih Başgan’la hayatımızın postmodern görelilikle damardan flörtleştiğimiz ve henüz bu kadar azapla sınanmadığımız bir evresinde karşılaşmış olsaydık, bir tarihsökücü, betonatıcı veya kitlesel binadikimci olarak ilginç bile bulabilirdik kendisini. Fakat zaman öyle bir zaman değildi. Hiç sevmedik kendisini…
Sıkıcı bir yazı
Adamakıllı sıkılsak belki bir şeyleri değiştirecek gücü de buluruz. Yoksa daha böyle çok bekleriz. Gökçek bir musibet çıkarsın. Kılıçdaroğlu yumruğu masaya indirsin. Akşener orta sa(ğ)hadan vurup götürsün. Olmuyor. Olmaz. Biraz daha sıkılacağız. Mecbur…
Biz birbirimizin umrundayız beyler!
Kimsenin umrunda olmadığımız bu körkütük zamanlarda, biz birbirimizin daha çok umrunda olmak zorundayız... Birbirimiz derken de eşitliğin ve adaletin sağlandığı ortak bir bugün tasavvur eden, özgür ve barış içinde yaşadığımız bir gelecek düşü kuran ve bu yöndeki toplumsal mücadelenin bir ucundan tutmuş olan herkesi kast ediyorum.
Çok fena yenildik Mehmet…
Ankara Gar Katliamı bu ülkenin tarihinde zulmün ve vicdansızlığın yazdığı bir utanç sayfası olarak kalacak hep. Öncesiyle, olay anıyla, sonrasıyla ve üzerinden tam olarak iki yılın geçtiği bugünüyle, bir utanç sayfası...
Kimse kendi evinde değil
Tıkış tepiş valizlerimizle öylece bekliyoruz. Bir şey olacak da biz o valizleri açıp köşe bucak yerleşeceğiz. O “bir şey” hiç olmuyor. O bir şey ne aslında onu da bilmiyoruz. Fakat yerleşemiyoruz da. Evimizde olamıyoruz. Kimse kendi evinde değil...
Ateyizler, gasteciler... Bir de o ne güzel öpüşme öyle!
On bir aylık tutukluluktan sonra tahliye olan Kadri Gürsel, mahcup bir askerin aşırı tatlı kaçırdığı bakışlara ve arkadaki komutanın ne yapacağını bir parça şaşırmışlığına filan aldırmaksızın yeni kavuştuğu karısıyla öpüşüyor. Bir çok kişinin söylediği gibi umudun, aşkın ve direnişin fotoğrafını veriyor bize...
Babam, bizim oralar ve Hatun Ana...
Babamı defnetmemizin üzerinden henüz iki ay geçmeden, Aysel Tuğluk’un anacığının cenazesi, tesadüfen var olmayan, münferit olmayan ve “çok eskiden tanıdık” linççi bir güruhun saldırısına uğradı. Hatun Ana’nın oraya defnedilmesi halinde mezarı açmak ve cenazeyi parçalamakla tehdit ettiler… Bu zehirli iklimin ve bu linç kültürünün de tarih boyunca çökelmiş katmanları var. Beş on kendini bilmez tarafından bir anda gerçekleştirilmiyor bu saldırı.
Çıtır aileler, hayalleri ve gençler
Günümüzde artık çekirdek aileler yok, çıtır aileler var. Çıtır ailede anneler anne, babalar baba, çocuklar da her daim çocuk kalıyor.
Onlar henüz yaşıyorken...
Meselemiz, Nuriye Gülmen’in Ankara’da Yüksel Caddesi’ndeki İnsan Hakları Anıtı önünde başlattığı ve sonraki günlerde Semih Özakça’nın da katıldığı oturma eylemine, cüssesinin olanca iriliğiyle yanıt üretmekten hiç imtina etmeyen bir iktidar kullanımı. Bir orantısızlık, bir adaletsizlik... Sözünü ettiğim adaletsizlik yine de kalp kırmaktan, acı çektirmekten ya da toplumun azımsanmayacak bir kesimini her sabah ağzında berbat bir pas tadı ve kötü bir hissiyatla yaşamaya mahkum etmekten kaynaklanmıyor.
Atlet ve kefen arasında siyaset
Gerçekleri gizlemeye elverişli kılıflar her zaman var. Siyasetin gündemini belirleyenler bu kılıfların birini ya da diğerini kullanmakta hiç beis görmüyor. Atlet olsun, kefen olsun olayın ciddiyetine göre biri ya da diğeri meydana çıkarılıp “tereddütsüz” dalgalandırılıyor... Son hadisemizde her ne kadar atleti Kılıçdaroğlu giymiş olsa da, bu atleti semalarda dalgalandıranlar yine AKP’liler oldu.
Sana niçin güveneyim sayın komisyon?
Şimdi bir komisyon çalışmaya başlayacak ve herkesin hakkını teslim edecek öyle mi? Kendi adıma salaklığa varan bir “idealizm”le yıllar yılı akademisyenlik yapmış biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: "Hiçbir terör örgütüyle, yapı ya da oluşumla en ufak bir bağımın olmadığı ve olamayacağı kolaylıkla anlaşılabilecek ve kanıtlanabilecek bir konu iken, hakkımda bu yönde açılmış herhangi bir soruşturma da yokken, yanlış ve yanlı bilgi ve bilgilendirmeler ile mesleğimden son derece haksız ve hukuka aykırı bir biçimde çıkarıldım ve kamu görevinden men edildim" cümlelerini, bir itiraz dilekçesine yazmam gereken her yerde, sadece ve sadece midem bulanıyor artık…
Cinayeti kör bir kayıkçı gördü
Türkiye’de üniversitenin başına gelenler arasında en vahimi Cebeci ve Sıhhiye’de yaşananlar değildi hiç kuşkusuz. Fakat bizler bir “cinayet”in görgü tanıklarıyız. Herkes kendi gördüğü “cinayet”i, herkes en iyi bildiği “kötülüğü” anlatmak zorunda. Bizim en iyi bildiğimiz kötülüklerden biri “Cebeci çukuru”nda gerçekleşti. Herkes kendi kurumunda olanları bir an önce anlatmaya başlamalı.
Bu veletler memleketi hamuduyla götürür
Haberleri dikkatli bir gözle izlediğinizde, genç ya da yaşlı “sıradan” insana kötücül etiketler yapıştırmada ne kadar mahir olduklarını görebilirsiniz. Bilhassa çocuklar söz konusu olduğunda, baklava olsun, ekmek olsun gizlice alan çocuğu nasıl hunhar biçimde teşhir ettiklerine şaşar kalırsınız. Oysa aynı bonkör saldırıyı vicdansızlığın asli kaynağı olan iktidar odaklarına asla göstermezler. Oralarda kimseye kolayına hırsız, uğursuz demezler...
AKP’nin memur hıncı ve KaHeKa canavarı
KaHeKa’larla inşa edilen yeni düzenin hınç birikimi birçok farklı yerden örneklenebilir. Ben şu “memuriyet” meselesini kısaca bir didikleyeceğim. Şöyle başlamak isterim: Nedir bu memuriyet hıncı kardeşim? “Memur” ve dört başı mamur değilsiniz diye babalar kızlarından uzak mı tuttu sizi? Sevdiğiniz kadın evkafta bir memur için sizi terk etti de arkasından gayya kuyusu gibi bir bilinç dışı mı büyüttünüz, ne oldu size?
Korkarım kimse bizi kıskanmıyor
“Düşman dünya” meselesinin bir tarafında siyasi iktidarların ağır istismar politikaları varsa, diğer tarafında da kendimize vehmettiğimiz önem var. Oysa ne her şeyin etrafında dönüp durduğu bir merkeziz ne de o kadar önemliyiz. I am çok sorry vallahi ama bir şey daha söyleyeceğim; kimsenin bizi kıskandığı filan da yok. Almanlar bizi gerçekten kıskanıyor mu acaba diye bir dizi sokak röportajı yapmış birileri. Bence üşenmeyip bir izleyin de görün ne menem bir kıskanmakmış bu...
Kendimizin ve başkalarının hakikatini tanımak
Hakikatin peşinde koşmanın ödüllendirilmediğini ve hatta bu çabanın er ya da geç bedelinin ödetileceğini bildiği halde vazgeçmeyenler iyi ki var. Her şeye rağmen şu dünyada zulmün zincirinin kırıldığı ve insanlığın düşük yıldızının parladığı anlar onlar sayesinde mümkün oluyor.
Teferruat olarak hayatlarımız
Hülya Koçyiğit bir çırpıda, “onlar gazeteci filan değil” minvalinde laflar ediyor! Her yazı yazana gazeteci mi diyeceğiz gibisinden laflar. Bayâ bayâ “terörist onlar” diyor sanki gazetecilere. Hadi diğer birçoğunu tanımaz ve hapisteki üç gazetecinin adını bile sayamaz belki; sayamadığı için de kimse yadırgamaz onu. O bir Hülya Koçyiğit ne de olsa. Fakat Kadri Gürsel’i de mi bilmiyor?
Adalet Yürüyüşü ve tenezzül edilen şeyler
Bunca yıllık iktidardan sonra bile muhalefetin her adımına, demokratik itirazın her biçimine en berbat biçimlerde dil uzatmaya tenezzül ediliyor. Tenezzül... ne kadar da geniş bir söz yelpazesi içinde yer alıyormuş meğer; menzil, nüzul, nevazil, tenzil, tenzilat zül... Daha nasıl esef edilebilir ki bu duruma? Bilcümle komşu ve akraba söz topluluğunu şuraya dizdim. İstediğinizi alın ve onunla esef edin diye.
Türkiye'yi kötü gösterenler
Valla biz gittiğimiz ya da bulunduğumuz her yerde bu ülkeyi, eleştirel, açık fikirli, alanlarındaki her tartışmadan her biçimde haberdar, ondan sonracıma elinden geldiğince şık, zarif ve bakımlı akademisyenler olarak “çiçek gibi” gösterdik… Belki şıklık ve bakımlılığa pek gerek yoktu ama bunu da götürmeye çalışıyorduk beraberimizde. Onlar kendi hallerine yansın. Gerçi yanmak için bile evvela bir kıvılcım lazım ki ölü ruhlarında hiç olmayan bir şey bu.
Bu siyasi açmazın bir açarı olacak mı?
8 Haziran akşamı Ankara Sakarya Meydanı’nda barajın yıkılışını kutlarken, ömrümüzün geri kalanına yetecek bir umudu bu kez tam ensesinden yakalamış gibiydik. Yıkılan barajın dünyayı da başımıza yıkacağını aklımızın ucundan geçirmemiz için hiçbir neden yoktu.
Havalimanına kamyon dizmek
O havalimanına inci taneleri gibi konuşlandırılan şey öyle basit bir yük taşıma aracı değil. Oraya bir kültür ve bir iddia konuşlandı. Yaparız üçüncü havalimanını, Frankfurt Havalimanı'na bindiririz turu ve o kamyonu da oraya dizeriz. Batının fennini, teknolojisini alırız, üstüne de kültürümüzün görsel damgasını basarız. Ne sandınızdı? Kültür budur. Dam üstünde saksağandır.
Tayın değiliz biz senin!
Zorun ve zorbanın karşısında çelimsiz birer beden duruyor. Tayını arayan bedenler...
Temsil sorunumuz kalmadı şükür
Yaygın, ana akım ya da bildiğiniz şu “normal” medyanın siyasi iktidar tarafından yutulup hazmedilmesinden bu yana medyadaki temel sorun “adil temsil” sorunu filan değil artık, sadece bir temsil sorunu. “Olmak ya da olmamak” biçimindeki bir temsil sorunu ki basitçe “olmamak” biçiminde tezahür ediyor.
Münferit diye bir şey yoktur
Kuşkusuz dünyanın birçok yerinde bir facia yaşandığında, yöneticilerin kadere değilse de olayın münferitliğine vurgu yaparak sorumluluktan sıyrılma çabalarına tanık olunabilir. Türkiye’de ise, İslam coğrafyasında yer alan ülkelerin muhtemelen çoğunda olduğu gibi, kadere yapılan vurgu öne geçer.
Benim annem faşizmi nerede görse tanır
Faşizmin çarkını herkes döndürebilir. Faşist olduğunu aklından bile geçirmeden hem de. Bir ülkeyi, bir ulusu, bir halkı geçmişin altın çağına döndürme düşüyle mesela. Öyle bir yer yok demez onlara kimse. Geçmişin bir altın zamanı yok. Dönebileceğiniz bir anne karnı yok demez…
Kötü zamanlar
Kötü zamanlar olarak tanımladığım durum, hukuksuzluğun, pervasızlaşan hak ihlallerinin, baskının, çifte standardın, özgürlük alanlarını tahrip etmenin ve ahlaki bir erozyonun ağır biçimlerini içeriyor.
Kürtler neden bir türlü İsviçreli olamıyor?
Hayır blokunun temel refleksi Kürt fobisi olan bir kısmı, Kürtlerin toplamda yüzde 60 oranında Hayır dediğini, en yüksek Hayır oranlarının çıktığı on ilin beşinin Kürt nüfusun yaşadığı iller olduğunu filan tümüyle unutmayı tercih ediyor.
Sözün kıymeti
Muhalefetin ucundan kıyısından ilişebileceği bir minder bile bırakmamışlardı medya alanında. Maalesef çok cılız kalan CHP muhalefetine bile tahammülleri kalmamıştı. Oysa azıcık tahammülleri olsa, Evet demeye aktardıkları bir dünya kamu kaynağı, imkan, yol, su, elektrik, billboard, TRT spotlamaları filan da bir parça meşruiyet kazanabilirdi.
Sizi halk yapan şey nedir peki?
Siyasetin üst kadrolarının sık sık “halka uzak,” “halka yabancı” olmakla ve halkını tanımamakla itham ettiği insanlar kim? Ezbere dönüşmüş bu itham toplumun iktidara yakın kısmında neden bir karşılık buluyor ve neden hiç sorgulanmıyor?
Vebal
O dersliklerde öğrencilerimle birlikte genç kalmak istedim. Mütemadiyen kendi sınırlarımı aşma, öğrenme zorunluluğu ve üniversitede bir kürsü sana yer açmışsa, oraya karşı entelektüel bir çaba gösterme borcunu hissettim. Hayattan koparılan Mehmet Fatih Traş’ın da, ihraç edilen diğer pek çok arkadaşımın da böyle olduğunu biliyorum.