YAZARLAR

Direniş menekşe kokar

Kuvvet kullanımı olarak güç, belli bir anda gerçekleşir. Bu yüzden efendilik uğraşı hep sürate ihtiyaç duyar. Oysa adalet belli bir süre ister. Hatta adalet için uzun süren bir sabırdır dense yeridir.

Hayatın her anı güç ile iç içe yaşanır. İktidara bu kadar aşina olmamız bundandır. Fakat aşina olmak, bilmek veya kavramak anlamına gelmez. Kavramak için gücün esas anlamına vakıf olmak lazım gelir. Gücün görünen yüzü kuvvet kullanımıyla ilgilidir. Bu açıdan güç, dünya üzerinde bir etki yaratmanın aracıdır. Ancak görünenin ötesine geçmek için derine dalmak şart. Temele indiğimizde, gücün muktedir olmakla ilgili yanını keşfederiz. Aslında kendine tabi olan şeyler üzerinde sürdürülebilir bir denetim kurma kapasitesini anlatır. Kuvvet kullanmak, aslında gücün bir belirtisi değil, aksine yokluğunun veya iflasının işaretidir. İflas etmiş gücün örneklerine dayakçı bir öğretmen veya tacizci bir erkek imgelerinde rastlarız. Acınası bir hayat sürdürüyor olmaları, şiddete başvurmadan istediklerini elde edemeyecek olmalarından ileri gelir.

Ancak iktidar karşımıza her zaman böyle hırpani, acınası bir kılıkla çıkmaz. Hatta, kural olarak, iktidarın iyi ve etkili bir denetim gücü uygulamakla belirlendiğini söyleyebiliriz. İnsanları hâkimiyetin tartışmasız, direnmenin yararsız olduğu bir teslimiyet itiyadına sokar. Öyle ki insanlar haklı da olsa ayağa kalkacak cesareti bir türlü bulamazlar. Bu yetersizlik hissinin insan ilişkilerindeki yansıması çok çetrefil sorunlarla bir arada olur. Bazı tuhaf ittifaklar ya da kabul edilemez bağlılık biçimleri ortaya çıkar. Bu bağlılık biçimlerini adlandırmakta kullandığımız bazı isimler arasında şunlar var: öğrenilmiş çaresizlik, travmatik bağımlılık veya Stockholm sendromu. Tümü de söz konusu yetersizliğin yol açtığı bazı patolojileri açıklamakta kullanılıyor. Aşağılayıcı, hatta zararlı bağlılıklar geliştirme davranışını anlamaya hizmet ediyorlar. Bir bakıma “tutunma stratejileri” gibi işlev gören tutum ve davranışların marazi karakterini teşhis etmeye hizmet ediyorlar. Bu yüzden de ziyadesiyle popülerler.

Ne var ki, bu kavramlar siyasi tartışmalara sokulduğunda hızla cazibesini yitirir. Spotları ezilenlerin üzerine çevirmek, aslında ezen tarafı görünmez kılma amacına hizmet eder. Mağdurların öz saygıdan yoksun, korkuyla yönlendirilen, akıl dışı tutumlarına yapılan vurgunun masum olduğu düşünülemez. Bu vurgular, efendilerin gücü maharetle kullanmasına dolaylı bir övgü niteliği taşır. Artık analizler, efendilik lügatinden bozma bir dağarcığın unsurlarıyla oynanan bir yapboza dönüşür, etrafa kibir ve horlama saçar. Nedense ezilenlerin geçmiş deneyimlerin mirası olarak devraldıkları birikim, hiç ama hiç hatıra gelmez. Burada hor görülen, önceki kuşakların küçük ama sarsılmaz zaferleri aracılığıyla biriktirilmiş bilgelik, yol ve yordamlardır.

Hıristiyanlık tarihinde İsa’nın katiline gösterilen tepkilerin evrimi ezilenlerin bilgeliğinin bir örneği olarak kabul edilebilir. Modern Hıristiyanlar, Nasıralı İsa’yı çarmıha gerdirdiği için Romalı valiyi sonsuz bir cehennem azabı çekerken hayal ederler. Oysa ilk Hıristiyanlar vali Pilatus’u cennetlik bir insan, hatta bir “inanç savaşçısı” olarak kabul etme eğilimindeydi. Bugünden bakılınca, İsa’nın celladına yönelik bu tezahürat anlaşılmaz, hatta düpedüz Stockholm sendromunun bir belirtisi olarak görülebilir. Lakin konuyu “tutunma stratejileri” kapsamında değerlendirmek, anlayışımızı bakışın ötesine taşımaya katkı yapabilir diye umuyorum.

Pilatus’un Yahudiye’deki inançlı toplulukla ilişkilerine dair güvenilir tarihsel bilgiler çok kısıtlı. İncil’de belgelenen “tanıklıklar” dışında bilgiye ulaşmak neredeyse imkânsız. Bu yüzden ayrıntılı bir anlatımın olduğu Matta’ya göre İncil’e başvurmakta yarar var. Orada şu bilgilere rastlıyoruz: Pilatus, Yahudilerin Fısıh (Hamursuz) bayramında bir suçluyu affetmeyi adet edinmiş. O dönemde Barabbas adında ünlü biri de tutuklu. Valinin karısı İsa’yı o gece rüyasında görmüş ve ona kötülük yapmaması gerektiği hususunda Pilatus’u uyarmış. Bu yüzden vali İsa’nın suçsuz olduğu düşüncesiyle Yahudi topluluğuna kimin salınmasını istediklerini sormuş. Sonrasındaysa olaylar şu şekilde gelişmiş:

“Vali onlara şunu sordu: ‘Sizin için hangisini salıvermemi istersiniz?’ ‘Barabbas'ı’ dediler. Pilatus, ‘Öyleyse Mesih denen İsa'yı ne yapayım?’ diye sordu. Hep bir ağızdan, ‘Çarmıha gerilsin!’ dediler. Pilatus, ‘O ne kötülük yaptı ki?’ diye sordu. Onlar ise daha yüksek sesle, ‘Çarmıha gerilsin!’ diye bağrışıp durdular. Pilatus, elinden bir şey gelmediğini, tersine, bir kargaşalığın başladığını görünce su aldı, kalabalığın önünde ellerini yıkayıp şöyle dedi: ‘Bu adamın kanından ben sorumlu değilim. Bu işe siz bakın!’ Bütün halk şu karşılığı verdi: ‘O'nun kanının sorumluluğu bizim ve çocuklarımızın üzerinde olsun!’

İlk Hıristiyan alimleri, bu tanıklıkların da etkisiyle Pilatus konusunda son derece anlayışlıydı. Onun “kalbinin derinlerinde inançlı bir Hıristiyan olduğu” konusunda şüphede olan fazla kimse yoktu. Mesela filozof Augustinus, onun sadece İsa’nın masumiyetine değil, kutsallığına da inanmış olduğundan emindi. Ona göre, çarmıhtayken İsa’nın boynuna “Yahudilerin Kralı İsa” yaftasını astırması onun gizli inancının bir simgesi olarak kabul edilmeliydi. Kilise tarihçisi Eusebius, Pilatus’un inançlı biri olarak, dönemin hükümdarı Tiberius’u Hıristiyanlığa döndürmeye çalıştığını savunur. Her ne kadar bu amacına ulaşamamış da olsa, en azından Hıristiyanlara karşı daha merhametli olunması gerektiği hususunda onu ikna edebilmişti. Lakin zalim Caligula başa geçtiğinde, eziyete devam etmek için sabık valiyi intihara mecbur etmişti. Bazı Doğu kiliselerinin Pilatus’u “şehit” kabul etmesi, hatta onu aziz ilan etmesi bu anlatıdan ötürü olsa gerek.

Şimdi İsa’nın katlinde hem yargıç hem infazcı rolünü üstlenmiş bu cellada bu iltifatlar neden? Eğer güçsüzlükten kaynaklanan mutlak bir teslimiyetin işareti değillerse, bu tutumların başka ne gibi bir anlamı olabilir? Bunların zayıfların “tutunma stratejileri” olduğuna şüphe yok. Ama mutlak bir teslimiyeti işaret ettikleri tartışmaya açık. Çünkü bu olayların olduğu dönemden sonraki üç asır içinde Hıristiyanlığın kat ettiği mesafe ve elde ettiği kazanımlar başka türden bir aklın işlediğini düşündürtüyor. Pilatus bazen bir dönme, bazen bir şehit, bazen de bir aziz olarak Romalıların Hıristiyanlığa devşirilmesinde iş gören bir prototip olarak kullanıldı. Ta ki imparator Konstantin din değiştirip, Hıristiyanlık resmi din sıfatı kazanana kadar. Ondan sonraki zaman içinde valinin imgesi, bugünkü anlayışın onu yerleştirdiği “cehennemlik” konumuna doğru evrilmiştir.

Ezilenlerin tarihinden çıkan bu ders, içinde bulunduğumuz devrin mazlumlarını nasıl anlamamız gerektiğini gösteriyor. Kuvvet kullanımı olarak güç, belli bir anda gerçekleşir. Bu yüzden efendilik uğraşı hep sürate ihtiyaç duyar. Oysa adalet belli bir süre ister. Hatta adalet için uzun süren bir sabırdır dense yeridir. Mazlumların zalimden daha uzun ömürlü olmaya çalışmasının nedeni budur. Süre içinde zayıfı muktedir kılmak için gereken kuvvet toplanır, kudret sahibi de zayıflatılır. Öyle “sendrom” veya “travmatik” gibi acizlik sıfatlarını yapıştırmada çok aceleci olmamak gerekir. Unutmayalım ki acelecilik efendilerin tarzıdır. Biz tarihe bakalım. Tarihte her haksızlık için açılmış bir defter vardır ve haksızlığın hesabı görülmeden o defter asla kapanmaz. Hele bir de o sayfalara kan bulaşmışsa, gerisini artık siz düşünün!

Kan lekesi öyle kolay kolay çıkmaz. Kan kokusu da başka kokulara benzemez. Bir Ahmatova şiirinde dendiği gibi: “Biz, biliyoruz artık. Yalnız kan kan gibi kokar… Romalı yöneticinin halkın önünde/Topluluğun ölüm bağırtıları altında,/Ellerini yıkaması boşunadır.” Çünkü direniş, sabırla büyütülen bir menekşe gibi kokar.


Ahmet Murat Aytaç Kimdir?

Ailenin Serencamı: Türkiye'de Modern Aile Fikrinin Oluşumu (2007), Kitlelerin Ruhu: Siyasi ve Sosyal Tahayyüle Kalabalıklar (2012) adlı eserleri kaleme aldı. Göçebe Düşünmek: Deleuze Düşüncesinin Kıyılarında (2014) adlı eserin editörlerinden biridir. Şubat 2017'de yayımlanan KHK ile ihraç edilinceye kadar Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Yardımcı Doçent ünvanıyla çalıştı. Temel ilgi alanları insan hakları felsefesi, siyasal düşünceler tarihi ve siyaset kuramı, radikal demokrasi gibi konulardan oluşmaktadır.