
Şüphesiz ki, hepimiz şüpheliyiz!
Yargıtay Başkanı, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yüzde 8’inin “şüpheli” olduğunu söyledi. 6 milyon 900 bin kişi zan altında. Neredeyse her 10 (haydi 11 olsun) kişiden biri. Şaşırtıcı değil mi?
Ya toplum batmış ya hukuk. Yoksa Yargıtay Başkanı konuşunca küçük dilimizi yutmamız gerekirdi. Üç aile piknikte buluşsa, aralarında bir şüpheli var. 30 küsur kişilik bir lise sınıfında en az üç şüpheli var. Maç izlemek için 50 bin kişilik stada doluşan 50 bin kişiden 5 bini şüpheli. Şaşırtıcı değil mi? Fakat giderek hiçbir şeye şaşırmaz olduk.
Çok mu bilgeleştik de insanlık halidir deyip geçiyoruz? Bilgeleşmiyoruz hayır, muhtemel ki budalalaşıyoruz. “Hiçbir şeye şaşırmamak çok zeki olmanın işareti derler. Bence aynı ölçüde aptallığın da işaretidir.” Dostoyevski, Budala’da bir kahramana söyletir bunu.
Budala, edebiyat tarihinin özel bir figürüdür. Dostoyevski’nin budalasıyla zirveye çıkar ya ta Gılgamış ile başlatmak bile mümkün: Şehrinin yaşlılarını kurtarmak için ölüm otunu aramaya gider, bulur, uyur ve otu yılan kapıp gider… Romanın şafağı Don Kişot da bir budaladır. Don Kişot, hayalleriyle gerçeği karıştırır ya da gerçeğe hayallerini yükler. İşte yel değirmenine bakar ejderha görür filan… Aslında olana olmayanı yüklemeden ibaret değildir budalanın ahvali, bir de metaforu anlamaz o: Prens Mışkin, mesela. Her köfteyi düz anlamıyla çakar, dolayısıyla çaktın köfteyi sorusuna yediği ya da yemediği köfteleri anlatarak cevap verebilir. Köftehor da değildir üstelik…
Türk edebiyatının da budalaları hiç az değildir: En ünlüsü, devletin, idare aygıtının talimatlarına harfiyen uymasıyla kendisini, ailesini mahva sürükleyen Murtaza’dır. Bekçilik kurumunun yeniden ihya edilmesinin bir sebebi olmalı. Aldığı kurslar, gördüğü dersler kelimesi kelimesine uygulanacaksa sonuç felakettir zaten.
Hasılı, müthiş hayaller peşinde koşan ama uyuklamaktan kendini alamayan Gılgamış’tan başlayarak, olanda olmayanı olmayanda olanı gören Don Kişot’a uğrayıp, söyleneni kast ettiğiyle değil söylendiği biçimiyle, metaforu metafor olarak değil düz anlamıyla anlayan Prens Mışkin’e uzanan “budala” figürü, insan olarak eksikleri, kusurları, ruhun kıpırtılarını, toplumun hal ü avhalini anlamak üzere üretilmiş, geliştirilmiş müthiş birer edebi kahramandırlar; neredeyse bir tür edebi kategoridir budala.
Deleuze ve Guattari Felsefe Nedir’de bir “düşünür” kategorisi biçerler “budala”ya, olandan, ezberden, sunulmuştan, destek görmüşten farklı akışların kişisidir çünkü o. Türkçede Arapçadaki b-d-l (bedel, karşılık) kökünden hayli pozitif anlamlar içererek dönüşmüş bir kelimedir budala aynı zamanda: Abdal, seyri sulükte bir mertebe olarak biçilidir yeri. Pir Sultan Abdal, misal. Abdallar, iyidirler; devlete ait aklın değil topluma ve tanrıya ait bilişin, kalbin insanları… İçinden Muharrem Ertaş ile Neşet Ertaş’ın çıktığı “Abdallar” da malum “Gönül Dağı”nın insanlarıdır…
Edebiyatın, sanatın, felsefenin, tasavvufun, demografinin budalası, başka bir yerde karşımıza çıkmaya görsün, hakikate gidebilecek, hakikati anlamaya yarayabilecek yol dosdoğru felaket biçmeye başlayabilir. Don Kişot’un sizi yargıladığını düşünün ya da Prens Mışkin’in. Bekçi Murtaza’nın. İlki olana olmayanı ekleyecek, ikinci söyleneni metaforik bükülme söz konusu olmaksızın anlayacak, üçüncü aldığı kurs ve gördüğü derslerden başka hiçbir şeyi önemsemeyecektir.
Son dönem Türkiye’deki yargı “karar”ları hep böyle değil mi? Ahmet Şık ilk alındığında henüz olmayan, basılmamış kitaptan Fethullah Gülen hakkında kara propaganda (?) yapmaktan tutuklanıvermişti. Budalaca değil miydi her şey? Pek değil: Bizim budalaca davranmamızı istiyorlardı, hepsi o. Olmayan kitaba varlık biçilmişti. Olmayanda olan görülmüştü. Kitapta “kara propaganda” filan yoktu, anlam biçilmişti. Dahası “kara propaganda yapmak” diye tutuklama gerektirecek bir suç yoktu ceza kanununda. Madde biçilmişti. Yani bir budalaca işler toplana toplana uzun aylara yayılan bir hapis toplamına ulaşılmıştı. Bugün Fethullah Gülen hakkında kara propaganda yapmamak ayıp, ama Ahmet Şık yine içerde…
Benzer bir karar da Oğuz Güven’in tutuklanmasıydı. Yönettiği internet sitesinde bir haberin sosyal medya paylaşımında geçen bir ifade için. Tutuklama çıktı ama bir yerde bu yanlıştan dönülür diye umulabilirdi, ancak mahkûmiyet de geldi nihayet.
Tutuklama kararı tek cümle idi, şaşırtıcı, uzun, imlayı geçtik, maddi hatalarla dolu bir cümle; meraklısı için tam metni aşağıda var.
Yunus Emre’nin şiir söylediği dilde, o tutuklama kararındaki türden bir cümlenin nasıl kurulduğunu, böyle bir hükme nasıl varıldığını anlamak mümkün değildi. Gerekçede, başlıkları, tweet’leri kontrol etme ve hata varsa düzeltme yükümlülüğü olduğu söylenen kişi, zaten söylendiği gibi yapmıştı: Tweet atılmış, 1 dakikadan az bir süre içinde silinmişti. Yani ifade kötüyse bile düzeltilmişti zaten ama düzeltilmemiş gibi yazılmıştı kararda. Tabii ki karara ilişkin söylenecek başka çok şey vardı: Bir tweet’teki bir ifade, “biçti” ifadesi nasıl suç olabilirdi?
“Biçme” kelimesinden “FETÖ soruşturması hazırlayan savcılara tehdit, akıbet gösterme” sonucu kendi başına çıkamaz. Hiçbir kelimeden o kadar büyük hukuki sonuç çıkamaz, hele ki ceza hukukunda. Tanrının “Kün” diyerek alemi yaratması elbet mümkündür, ama hakimler tanrı değillerdir, bir kelimeden o kadar sonuç çıkaramazlar. O zaman ne yapmak gerekir? Hukuka karşı hile: O kavramı hukuki açıdan cezalandırılabilirmiş gibi algılatmak için, siteden bir başka haber seçersiniz. Ulaş Bayraktaroğlu haberi. “Ulaş Bayraktaroğlu hakkında yaşamını yitirdi ifadesi kullanılmışken…”
Yani? Gazetecinin, kimin hakkında hangi ifadeyi kullandığından yola çıkarak maksat atfederseniz, iyi bir sohbet başlığı yakalamış olabilirsiniz, ama yareninizle laflamıyor, ideolojik hempalarınızla duygularınızı bilemiyor, ceza hukuku yargılamasında karar veriyorsunuz. Her halükarda berbat bir hukuk üretmiş olursunuz. Çünkü ceza hukuku kıyas yapmayı yasaklar; yorumu, yeni bir suç ihdas edecek kadar geniş tutmayı yasaklar. Ama “katalog suç”a sokmaları lazım ki tutuklayabilsinler, “terör” demeleri lazım ki katalog suça sokabilsinler, YPG demeleri lazım ki terör diyebilsinler, “yaşamını yitirdi”ye takmaları lazım ki “geberdi” deyince yüreği ferahlayanların hükme rızasını, alkışını elde edebilsinler.
Haydi, suç yoktu buldunuz, “suçun şahsiliği”ni nasıl aştınız? Ülkede işlenen her suçtan, meydana gelen her kusurdan ötürü içişleri bakanını, başbakanı, cumhurbaşkanını mı tutukluyoruz? Atılan her başlıktan, tweet’ten yayın yönetmenini tutuklayacak ve mahkum edecek derecede (o tweet’i atanın işten atılması istendi, mesleki hataya mesleki ceza, adil bir istekmiş, çok kızıldı ama…) sorumlu tutuyorsak, atılan kurşundan, patlayan bombadan devletin sıralı sicille görevlileri mahkum etmemiz gerekmez mi? Böyle bir hukuk olur mu? Böyle bir hukuka şaşırmamak olur mu? Böyle bir hukukun yürüdüğü yerde yaşamaktan mutlu olmak olur mu? Bir zamanlar FETÖ’cüler de mutluydu yürüttükleri hukuktan… O hukuk yüzünden, hoşlanmadığı herkesi şüpheli gören hukuk yüzünden her on kişiden biri şüpheli bugün.
Mahkumiyet kararı ayrı bir festival; ona bakınca bunlar daha iyi günlerimiz demek mümkün. Onun için yeni bir yazı gerek…
NOTLAR
1
Rıza Sarraf davası heyecanla ve yakından izleniyor. Normal. Normal olmayan bir şey var ama, sanki o davadan Türkiye için bir adalet tecelli edecek gibi tatlı telaşlar içine girenler var. Olmaz. Amerikan yargısından Türkiye’ye herhangi bir adalet çıkmaz.
2
OĞUZ GÜVEN’İN TUTUKLAMA KARARININ TAM METNİ
“Tüm dosya kapsamından anlaşıldığı üzere, cumhuriyetgzt@ hesabının cumhuriyet gazetesine ait resmi twetter hesabı olduğu, bu hesaptan 10.05.2017 günü twetter isimli sosyal paylaşım sitesinden “ilk fetö iddianamesini hazırlayan Başsavcı Mustafa Alper’i kamyon biçti” şeklinde tweet atıldığı, buna ilişkin İstanbul C. Başsavcılığı tarafından tutulan tutanak ile soruşturma başlatıldığı anlaşılmakla, şüphelinin Cumhuriyet Gazetesinin internet sitesi haber müdürü olması sebebiyle yasal sorumluluğu olduğu, özellikle gazetenin resmi twetter hesabından paylaşılan tweetlerle sorumlu internet haber sitesi müdürünün twettleri kontrol etme, varsa yanlışları düzeltme, bu şekilde denetleme sorumluluğu olduğu, bu kapsamda özellikle 10.05.2017 tarihinde henüz soruşturması devam eden kazada hayatını kaybeden Denizli C. Başsavcısı ile ilgili atılan twette iki hususa vurgu yapıldığı, birincisi atılan twette Denizli C. Başsavcısının ilk fetö iddianamesini hazırlayan Başsavcı olduğunun belirtildiği, ikincisin de ise Başsavcıyı kamyon biçti ibaresinin kullanıldığı, aynı gazetenin resmi tewetter hesabından Suriye’de ypg saflarında mayına basan için “yaşamını yitirdi” ibaresi kullanılırken henüz soruşturması devam eden ve vefat eden Başsavcı hakkında atılan twette “kamyon biçti” ibaresinin özellikle kullanıldığı, atılan twett ile bir anlamda fetö soruşturma dosyalarında görev yapan savcılara akıbet gösterildiği, bu savcıların sonlarının ne şekilde olacağına ilişkin gönderme yapıldığı, bir anlamda başlarına ilerde geleceklerin tweette seçilen “kamyon biçti” ibaresi ile vurgu yapıldığı, habercilik anlayışında “biçti” ibaresinin haberin ses getirmesi için kullanılabileceği örneğin, “asansör giyotin gibi biçti, jeep yayaları biçti, fireni patlayan yolcu otobüsü yayaları biçti”, şeklinde haberlerin günlük hayatta sıklıkla kullanıldığı, ancak suça konu resmi twetter hesabından atılan twette ise, ilk fetö iddianamesini hazırlayan başsavcıyı kamyon biçti diyerek haber içeriğinde haberin sansasyonel ve vurgu yapmasından çok fetö hakkında iddianame hazırlayanların ileride başına ne gelecekleri şekilde toplumda algı oluşması için “kamyon biçti” ibaresinin özellikle seçildiği, şüphelinin Cumhuriyet Gazetesi İnternet Sitesi haber müdürü olması sebebiyle gazetenin resmi sitesinden yapılan her haber ve her tweeti , denetleme sorumluluğunun bulunduğu, bu yüzden şüphelinin bu tweeti editörünün attığına ilişkin beyanının samimi olmadığı, suçtan kurtulmaya yönelik olduğu, şüphelinin cezai sorumluluğunu bulunduğu dikkate alındığında isnat edilen TMK 7/2 maddesindeki suça ilişkin örgütün propagandasını yapma, bu amaca ilişkin toplumda algı oluşturma unsurları bakımından suçun yasal unsurları oluştuğuna dair kuvvetli suç şüphesinin bulunduğu, suçun yasal alt ve üst sınırları dikkate alındığında adli kontrol hükümlerinin yetersiz kalacağı, İstanbul C. Başsavcılığı tarafından atılan tweet ve bu twetin altında yapılan yorumların altında, soruşturmanın halen devam ettiği delillerin toplanmakta olduğu anlaşılmakla, şüphelinin CMK 100 ve devam maddeleri uyarınca TUTUKLANMASINA, …”
3
Türkiye’de, yargı kararlarını tartışmak oldum olası risklidir. “Adil yargılamayı etkileme” diye bir şey icat ettiler, kararlarına güvenemeyen yargıçların olduğu yerde anormal değilse de, asla hukuki bir düzenleme değil bu. Bir suç olacaksa, “adil olmayan yargılamayı etkilememek” diye bir suç olmalı.
Bir de “yargıya hakaret” diye bir şey var. Eğer öyle bir şey varsa, yargıya hakaret diye bir şey varsa, hüküm ihdas ettiği dili doğru düzgün kullanamayan yargının kendisinin bu suçu öncelikle işlediğini kabul etmek gerekir.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Bu yol Erdoğan’ı devirmeye çıkmaz
Kılıçdaroğlu, Erdoğan’ın çok başarıyla uyguladığı “denkleştirme” ya da “eşitleme” stratejisini Ozan Arif vesilesiyle denedi. Ama ne deneme: Irkçı, saldırgan, şiddeti öven ve sevincini ya da öfkesini lümpen bir dille bağırmaktan gurur duyan bir figürü Pir Sultan’dan Neşet Ertaş’a gelen bir ozan geleneğiyle eşitleyiverdi. CHP ya takiye yapıyor ya da Ozan Arifleşiyor…
Erkeklere kıymayın efendiler!
Anayasasında “kadın lehine pozitif ayrımcılık” ilkesi bulunan ülkede bir yargıç, nafaka tartışmasını “erkeklerin kazanılmış hakları”na bağladı. Cinayet davasında mağdurun içkisini, cinsel hayatının alametlerini arayan adli tıp aklı ile nafaka tartışmasında içkiyi, boşanmış kadının olası ilişkilerini konuşan akıl aynı ideolojik zeminde kök buluyor.
Ölüm Allah emri ya eziyetler!
Avukat Selçuk Kozağaçlı’nın kelepçeli fotoğrafı sadece kalp kırıcı bir kabalık değil, içinden geçtiğimiz “anti hukuk” günlerinde devletin temel talimatını tekrar eden bir mutlak güç jestiydi. Çıplak güce karşı çıplak bireyler olarak mutlak itaat dışında bir yolun olmadığının tekraren ilanı.
Adalet, tababet ve numaracı Kürtler
Hakkında “bilimsel rapor” yazacağınız kişi Kürtçe konuşuyorsa ve Türkçe de konuşmuyorsa geçmiş olsun. Numaracıdır o. Kürtçe hakkında talepte bulunan siyasi varsa ona da geçmiş olsun. Teröristtir o da.
Arenaya atılan son isimler: Deniz Çakır, Rutkay Aziz, Yılmaz Özdil
En az sekiz yıl boyunca, en geç 2010’dan başlayarak her seçimin bir tür referanduma çevrildiğine şahit olduk. Anlaşılan bu seçim, “kültürel iktidar”ın ana tema olacağı bir referandum görünümü alacak. Diğer seçimlerden farklı olarak bu defa bizzat seçmenin ve gayri-siyasi figürlerin “rakip” konumuna yükseldiği bir referandum. Portakal, Akpınar, Gezen ve Çakır’ın “hedef” seçilmesiyle Şişli, Kadıköy, Beşiktaş ve Çankaya seçmeninin “rakip” ilan edilmesi aynı hedefe yönelik işlemler.
Erdoğan: Konuşan anayasa
Önce MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli söyledi, sonra cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan. İkisi de Binali Yıldırım’ın İstanbul belediye başkan adaylığı resmen açıklanmadan, “istifa etmesi gerekmediğini” belirttiler. Bahçeli’ninki baştan bir tür öneri gibi duruyordu, Erdoğan konuşunca bir hüküm olduğu anlaşıldı. Anayasa’nın ve TBMM İçtüzüğünün açık hükümlerini aşan bir hüküm.
Müdür beyin çikolata kutusu
Çikolata kutusu meselesi canınızı yakmadı mı? 15 yıllık sessiz sedasız işini yapmış temizlik işçisi, işyerine hediye gelmiş ve müdürün “benim” diye zimmetlediği açılmış ve “çöplük vari” bir yere atılmış çikolata kutusunu aldı diye kıdemsiz ihbarsız işten atıldı. Hakkını arayınca da koca Yargıtay Hukuk Genel Kurulu, işverenin gaddar “hırsız” iftirasını hukuk diline çevirerek, “Haklısın müdür bey” dedi.
Yedinci yılında Roboski: Yanlışlık nerede?
Bombanın niye düştüğünü biliyorsanız, hükümetten hesap sorma numarası yapmayacaksanız, o sebebi değiştirmeyi istemek zorundasınız. Gerisi aldatmaca. Bombaların Ahmet Mehmet ayırmadan rahat rahat düşmesini sağlayan bir aldatmaca.
Portakal, orda kal
Fatih Portakal meselesi, “Portakal orda kal” diye geçiştirilecek bir mesele değil, gittiğimiz yönün niteliklerini gösteren yeni alametlerden biri. Fatih Portakal’ı ciddi ve açık biçimde tehdit altına sokan bir alamet.
Anti hukukun ilk durağı: Kul hukuku
Türkiye bir “istisna hali, başka ifadesiyle olağanüstü hal” yaşamıyor. Mevcut durum istisna halinden zaman-mekan sınırsızlığı ve kapsam belirsizliğiyle ayrılıyor. İnsanların kurallara değil, insanların insanlara tabi olacağı bir gelecek bekliyor bizi, şimdilik bu gelecekteki hukuka bir isim verebiliriz: Kul hukuku…
Kaymak, rakı ve anti-hukukun toplumu
Erdoğan, inşası süren yeni Türkiye’nin gizli anayasasından bir paragraf aktardı geçenlerde. Bu anayasaya göre yurttaş diye bir kategori yoktur. Yurttaş demek iktidarı destekleme sağ duyusuna sahip olmak demek, farklı tercihler yapan biri ya istismara açık ya da fanatizmle malul ya teslim alınmış ya da aydınlanma şerefine nail olamamıştır. En özeti: Temyiz kudreti yoktur.
Yargımız hukuktan bağımsızdır abiler!
Selahattin Demirtaş hakkında İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi'nden gelen kararı “tanımama” yani “işi bitirme” prosedürü dün tamamlandı. Sürecin her aşaması, anti-hukukun nasıl işlediğinin örneğiydi. Bir şeyin işinin bittiği kesin: Hukukun işi bitmiştir.
İsteyenin bir yüzü kara…
Demirören grubu devletten para kazanmasını garantiye alacak “hukuki altyapı” ve “iş çerçevesi kısıtlaması” istiyor. Soğanın cücüğüne operasyon yapan devlet, sizi mi kıracak?
Demirören grubu bir şey istiyor!
Medyanın kadim günahlarını sayıp döken, okura, medya çalışanlarına ve internet sitelerine kızgınlığını açıklayan Mehmet Soysal, serbest rekabete de hayli öfkeli: “Her önüne gelen, bilen ve bilmeyen medya sahibi olmaya çalışıyor…” Anlaşılan, Demirören grubunun “siyasetten ve devletten” bir isteği var.
Yeni medyanın okur tanımı: Müşteri, rakip, kalabalık
Demirören medya grubunun en yetkili ismi bir seri yazıyla “medya eleştirisi” yaptı. Ülkenin “en güçlü” medya grubunun başındaki kişi konuşuyorsa ciddiye almak gerekir. Yazılardan ilk anlaşılan grubun okura ve izleyiciye nasıl baktığı: Müşteri. Rakip. Kalabalık. İkinci anlaşılan: Aydın Doğan galiba sadece gazete ve televizyonları değil, günahlarını da satmış.
Demirtaş kararı ve hukuka karşı savaş
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın AİHM kararı hakkındaki sözleri, anti-hukukun en billur ifadelerinden biriydi. “Karşı hamlemizi yaparız, işi bitiririz.” Yeni Türkiye’nin yeni yargı anlayışına göre hukuku hatırlatmak egemenliğe saldırıdır. Selahattin Demirtaş’ın serbest kalması demek ağız tadıyla başkan olamamak demek.
İllet bağı, illiyet bağı, senarize işler
Osman Kavala adının merkezde olduğu bir operasyona tanıklık ediyoruz, emniyetin yargının yerini aldığı, suçlu ilan etme yetkisine sahip gibi davrandığı bir operasyon. Üstelik, “iddialar” yeni de değil: Gezi sürecinde vali ve polis şefi olan, savcı olan, darbeden sonra FETÖ dosyalarında tutuklanan ya da firari olan kişilerin oluşturduğu dosyalardaki nereden tutsanız elde kalacak hikâyelerden biri canlandırılıyor. Hani, Otpor, Soros, Mısır filan…
Kürt laboratuvarında olgunlaşan anti-hukuk
“Anti-hukuk” eski olağanüstü hal hukuku ya da istisna hali tecrübeleri üzerine inşa ediliyor. Özellikle 12 Eylül deneyimleri ve 1990’larda Kürtlere uygulanan istisna hali yöntemleri, şimdiki hukukun yapı taşları. Eski “halk-yurttaş” ikilisi yakın dönemde özde-sözde yurttaş ikilisi olarak güncellenmişti. Şimdi ise yurttaşsız toplumun kuruluşunu seyrediyoruz.
Bu devletten her şey beklenir!
Sağlık Bakan Yardımcısı Muhammet Güven’in, KHK ile atılan hekimlere getirilen kısıtlamaları savunduğu kısacık beyanatı, anti-hukuk günlerinde yurttaş, birey, insan, hak ve özgürlük terimlerinin nasıl konumlandırıldığını hayli iyi gösteren bir kesitti. Konuşmaya göre yeni hukuk tek gerçek kişi tanıyor: Devlet.
Anti-hukuk günlerinde sivil ölüm yasası
TBMM’de bir kanun teklifi var. Bir maddesinde KHK ile atılan hekimlerin meslek hayatına kısıtlama getiriliyor. Hedef, “meslek hayatı” denilen şeyi “sivil ölüm” denilen şeyle uyumlu hale getirmek. Mahkemelerde gözlediğimiz hukukla savaş hiperaktivitesi parlamento eliyle kanunlaşıyor.
Anti-hukuk günlerinde siyasetin ilgası
Cihangir İslam’a tepki tekil vaka değil, hukuk-siyaset ilişkisinde yeni dönem kurulmak istenen ilişkinin olağan sonucu. Önemli örneklerinden biri Ahmet Şık’a iki işlemde görülmüştü: Mahkeme konuşması siyasi diye susturmuş, parlamento konuşması hukuka aykırı diye… Hukuk, siyaseti ilga etmenin aparatı artık.
Anti-hukuk günlerinde yeni yargı
Boğaz’da viski içen insan klişesinin bir ağır ceza yargılaması sırasında heyetin reisinin ağzından çıkması, Orhan Gazi Ertekin ve Faruz Özsu üstadların ferasatle belirttiği gibi yargıç kültüründen çıkıyor elbette; fakat bu kültür spontan bir kültür değil, mesele sosyolojik ve psikolojik değil sadece. Mesele siyasi ve yeni Türkiye, siyaseti hukuka boğdurma işini anti-hukuk denilebilecek yeni hukuku kurumsallaştırarak yürütüyor.
Çözüm varsa, kişilerde değil kurumlarda
Amsterdam'da bu yıl 6'ncısı düzenlenen Uluslararası Edebiyat Festivali "Read My World"ün teması Türkiye. 70’ten fazla yazar, sanatçı ve gazetecinin katılacağı festival öncesinde Hollandalı gazeteci Raşit Elibol ile Türkiyeli gazeteci Ali Duran Topuz arasında bir diyalog gerçekleşti. Bu diyalog çerçevesinde gazeteciler “özgür konuşmanın” farklı bağlamlardan anlamlarını araştırıyorlar. Gazeteciler, yanıtları daha sonra yayımlanmak üzere bu konuyla ilgili birbirlerine bir dizi soru sordular. Program boyunca, iki gazeteci diyaloglarının sonuçlarını sunacak. Her biri, kendi çalışmalarından, diyalog bağlamında yazılmış bir parçayı okuyacak. Bu program farklı gazetecilik bağlamlarında ortaya çıkan fikirlerin ve bakış açılarının diyaloğunu vurgulamayı amaçlıyor.
Batılı bir meslektaşa açık mektup
Amsterdam'da bu yıl 6'ncısı düzenlenen Uluslararası Edebiyat Festivali "Read My World"ün teması Türkiye. 70’ten fazla yazar, sanatçı ve gazetecinin katılacağı festival öncesinde Hollandalı gazeteci Raşit Elibol ile Türkiyeli gazeteci Ali Duran Topuz arasında bir mektuplaşma gerçekleşti. Bu diyalog çerçevesinde gazeteciler “özgür konuşmanın” farklı bağlamlardan anlamlarını araştırıyorlar. Gazeteciler, yanıtları daha sonra yayımlanmak üzere bu konuyla ilgili birbirlerine bir dizi soru sordular. 12 Ekim gecesi program boyunca, iki gazeteci diyaloglarının sonuçlarını sunacak. Her biri, kendi çalışmalarından, diyalog bağlamında yazılmış bir parçayı okuyacak. Bu program farklı gazetecilik bağlamlarında ortaya çıkan fikirlerin ve bakış açılarının diyaloğunu vurgulamayı amaçlıyor.
Havalimanının adı Cehennem olsun!
İstanbul’daki üçüncü hava limanı şantiyesindeki işçi protestoları, çalışma başladığından beri oranın bir tür cehennem olduğunu ortaya koyuyor. Polis ve jandarmanın müdahalesi ise sistemin işleyişi için gereken şiddetin seferber edilmesinden başka anlam taşımıyor. Devletin şiddet tekeli, sermayenin artması lokmanın azalması için iş başında yine.
Cumartesi Anneleri: 700 haftalık ısrar
Cumartesi Anneleri bir duygu sorunu değildir, bir soyut vicdan meselesi değildir, bir üzüntü aracı değildir, bir etkinlik vesilesi değildir, bir siyasal ısrardır. Şiddetin, devletin tekelindeki şiddetin sınırlandırılması için gerekli hukuku üretmeye dönük bir siyasal ısrar.
Bu yıl bu dağların karı erir mi?
Gazete Duvar ikinci yılını doldurdu. Kötü günlerden geçiyoruz diye dert yanmanın fazla bir anlamı yok. İşimizi iyi yapmak için çalışmaya devam edeceğiz. Bunun için çalışan mesai arkadaşlarımıza, meslektaşlarımıza ve okurlarımıza teşekkür ederiz.
Ders: Yeni rejim; Başöğretmen: Süleyman Soylu
Yeni rejimin neye benzeyeceğini iktidar mensuplarının bile tam bilmediği ortada. Hal böyleyken Türkiye’nin içişleri bakanı bunu herkese öğretme görevini üstüne aldı: Hem polis, hem savcı, hem yargıç ve hem de infaz memuru olarak 5 milyondan fazla seçmeni olan HDP eş genel başkanına tebliğde bulundu: Yaşam hakkınız yok. Yetmedi, 11 milyonu aşkın seçmeni olan CHP’yi de hedefe koydu.
Suruç: Siyaset meydanındaki yalan
Ön otopsi raporu ve kamera görüntüleri, Suruç’ta iktidarın mızrağı çuvala sığdıramadığını ortaya koydu. Orada sadece canlar yitirilmedi, adalet ve hukuk imkanı bir kere daha gücü korumaya yönelik kurgucu akla yem edildi.
Dersim kaç dağ içinde Binali Bey?
Binali Yıldırım, daha önce Erdoğan ve Davutoğlu’nun çok laf ürettiği Dersim-CHP-Aleviler meselesine girdi. “Dersim’i yapanlar bunun bir şekilde öz eleştirisini, hesabını vermeli” dedi. E başbakansınız, arşiv sizde, belgeler sizde, elinizi tutan mı var?
En geveze bürokrasi!
Genelkurmay Başkanı politik kişilikleri ziyaret ediyor. General, parti liderini alkışlıyor. Danıştay Başkanı muhalefet adayına kinini kamusal alanda ifşa ediyor. Üniversite yöneticisi, beş adaya laf saydırıp “Erdoğan canımız ciğerimiz” diyor…
Toplumsuz devlete doğru
Kadıköy’deki liselilerin protesto eylemi sırasında tanık olduğumuz dizginsiz şiddet, yurttaşlık haklarının tamamen askıda olduğunu bir daha ilan etti. Anayasa ve yasalara göre “insanlığa karşı suç” kategorisine alınmış işkencenin bu kadar aleni uygulandığı yerde, devletin hükmetmek istediği bir nüfus varsa bile bir toplum yoktur; varsa bile yok olsun isteniyordur.
Binali Yıldırım Kürtlerin geleceğidir!
Başbakan Binali Yıldırım, Hakkari’de geçmişinin Kürt olduğunu söyledi, Kürtleri Kürtlükleriyle gurur duymaya davet etti. Yok, konuşmada Kürtçe eğitim öğretimin başlayacağı ilan edilmiyordu, bildik TRT Kurdî ve üniversitede bölüm olması yeter de artar bile havası hakimdi her zamanki gibi.
Demirtaş’ın yüzü, hukuk ve ahlak
Mevcut Cumhurbaşkanı, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yeni cumhurbaşkanı adayı Recep Tayyip Erdoğan, eski ve şimdiki rakibi Selahattin Demirtaş’ın cumhurbaşkanlığı adaylığını hukuk değil ahlak alanında bir sorun gibi tarif etti. Masumiyet karinesini tanımayan bu konuşma, mahrumiyet karinesinin ilanı gibiydi: Rakiplerimiz hep mahrum kalsın.
Kararı mahkûm eden muhalefet şerhi
Ankara 19. Ağır Ceza Mahkemesi’nin Demirtaş kararı, içerdiği muhalefet şerhi nedeniyle yaşadığımız duruma ışık düşürüyor: Karar, OHAL’in bürokratik düzlemdeki kabulünün bir itiraf belgesi, muhalefet şerhi OHAL’den çıkışta hukukun gözetilmesinin öneminin bir nişanesi. Elbette, bir muhalefet şerhi tek başına hiçbir işe yaramaz: Muhalefet, talep ettiği hukuku üretmek için aktif rol almalı, sürdürülebilir hukuksuzluğun inşasında tek sorumlu iktidar değil çünkü.
Barajda tek başına
Fotoğraf şu: Bir buçuk partili Cumhur İttifakı. Dört partili Millet İttifakı. MHP, Saadet, İYİ Parti ve Demokrat Parti bu ittifaklarla “baraj korkusu”nu aştı. Baraj onlar için sıfırlandı. Baraja karşı HDP tek başına kaldı. Fotoğrafın sebebi de sonucu da aynı nedenden: Kürtleri, eşitlik, özgürlük ve adalet kavramından hariç bırakmak; o halde ‘Millet İttifakı’ sonuç almak istiyorsa, bu basit mekanizmayı kıracak siyaseti üretmek zorunda.
Görüşmecim yeşil soğan göndermiş!
Muharrem İnce, adaylığı açıklandıktan sonra, “Kürt Ahmed Arif’in” vurgusuyla şairin ‘İçerde’ adlı ünlü şiirini okudu. Bu retorik bir tercih miydi yoksa cezaevindeki Selahattin Demirtaş dahil Kürt siyasetçilerine ve seçmenlerine yönelik beklenebilecek hamlelerin bir öncü işareti mi? Hep beraber göreceğiz…
Huzur, güven bir de inşaat
Sonuncusuna 80 bin kişinin katıldığı 'Türkiye Güven Huzur Uygulaması", tıpkı kalabalık yerlerde sürekli kimlik sorma uygulaması gibi suç ya da suçlu bulmak için değil, bireye ve topluma bir şeyler kabul ettirmek için yapılıyor. İki uygulama da 12 Eylül'ü hatırlatıyorsa, bu dönemde de o dönemde de toplumu kökten dönüştürmeye yönelik bir arzu ve kudret iş başında olduğu içindir.
Virüs müyüz, yurttaş mı?
On binlerce insanın birkaç saat içinde geçtiği meydanda kesintisiz kimlik kontrolü, her gün aynı yerden geçenlerin her gün yeniden kontrol edilmesinden başka neye yarayabilir? İşlem, bilgisayarı koruyan anti-virüslerin çalışmasına benziyor.
Üsküdar'a gider iken...
Olağanüstü hal uygulamalarından biri polisin kesintisiz kimlik kontrolü yapması. Üsküdar Meydanı'nda günde üç defa durdurulduğum da oldu, on dakika arayla iki defa kimlik istendiği de. Hedef ne? Suçlu yakalamak mı, her yurttaşın içine kendisinden kuşkulanması gerektiğini yerleştirmek mi?
Eren Keskin'in sürmeleriyiz!
Avukat Eren Keskin, ağır hapis ve para cezalarıyla karşı karşıya. Bir tür sınav bu: Eşitlik, özgürlük, adalet sınavı. 12 Eylül sonrası hak mücadelelerinin dirayetli, inatçı kadın figürlerinin devamı Eren Keskin. O doğru bildiğinden, devlet gücü yettiğinden vazgeçmiyor.
Hınç hukuku: Fırıncı ekmek de vermesin
Akademiden atılan Cenk Yiğiter'in avukatlık stajının durdurulmasını mümkün kılacak hiçbir hukuki imkân yok. Bu kararı mümkün kılan tek şey var: Hınç. İktidarın bıktırıcı mağduriyet söylemi de kinin kurumsallaşmasına giden yolu döşemenin bir aracı esasen.
Herkes bayrağını cebine koysun
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Kahramanmaraş konuşması, savaşın süreceğine ve yaygınlaştırılacağına dair alametlerle doluydu. Anlaşılan, Türkiye’nin önündeki seçimlerin her şeyini “savaş süreci” belirleyecek.
Sayın muhbir vatandaşın soy ağacı
Muhbir, ajan, ajan provokatör, itirafçı, gizli tanık, bunlar devletlerin eskiden beri kullandıkları figürler. “Sayın muhbir vatandaş” o kadar ünlüydü ki, bir oyuna bile konu oldu. Fakat arka koltukta, ön koltukta oturan kadının telefonunu dikizleyen birinin ihbarının gördüğü itibar bir eşiğin daha aşıldığını gösteriyor: Herkes artık bir başka kişinin gizlisini araştırma ruhsatına kavuştu.
Portre: Devlet Bahçeli ve Türk-İslam pergeli
Sabit ayağı Türkçülük, hareketli ayağı İslamcılık olan bir lider olarak, sabit ayağı İslamcılık, hareketli ayağı Türkçülük olan Erdoğan’la ittifakı, ikisinin de yetiştiği hareketlerin tarihinin olağan bir sonucu. Bahçeli, “Ne mozayiği ulan, mermer” diyen Başbuğ’un izinde gider. Ama izci değil, oymakbaşıdır. Temizlikçi, mermerci ve tekçi her hamle onun desteğini kazanabilir. Kaybedeceği zamanı kendisi seçer.
Sanık 'siz' olamazsa yargıç da yargıç olamaz
Ahmet Altan’a sanık olduğu için sen demeyi sürdüreceğini söyleyen yargıç aslında ne söyledi? Ceza hukuku mevzuatında sanığa sen denilmesini öngören bir norm yok. Aksine, ceza hukuku ilkeleri, adil yargılama hedefiyle, iki şeyi yasaklar: Kötü muamele ve ihsası rey…
Yargı dedi ki: Ahmet Şık, çok haklısın!
Hiçbir yargıç, “yargılama düzeni”ni savunma hakkı aleyhine karar alarak koruyamaz. Ahmet Şık duruşmasında hakimin atıfta bulunduğu kanun maddesi açıkça söylüyor bunu. O halde mahkeme Ahmet Şık’ı duruşmadan çıkararak, Ahmet Şık’ın haklı olduğunu tescil ve ilan etti.
Merkez sağdan hiper sağa Süleyman Soylu
Merkez sağın tüm hırslarıyla donatılmış bir prens. Dedesi Demokrat Parti, babası Adalet Partisi, kendisi Doğru Yol Partisi gönüllüsü. DYP’nin hep yükselen ama bir yere çıkmayan yıldızı. Demokrat Parti’nin kır atının kısa bir etaptaki süvarisi. Siyasal lümpenliğin ilk ayyuka çıktığı 1987 referandumu yapılırken DYP’den siyasete atıldı. 2010 referandumunda makas değiştirdi; artık yeni evindeydi. Zaten eski ev de yeni ev de yıkılmış, herkes saraya taşınmıştı.
Kültürel iktidar davaları başlıyor
Barış İçin Akademisyenler İnisiyatifi davaları başlıyor. Bu davaların hukuki niteliği, ilk soruşturmalar başladığında İstanbul’da polisin sorduğu sorularda kendisini ortaya koymuştu. Bunlar esasen hukuk davaları değil, sıkıntı olduğu kabul edilen “kültürel iktidar”ı tesis etme davalarıdır. Kültürel iktidarın “sıkıntı” olması iki anlama gelir: İlki, meşruiyet sıkıntısını ifade eder. İkincisi, iktidarın hayalindeki toplum tasavvurunu açıklar.
Yokistan
Anayasa Mahkemesi’nin Gülser Yıldırım kararı, adaletin yokluğunun yeni ilanından ibaret. Barolar Birliği Başkanı konuştu, sanırsınız bir avukat değil, kandırılmaya çalışılan sinirli bir aile babası. Peki seçtiği kişi hapse atılıyor, kayyımla değiştiriliyor ya da istifa ettiriliyorsa seçim diye bir şey kalır mı? Seçmen diye bir şey?
Her yer Kürt oldu 3: Her Kürt bir terördür
Cumhuriyetin kuruluşunun “ilerici-aydınlanmacı”, Erdoğan ve (artık neredeyse tamamen değişmiş bulunan) siyasal yoldaşlarının “ümmetçi-İslamcı” güzel sözlerini kaldırınca, geriye şu ortaklık kalmaktadır: “Kürtlerin çoğalması bir sorun.” Çünkü varlıkları sorun.
Her yer Kürt oldu 2: Çoğalma fobisinin kökeni
Nüfus artışı tartışmaları Türkiye tarihinde çağdaşlığın gereklerinden, ilericiliğin doğal sonuçlarından, ekonomi ilminin keşfettiği amir hükümlerdenmiş gibi sürmüştür hep. Bu görünür sebepler, bir görünmeyen karın ağrısına işaret eder: Kürtlerin nüfus artışı. Giderek, Kürtlerin varlığı.
Her yer Kürt oldu 1: En az 15 çocuk
Erdoğan, Müslümanlar için dinsel bir emir olan çoğalma konusunda hassasiyet isterken, meselenin şimdiye kadar dile getirmediği bir yönünü de işaret etti: Terör örgütü de hassas. Terör ve nüfus artışı? Gözlüğünüz milliyetçiyse, evet.
Diktatör, faşist ve yurttaş
Siyasal alanda hakaret davaları, başlı başına bir yargılama sistemi gerektirecek kadar çoğaldı. Bu davaların varlığı, yurttaş denilen kişiye “doğru konuş ya da sus” emri anlamına gelir. Bir kişiye faşist ya da diktatör denildiğinde bunun doğru olup olmaması değil mesele, mesele bunun yargı konusu olmasıdır.
Bêbextî; insanlıktan ihraç
Çıplak aramayı düzenleyen kanun, her şeyin “gizli” yapılmasını ve arananın “utandırılmamasını” emrediyor. Gururla söylüyorlardı, “İnkar, imha, asimilasyon bitmiştir”, gururla söylemeye devam edebilirler: De-humanizasyon çağını başlattık. Kürtçe adı var bu kötülük biçiminin, ağır sıfatlardan biridir: Bêbextî. Hainlik.
Üretim devam etmektedir
Koç’un özelleştirmeden aldığı TÜPRAŞ, Türkiye’nin en çok kâr eden, en değerli şirketi. Bu şirketin rafinerisinde dört işçi yaşamını yitirirken, biz kaymakamdan müjde aldık: Üretim devam etmektedir. Ne üretiliyor Allah aşkınıza orada, candan daha kıymetli?
Beyaz niye tekledi?
Ayşe öğretmenin "suçu", ne sözlerinde, ne de sözlerinin arkasındaki varsayımsal amaç ya da amaçlarda; Ayşe öğretmenin suçu, biraz Bourdieu'ya yaslanarak söylersek, bir televizyona "buyur" edilmeden enformasyon ve fikir beyanına girişmesinde; televizyon fikirleri sever ama sadece "buyur" edilmiş fikirleri sever. O halde Ayşe hanım, hem bir şov programını bir enformasyon programına çevirmekle hem de buyur edilmemiş, seçilmemiş, onaylanmamış sözlerle bunu yapmakla iki kere "suç"ludur.
Bir edebi kahraman olarak Selahattin Demirtaş
‘Seher’, yazarı Selahattin Demirtaş’ın bir okur olduğunu gösteriyor. “Türkiyeli ol” kibirli öğütleriyle her an karşı karşıya olan bir geleneğin politikacısı olarak Demirtaş, politikayla yani toplumun kaderiyle yakından ilgilenen edebiyatçılara, edebiyatla yakından ilgilenen bir politikacı olarak selam veriyor. Kitap, politikacıyı bir edebiyatçıya çevirmiyor belki ama bir edebi figüre çeviriyor.
Mağara, cezaevi ve Demirtaş’ın ‘Seher’i
Lascaux’dan Dikili’ye mağara duvarları, hayranlığı ve düşünme mecburiyetini davet eden çizimlerle doludur. Yazının icadından sonra kapatılan ya da kendi kapanan kişilerin ellerinden çıkmış işler hayli bir yekun tutar. Kapanma-kapatılma ile “sanat” arasında bir bağ var, kadim bir bağ. Demirtaş da bu bağa sırtını vermiş görünüyor.
Kadir Topbaş: Resimdeki gözyaşları
Bu ileri demokrasi günlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Meclisi nasıl bir yürek yedi ki “başkanı”nın veto eldivenini geri onun yüzüne vurabildi? Topbaş bu yüzden kalbi kırık gidiyor. “Borç bırakmadım” diyor; neredeyse alacaklı çıkacak. Oysa hem rakamlar doğrulamıyor bunu hem bir “borç” konuşulacaksa İstanbul’a, İstanbullulara karşı ömrü boyunca ödeyemeyeceği kadar borçlandı; Haliç’teki “boynuz”lar mesela...
Birey ölmüştür, Allah rahmet eylesin
Avukatların susma hakkını hatırlatmaları, aleyhlerinde delil olarak kullanıldı. Gerçekten de delildir: Susma hakkını tanımayan, işkencenin önünü açar, bu yüzden yargılanmak zorundadır. Fakat yeni Türkiye’nin yeni hukukunda hak kavramı yer değiştir: Eskiden devletin yetkileri, bireyin hakları vardı; şimdi devlet hakları da gasp etti. Artık özgür, hukuka güvenen birey yoktur, ihtimal olarak bile.
Tanrı Dağı ile Hira Dağı arasındaki CHP
CHP’li Yılmaz Öztürk, Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ndeki referanduma itirazlarını açıklarken, “yalnız kalmak”la suçladığı hükümeti Barzani’ye karşı “askeri, siyasi ve ekonomik” paket açıklamaya çağırdı. Yani savaşa. Öztürk’ün üslubu CHP yönetimince onaylanıyorsa, yönetimin çok sözünü ettiği “barış ve huzur”u ülkeye ve bölgeye kim getirecek?
MGK’ya iki yeni üye: Feyzioğlu ve Durakoğlu
İstanbul Barosu ile Türkiye Barolar Birliği, Güney Kürdistan’daki referanduma karşı çıktı. İstanbul, hükümete doğrudan çatarken, Barolar Birliği bir üst merci imiş gibi “devlet politikası”nın ilkesini ilan etti. Ben MGK’yı yönetiyor olsaydım, ikisini de davet ederdim.
Cenaze meselesi, toprak meselesidir
Ankara’da Hatun Tuğluk’un cenaze törenine saldırıdan sonra ilk iki gün içinde konuşan dört devlet yetkilisi, saldırıyı kınadı, lanetledi, üzüldüklerini söyledi, ama biri bile baş sağlığı dilemedi. Baş sağlığı dileyen (siyasi olmayan) vali ise saldırıyı “sataşma”, cenazenin mezardan çıkarılmasını “kendi kararları” diye anlattı. Sezgin Tanrıkulu’na saldırı fantezisini kamuya ilan eden hukuk asistanıyla mezarlık saldırganları, aynı politikalardan cüret bulan figürlerdir.
Bunu da gördük: Mezardan ihraç!
Taziyeyi, yası suç ilan ederseniz, ölülere ve dirilere yapılan hakaretleri cezalandırmak yerine hukuk adına itiraz edenleri cezalandırırsanız, yaslı insanlara saldıranlara madalyayı önceden takmışsınız demektir. KHK ile yönetilen devletin sokağı da kendi KHK’sını çıkarır.
Sezgin Tanrıkulu niye saldırı altında?
Silahlı İnsansız Hava Araçlarının öldürücü operasyonlarda kullanılmasında karar kılındığı anda, temize çıkmanın tek yolu kalır: Kimi vururlarsa vursunlar, terörist odur. Sezgin Tanrıkulu, bu sistemin hukuki ve ahlaki sorunlarını ifşa etmeye yöneldiği için saldırı altında.
Ben vicdansızım Selahattin Bey!
HDP’nin cezaevinde tutulan eş genel başkanlarından Selahattin Demirtaş’ın mektubu bana da ulaştı. Ne yazık ki Demirtaş’ın “vicdan” davetine uyma imkanım yok.
Arayan CHP, duran CHP, durduran CHP
CHP’nin Gelibolu’daki kurultayına gittim, dedem Kalê Rifet’in “Çağrıldığın yerden erinme, çağrılmadığın yerde görünme” öğüdüne uyarak. Dışarıdan bakınca “Klasik CHP işi” görüntüsünün, vitrinin altında çok ciddi bir arayışa şahit oldum. Sıkı sunumlar izledim, nazik tartışmalara tanıklık ettim, umudu ve umutsuzluğu birlikte gördüm. Onun hikayesidir….
Sözümüz baki... Çabamız sürecek...
Yıldönümlerimizi birlikte kutlayacağımız dost ve meslektaşlarımızın özgürlüklerine kavuştuklarını görmek dileğiyle tekrar merhaba…
Eşitlik, özgürlük, adalet bir de nöbet
CHP’nin Adalet Yürüyüşü, dikkat ve heyecana yol açtı ve bağlanmış medyaya rağmen ses duyurmayı başardı. HDP’nin “Adalet ve Vicdan” nöbeti ise bağlanmış medya tarafından görülmediği gibi, polis tarafından neredeyse “görülmüştür” damgası kullanılacak bir çember içinde İstanbul’a taşındı. İktidarın HDP’ye yönelik tutumu, iktidardan rahatsız olanların da onayını aldığı sürece, “haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik” katılaşarak sürecektir.
Hepimiz kardeşiz, yarımız terörist
İnsan hakları aktivistlerini "ajan" gören ideolojiler yaygındır. Fakat o aktivistlerin faaliyetlerinden vaktiyle çok yararlanan, o faaliyetleri öven iktidarın o alanı kapatmaya yönelmesi ne anlama gelir? Konu hukuk değil siyaset. İktidar, 12 Eylül'ün Batılılara teklifini tekrar ediyor: Ekonomik çıkarlarınızı güvenceye alalım, siyasi çıkarlarımızı güvenceye alın. Kârlarınıza karşılık sürekli iktidar.
Tek tif, anarşik ve insanlık onuru
Cezaevlerinde tutulanlara tek tip giydirilmesi, ceza hukukuyla ilgili bir mesele değil, bir “hedef” seçimidir. 12 Eylül’e göre cezaevlerinde tutulanlar “asker”di, tek tip giydirme arzusunu böyle hukukileştiriyordu. “Üniforma” çünkü kime ateş edileceğini ve kime ateş edilemeyeceğini belirler askeri mantıkta. Bugün ise aynı şey hukuk dışı bir metafor olan “terörist” lafı ile yapılmak isteniyor.
Tek tip: Metris'ten Guantanamo'ya
Artık şaşırmamayı öğrendik; ama Guantanamo modeline şaşırmamak elde değil. “Batı’da var bu” deniliyor. Var, ama uzağa gitmeye gerek yok o kadar aslında: Türkiye cezaevinde tek tip giysiyi, mevcut iktidarın yargılamış olmakla övündüğü 12 Eylül karanlığında tanıdı. Metris başta olmak üzere, Diyarbakır 5 No’lu cezaevi gibi cuntacı kötülüklerin sembol mekanlarında tek tip giysi dayatması ve beraberinde Guantanamo ile yarışacak işkenceler eşliğinde...
Cumhuriyet davası ve kısa yargı tarihi
Cumhuriyet davası görülüyor. Nasıl bir dava bu? Ölü yargının davası: 12 Eylül savunmayı öldürdü. 28 Şubat delili öldürdü. Ergenekon yargıcı öldürdü. Şimdi artık savcı da ölü. O yüzden iddianame de yok.
Kılıçdaroğlu’nun adımları
CHP ve lideri Kemal Kılıçdaroğlu, Beştepe ve Yenikapı fotoğrafı gibi bir sıradan bir yeni rejimin takdis fotoğrafına dönüşmekle güçlü bir dönüş yürüyüşü hazırlama seçenekleri arasında bir ipin üstünde yürüyor. İktidarın yargısı tetikte. Durumdan gübre çıkaranlar aportta.
Madımak’ın soykütüğünden bir kesit
Bundan 51 yıl önce, 1966’da Ortaca’da meydana gelen olaylara ilişkin gensoru Meclis’te reddedilmişti. Gensoruda, “1000 kişi nereden silah buldu? 10 kilometre yolu nasıl güvenlik güçleri durdurmadan yürüdü” diye soruyordu. Birkaç gün önce de Zeynep Altıok’un Madımak’la ilgili soru önergesi geri çevrildi. Ortaca vakası, Madımak katliamı sonrasındaki devletlûların tutumunu açıklayan nüveler barındırıyor.
Ey Türk kadını!
Mustafa Kemal’in annesi ve manevi kızı üstünden yürüyen, adliyeye kadar giden tartışmada ne oluyor? Ne olacak, bir taraf nefret ettiği bir tarihsel kişiliğin imgesini yıpratmak için kadın üzerinden bel altı lümpen muhabbet yürütüyor. Karşı taraf cevabı, yine kadını harcayarak veriyor. İş neredeyse, “Ey Türk kadını, birinci vazifen yaşlanmayı bilmektir” girişli hitabelere varacak…
‘Sivil ölüm’ ve adaletsizliğin ebedileşme tehlikesi
Açlık grevleri, siyasetin çölleşmesinin, çölleştirilmesinin yol açtığı eylemlerdir. 12 Eylül’den beri Türkiye’nin iyi tanıması gereken eylemlerden. “Benim dediğim gibi yaşarsan âlâ, yaşamazsan senin payın (sivil) ölümdür” emrine itaatsizlik. Bu sefer “örgüt emri var” pişkinliğine de vuramıyor kimse. Duymamayı, görmemeyi seçenler, kendi geleceklerine dair bir seçimde de bulunuyor: Adaletsizliğin ebedileşmesi seçimi.
Panzerle gezilen sokaklar kimindir?
Atlar öleli çok oldu, şimdi panzer var. Sokakların arasında panzerler geçerken çocuklar ölecektir. Sahi, hangi sokaklarda panzerler gezer? Panzer gezen sokaklar kimin sokaklarıdır? Panzerdekilerin mi gezilen sokaklarda yaşayanların mı? İnsan hiç kendi sokaklarında panzerle gezer mi? Silopi cinayeti, sokakların da evlerin de içinde yaşayanların da topluma ait olmadıklarını ilan etmiyor mu bir daha?
Yaşar Kemal’den bir soykırım kâbusu
Soykırım, organize devlet şiddetinin bu kötülüğü “insan”ın tarihte aldığı arpa boyu yolu hızla dağıtır, bastırılması, geriletilmesi, sindirilmesi gereken şiddet serbest bırakıldığında, “insan”la “hayvan” arasındaki ince çizgi darmadağın olur: Çocuklar, artık tehlikeli bir “yılan”dır, vahşetin çağırısına uymuş köpeklerden bir önce ya da sonraya düşerler soykırım taksonomisinde... Hem kırımı gerçekleştirmek için aşılır bu “çizgi” hem de kırımın bir sonucu olarak.
Siyaset günleri gelip çatmadan!
Öldürme yetkisinin yeniden devlete verilmesi, siyaset etmenin siyaset yapma üstündeki gücünü yeniden kurmak demek. İdam isteniyorsa, ilk asılanın muhalifler olacağını zannedenler yanılmıyor olabilir ama son asılanın onlar olacağını zannedenler çok yanılıyor.
Fârâbî’den “aldatan ve aldanan”lara dair dersler
Bin yıl önceden bir cümle: Onlar yalan, aldatma, şaşırtma ve kandırmayı kullanmakta bir beis görmezler. Çünkü onlara göre dinlerine karşı çıkan şu iki tür insandan biridir: O ya düşmandır, dolayısıyla cihad ve savaşta olduğu gibi, yalan ve aldatmanın kullanılması caizdir…
Müjde! Açılım bitti!
KCK gözaltı ve tutuklama furyası 14 Nisan 2009’da başladı; araya 2013 Newrozu’nda giren “açılım”, 28 Mart 2017 itibarıyla resmen bitti. İslamcı iktidar ve Türkçü yeni ortakları seneye 14 Nisan’ı ya da 28 Mart’ı tekbir ve kurtbaşı işaretleri eşliğinde kutlar belki de…
Bir hoş geldin yazısı: Kararnameler nasıl eleştirilir?
Akademiden sadece hocalar mı atıldı? Hayır. Akademi için tutkuyla mücadeleye girişen genç adam ve kadınların arzu ve hevesleri de atıldı. Murat Sevinç'in dün Duvar'da çıkan öyküsündeki genç adamın.
OHAL görevlisi olarak baro!
Ankara Barosu, bir ihraç edilmiş akademisyenin staj başvurusunu geri çevirdi. Başkan, “KHK diyor ki kamu görevi yapamazlar…” izahatını yutmamızı istiyor. Bir baro başkanı “kamu hizmeti yapma” ile “kamu görevlisi olma” ve “kamu görevlisi sayılma” arasındaki farkı bilmez mi? Kararnamelerdeki hukuksuzluklara karşı hukuki işlemi yapması gereken baro, kararnamedeki kraldan daha kralcı olursa hukuk nasıl gelecek bu memlekete?
Türkiye Türklerindir!
Hürriyet Gazetesi ile iktidar niye anlaşamıyor? Darbe gecesi gördüğü büyük hizmete rağmen Doğan Grubu niye kurulduğundan beri desteklediği iktidarla barış görüş yolları bulamıyor? Meselenin sırrı “Türkiye Türklerindir” mottosunda gizli. İlk defa Almanya’daki bir toplantı nedeniyle 1915’te kayıtlara geçen lafta.
Tek kişilik dev toplantı(!)lar
MGK fotoğrafında iki kişi var dedik, biri Erdoğan’dı. Diğeri Mustafa Kemal. Mehmet Uçum’un siyasi Pazar tezgâhına koyduğu “Erdoğan halkın kendisidir” lafı, milletle lideri özdeşleştiren Avrupa ortaçağ siyasal teolojisinden uyarlamadır. Referandumdan “Hayır” çıkarsa fotoğraf bire inebilir, ama evet çıkarsa sıfıra bile inebilir: Daha tuğrası var bu işin…
Yeni Türkiye’nin büyük fotoğrafına bakarken
Yeni yılın ilk MGK toplantısında yine "iç ve dış meseleler" konuşuldu. Bildiri, bildirim ekiyle doluydu: Dır, dır, dır.... 1933'te gizli kararnameyle kurulan, 1961'de anayasaya giren "vesayet kurumu"nun toplantısından servis edilen fotoğraf ise yeni Türkiye'nin "büyük fotoğraf"larından biriydi...
Ahmet Türk’ün saldırı altındaki onuru
AK Partililer rahatsız oldu. Ertuğrul Özkök rahatsız oldu. Biri yaş ve konum dedi, diğeri hastalık, Türklük ve kardeşlik. Bir şey daha var: Hukuk. Ahmet Türk ise olacakları biliyordu ki, tutuklandıktan sonra, “Onurumuzdan başka kaybedecek şeyimiz yoktur” dedi. Haklı çıktı: Hastaneden hastaneye, şehirden şehire sürüklenip duruyor.
İbni Haldun’u bizden kim çaldı peki? (2)
Sahi, İbni Haldun’u bizden kim çaldı? İngilizler mi? Bugün yaşasa Siyasetçinin bilgiyi elde etme, kullanma biçimleriyle alimin bilgiyi elde etme kullanma biçimleri arasındaki farkı anlamak ve anlatmak için uğraşır mıydı yoksa? Yoksa KHK tırpanı yiyip başka dertlerle boğuşmaya mı mecbur kalırdı?
Musul meselesinden ‘eşcinsel Batılı’ya sıçramak! (1)
Bir TV programında Musul konuşulurken, Musul’dan başka bir mesele ve bağlam yokken, bir profesör ani bir sıçramayla “Batı karşıtlığı” kartını açtı. Katil Althusser, deli Nietzsche, müntehir Derrida (Deleuze intihar edince Derrida da intihar etmiş sayıldı!) ve eşcinsel Foucault… Batı karşıtı söylemlerin olgusal uyumsuzluklarla dolu bu “akademik” dökülmesinin bir versiyonu da Kolomb’un Küba’da gördüğü cami olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir nutkunda tezahür etmişti.
Temerküz günlerinde hukuk
Yeni OHAL kararnameleri geldi. Kararnamelerle işten, meslekten, yaşamdan atma işlemlerine karşı bir “komisyon” kurulacak. Komisyonda “yargı”dan sadece üç üye, “yargı tarafından” (HSYK) atanmış sadece iki üye olacak. İki yılda işini bitirmesi için günde en az 136 dosyaya bakması lazım. 8 yıldan önce bir karar beklemek abes…
Hrant Dink’in yüzü ve Ermeni nefreti
Dink cinayeti 10 yıldır aydınlanmadı. Her kritik eşikte failler değişti: Ergenekon. Yok aslında FETÖ… Fakat cinayet, 2004’ten bugüne kadar gelen iklimin ürünü. O iklime bakınca, nöbetleşe birbiriyle boğaz boğaza da gelenlerin ortak bir nefreti öne çıkıyor: Ermeni nefreti…
İlk hoca, ilk yandaş: Ahmet Mithat Efendi
Ahmet Mithat Efendi 104 yıl önce 28 Aralık’ta Darüşşafaka’da gönüllü öğretmenlik yaparken öldü. İlk “yandaş” gazeteci oydu. Bugünkülerden küçük bir farkı vardı: Çok çalışkandı. 200’den fazla kitap yazdı. Abdülhamitçiydi, ama Abdülhamitçi anlayışın sıkı bir karşıtı olan Aziz Nesin’in içinde olduğu geleneğin başlatıcısı da oydu.
Dodan’ın parçalandığı an
‘O Ses Türkiye’de Dodan’ı görmek yaralayıcıydı. Kürt olduğunu söylemediği için değil. Alevi olduğunu söylemediği için değil. O jüridekilerin onun hakkında “karar verecek” yargıçlık evsafında olmadığı için değil. 22 yıl 'ana akım'ın dışında yol yürümüş bir müzisyenin, ana akımın sahnesinde su istemesiydi yaralayıcı olan. Herkesin birbirine benzemeye zorlanması yaralayıcıdır.
Hiper sağın süper cumhurbaşkanı-4: Ömür boyu dokunulmazlık
Teklife göre cumhurbaşkanı görevdeyken işlediği suçlardan ötürü 400 milletvekili kararıyla Yüce Divan’a yollanabiliyor. Ne 'görevle ilgili suçlar – görevle ilgili olmayan suçlar' gibi bir ayrım yapılmış, ne suçüstü hali düşünülmüş. Dahası var: Görevdeyken işlediği suçlarla ilgili dokunulmazlık ömür boyu sürüyor. Yardımcıları ve bakanlar içinse görevle ilgili suç-ilgisiz suç ayrımı getirilmiş.
Hiper sağın süper cumhurbaşkanı-3: 'Cumhurbaşkanı halkı da seçer'
Teklife göre cumhurbaşkanı, yardımcısını kendi seçiyor. Bir de olabilir beş de. Sınır yok. Yardımcı, cumhurbaşkanına vekalet edebiliyor, makam boşalınca yerine geçebiliyor, fakat halk tarafından seçilmiyor. Hatta kim olduğu seçimden önce bilinmiyor bile olabilir. Teklifte bir madde unutulmuş: Cumhurbaşkanı, gerek görürse halkını seçebilir.
Hiper sağın süper cumhurbaşkanı-2: Tiranlığın freni olmaz!
Anayasa teklifinde tek makamda güç yoğunlaşması için her şey var ama temel hakların güçlendirilmesi ve yürütmenin yeni güçlü figürüne karşı denge oluşturacak bir şey yok. Ha, Amerikan sisteminden bir madde var: Cumhurbaşkanı doğuştan Türk vatandaşı olacak. Yargı, TRT ve AA gibi tarafsız olacak.
Hiper sağın süper cumhurbaşkanı
'Partili cumhurbaşkanlığı' teklifi yola çıktı. Teklifte ne var? Nüfusun ancak yüzde 13’ü içinden seçilebilecek, partisiyle ilişkisi süreceği için parlamentoyu avuçlarında tutacak, Türkiye siyasal ormanında hep 10 Anayasa maddesi gücünde olan yönetmelik yapma yetkisi dahil icranın kendisinde toplandığı bir cumhurbaşkanı. Bunun adını koyalım: Kanunlaştırılmış tiranlık.
Bir barış şarkısıdır hıçkıran şarkılarsa
Tahir Elçi’siz bir yıl geçti. Cinayet hâlâ aydınlanmış değil. Onun itiraz ettiği çatışmaları bitirecek yol bulunmuş değil, aranmıyor bile görünüşe göre...
Bir Kürt ne ister?
İşin anahtarı, egemenlik paylaşımındadır. Kürt kalarak cumhurbaşkanı, başbakan, milletvekili, belediye başkanı, vali, kaymakam filan olma imkanında yani. Kürt sorunu bütün Ortadoğu’yu derinden etkileyen bir etno-politik sorun olarak, Kürt etnosunun haklarının mırın kırın etmeden düzenlenmesiyle çözülebilir ancak. Çatışma hali çözüm sayılmıyorsa tabii ki.
Ahmet Türk: Ne güvercin, ne şahin, sadece Kürt
Sevinenleri bir kenara koyarsak, kimi Ahmet Türk’ün “güvercin” olduğu için gözaltına alınmasına şaşırıyor veya kızıyor, kimi yaşını, kimi hastalığını söylüyor. Oysa Ahmet Türk ne şahindir, ne de güvercin. Ara kuşaktan bir Kürt olarak, Kürt kalma talebinin karşılığını alıyor: 1980’lerde de böyleydi, 1990’larda da 2000’lerde de…
KHK denince: Bana her şey 12 Eylül’ü hatırlatıyor!
Kenan Evren ölmedi, içimizde yaşıyor. Fazlasıyla yaşıyor. Çok fazlasıyla…
Kısa kes avukat!
Demokrasi bir konuşma rejimidir. Cumhuriyet fermana karşı konuşmaya yaslanır. Konuşma, yargı marifetiyle yok ediliyor. Yargıyı kaybettik. Fakat adalet sadece yargının işi değil.
Sus emri ve düşmanlık siyaseti
Özel bir ittifak kuruluyor: Üçüncü MC dönemi, ama bu sefer hükümet olarak değil, devlet olarak. Ne bu şiddet bu celal derseniz, yeni bir devlet kuruluşunun şiddeti ve celalidir bu.
Erdoğan’ın ‘Kürdistan’ dediği gün…
Medeni Yıldırım davası “beraat” ile bitti. Yani bir devlet kurşunu daha mahkeme tarafından onaylandı. Bugünkü hukuk dışı işler fırtınasının altında 1990’lardaki hukuksuz kararlar yatıyordu. Bu dava da şiddetin yakıcılığını geleceğe taşıyor.
Kırmızı atın dişleri
Bugün HDP’lilere yönelik hukuksuz ve kaba işlemlerin yanı sıra Anayasa Mahkemesi’nin KHK kararının gerekçesi yayınlandı. Gerekçe, mahkemenin kendi yetkisini, hatta kendisini imhasının ilanı niteliğinde. HDP’lilere yönelik işlemlerse parlamentonun fiilen imhası sürecinde yeni bir tekme.
Sessizce değişen bir paradigma: Alevi tarihyazımı
Ayfer Karakaya-Stump: Tek yapmaya çalıştığım iyi tarihçilik. Yani idealize edilmiş tarih dışı objeler olarak değil, sahici insanlar olarak Aleviler kimdi? Baskılara rağmen neden ve nasıl Alevi kaldılar? Aynen Ahmet Kaya’nın şarkısında dediği gibi, ‘kimdi bunlar, kimdi?’ Alevifobi, toplumun en yakıcı sorunu. Medyada Aleviler kör noktada.
Benim Cumhuriyet’im, benim ifade hürriyetim
Ne oluyor? İktidar gücünü tahkim ediyor. Nasıl? Sevmediğini tarumar edip, sevdiğini ihya ederek. 'Cumhuriyet gazetesi yalnız değildir' demekle bir çare bulunmaz. İfade özgürlüğü savunulacaksa, kurumların özelliklerinden bağımsız, ilke düzeyinde savunulmak zorunda: Azadiya Welat’a yapılanları beğenen, Cumhuriyet yok edilmek istendiğinde karşı duramaz.
'Torun'lar niye 32 kat merdiven çıkar?
Torunlar Center’deki asansör katliamında bilirkişi raporu, “asli kusurlu kişileri” bulamadığını söylüyor. Savcı da bulamamış, yoksa bilirkişi görürdü. Bunu göremeyen bilirkişiler olayın “kasten” ya da “bilinçli taksirle” değil, “taksir” ve “tali kusur”la meydana geldiğini görüyor. Yani yargıcın yerine geçiyor. İnşaattaki iş cinayeti sistemini niye görmüyor bilirkişi? Çünkü o da cinayete yol açan hatalı yargı uygulamalarının bir parçası.
Baş hukukçu: Orhan Kemal
Çalışma hayatı berbat, hayat değil ölüm o: İş cinayetlerini düşünmek yeter. İşçiler, Türk entelijensiyasının ilgi alanında değildir pek. Ama yıldızları da var bu karanlığın: Orhan Kemal misali. İlyaz Bingül’ün, “Orhan Kemal Edebiyatında İşçi Oluş ve Ücretli Hayat” kitabı, büyük yazara bir saygı gösterisi.
Bir iktidar serveti olarak adaletsizlik!
FETÖ’nün ne kadar tehlikeli, FETÖ’cülerin ne kadar hain olduğu anlaşıldı. Balyoz-Ergenekon “adalet yolu”na konuldu. Peki KCK? Tam gaz, aynı hız devam. FETÖ’cüler Diyarbakır Belediye Eş Başkanlarını almayı ne kadar çok isterdi! Adaletsizlik de bir servet olarak transfer edilebilirmiş, onu da görüyoruz.
Can Dündar ölsün sonra bakarız
Adliye önünde bir sanığa ateş eden, bir başkasını yaralayan kişinin tahliye edilmesi, devletin “sevmediğim kişiye ateş edebilirsiniz” davetidir. Şiddet tekelini böyle devreden devlet, baş edemeyeceği mikro şiddet anaforlarına davetiye çıkarıyor demektir.
Ocakta paket, nisanda referandum, 15 Temmuz’da seçim
Savaş, şiddet, hukuk ve adalet sorunlarıyla ortalık toz dumanken, iktidar başkanlık takvimini belirliyor. Bu tartışmayı yakından izlemek gerekli. Türkiye’nin geleceğini kökten değiştirecek bu meselede günün gelişmelerini derledim, naçizane iki söz eşliğinde.
İMC TV kirli de TRT mi temiz?
Temizle kirlinin, yani benle ötekinin bir arada yaşama modeli değilse demokrasi, nedir? Temizin ve kirlinin kim olduğunu çıplak güçten başka bir şey belirlemiyorsa, kalanın gidenden daha kirli olduğunu nasıl bileceksiniz?
Öpülesi bir yalnızlık…
Cumartesi İnsanları 600’üncü defa oturacak bugün. “Fırat kenarında kuzu kaybolsa…” makamında verilen adalet sözü hiç yerine gelmedi. Yalnız kaldılar çokça. Ama yılmadılar.
'Aranızda yaşatmayın' uçurumu!
Öğretmenler atılıyor. Akademisyenler atılıyor. Ne oluyor? Darbeyle mi mücadele ediliyor? Ya da terörle? Hayır: Darbeyle mücadele adı altında girilen yolun vardığı hukuksuzluk uçurumunda serbest düşüş sürüyor.
Sizin hiç mi bir 'fikir'iniz yok?
Yahya Kemal’in itirafını boşa çıkarıyor İlyaz Bingül. Yok, dolduruyor boşluğu. “Fikir”, bir ayağı dilde, bir ayağı “fikir”de bir metin. Zor bir metin. Zorlu bir metin. Bahri Hazer’de kayık olmaya varsanız, buyrun.
OHAL ne kadar sürecek?
Bu hatalı uygulamalar sürerse, OHAL kalkamaz. Çünkü kalkarsa iktidar altında kalır. Fakat kalkmazsa da toplum altında kalır…
Alevilere açılım mı olmuş? Hemen geri alınır!
Uzun süredir cezaevinde dede ile görüşmek için mücadele eden ve bunu başaran mahkumun talebi bu defa savcılık ve mahkeme duvarına çarptı. Gerekçe: Emsal olur!
Artık başkanlık sistemi gerekmez
Erdoğan milletin kendisidir. AK Parti, bu döngünün “parti”si değil, hareketidir. Geri kalanlar kenara çekilebilir. Ferman devletindir.
Üryan gelir gene üryan gideriz amma…
Fransa’da plajda soyulan kadınla Samuel Agop Uluçyan’ın başına gelenler arasında bir bağ var. Çünkü isim ve giysi sadece isim ve giysi değildir ve ikisi de benliği şekillendirir.
Yargının tiyatrosu tiyatronun yargısı
Yargıtay’ın adli yılı Beştepe Külliyesi’nde açması yargı bağımsızlığını zedelemez demek için, yargının yürütmeden ve onun en üst temsilcisi Cumhurbaşkanlığı'ndan bağımsız olmasının gerekmediğini savunmak gerekir. “Hümanist milliyetçi” tiyatro ise, daha lafında kendisini imha eden bir çelişki taşıyor.
Her ilde 999 Fethullahçı mı?
Kanun Hükmünde Kararname ile şirketlere el konuluyor. Yasama işlemleriyle insanlar işten atılıyor. İş plaka temizliğine kadar vardı. Türkiye OHAL günlerini değil, ”güçlerin ayrısı gayrısı olmaz” dönemini yaşıyor
Muz cumhuriyeti ve kararname cumhuriyeti
Batılılar anlamıyor meseleyi, kabul. Anlamak onların işi değil, çıkarlarını korumak onların işi. Peki “bizim çıkarımız”ın demokrasi ve hukuk dışına çıkmakta olduğundan emin miyiz?
Milletim sana söylüyorum…
İdam, Kerry’nin “NATO demokrasisi” çıkışına Ankara’nın cevabıdır. Yoksa, idamın Batı ile ittifaka son demek olduğunu Erdoğan herkesten iyi bilir. Onun için “Onaylarım” diyor zaten.
Yenikapı’dan Meclis’in bombalanmasına
Darbe, yaşam hakkını hedef aldı, cevabı idam mı olmalıydı? Darbe temsil hakkını hedef aldı, cevap Meclis’teki bir partinin dışlanması mı olmalıydı?
NATO'ya inanıyoruz, CENTO'ya bağlıyız
Türkiye’de, 15 Temmuz’daki darbe girişiminde darbecilerin TRT’den okuttuğu bildiride AB’nin adı yok ama NATO’nun var. 27 Mayıs bildirisinde de, “NATO’ya inanıyoruz” denilmişti.
Kanlı bir mesele
Cem Özdemir'in Türk olma ihtimaline niye öfkelenir insan? Niye onun "Türk" olmadığını kanıtlamak için bu kadar enerji harcamaya yöneltir? "Türk"lük vurgusu, "Türk"lüğü herkese yakıştıramama, eleştirilecek kişinin önce "Türk"lüğünü ekarte etme çabası, bizi "Türk"ün, Türk oluşun bir değer olarak yüceltilmesine götürüyor. Türklüğün yüceltilmesi?