
Rakka’da ne oldu?
“İslâm Devleti” örgütünün (DAİŞ) fiilî başkent haline getirdiği Rakka örgütün elinden alınırken, yaklaşık bir ay önce yapılan anlaşma, şimdi büyük gürültü kopardı. Gürültünün ilk sebebi, anlaşmadan çoğu kimsenin yeni haberdar oluşu. Bunu sağlayan, Quentin Sommerville ve Riam Dalati’nin BBC için yaptıkları haber. Anlaşma doğru, haber sorunlu, tepkiler genellikle abes.
Ekim ortalarında, Rakka şehir savaşının son aşamasına gelindiğinde, sağ kalmış olan DAİŞ mensupları ve ailelerinin şehirden ayrılıp kendileri için güvenli bölgeye gitmelerini öngören bir anlaşma yapılmıştı. Anlaşmanın bir tarafı DAİŞ, karşı tarafı ABD destekli, YPG ağırlıklı Suriye Demokratik Güçleri’ydi (SDG); ABD doğrudan masada yer almamıştı. Böyle bir anlaşmaya varılmasını isteyen “yerel güçler”, “Rakka Sivil Konseyi” ve yerel Arap aşiret önde gelenleri, masada tarafları uzlaştırmak için gayret göstermişlerdi.
Anlaşmaya değişik yaklaşımlarla, değişik çıkarları savunmak için gösterilen farklı tepkiler arasında en abesi Ankara’nınkiydi. Onca zaman ülkeyi her türlü cihatçı örgüte lojistik terminal yapmış, “aramız iyi, sıkıntı olmaz” şuursuzluğuyla koskoca başkonsolosluğu içinde rehinelerle DAİŞ’e teslim etmiş birilerinin şimdi kalkıp örgütün Rakka’daki elemanlarını son ferde kadar öldürmediler, kendileri de biraz daha ölmediler diye başkalarına “vahim ve ibret verici” gibi laflar etmesinin ciddîye alınır tarafı yok. Bunun üzerinde durmayacağım; lafını hiç etmemek olmazdı.
Senelerdir savaşan, mütemadiyen arkadaşlarını, sevdiklerini kaybeden ve halen büyük kısmı bizzat bizim de paylaştığımız toplumsal ortamdan kaynaklanan rizikolar altında yaşayan insanlara oturduğu yerden, “DAİŞ’çileri salmışlar yeaa!” diye çemkiren, şuursuz, vicdansız kendinden menkûl mühiminsan’ları da yine aynı mücbir sebeple anmış olalım.
Bir de Kürt tarafını kayıtsız şartsız savunmak için BBC haberini “külliyen yalan” diye karalamaya soyunanlar var. Anlaşma mâkûldür, gereklidir, insanlık şartları açısından kabul edilemeyecek tarafı yoktur, demek var, haberi hiç dikkate almamamızı buyurmak var. İkincisine razı gelemeyeceğiz.
“Gerçekte ne oldu”ya dair edinebildiğim bilgileri, mâkûl gördüğüm yorumları aktarmaya geçiyorum.
Önce, haliyle, ne oldu? Şu: Sahiden bir anlaşma yapıldı ve Rakka’da sağ kalmış DAİŞ savaşçıları, eşleri, çocukları ve birtakım silahlarıyla birlikte şehirden çıkıp gitti.
KAÇ KİŞİ GİTTİ?
Haberi YPG-YPJ ve ABD aleyhinde kullanmak amacıyla öne atılanların, bu arada meselâ başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’in öne sürdüğü üzre, “binlerce” DAİŞ militanı söz konusu değil. DAİŞ’çiler ve ailelerini taşıyan kamyon sürücülerinden birinin iddiası, dört bin kişiyi naklettikleri yönünde. Kamyoncular, konvoyun altı-yedi kilometre uzunluğunda olduğunu, elli kamyon, on üç otobüs ve DAİŞ’e ait yüz kadar araçtan (muhtemelen meşhur Toyota kamyonetler ve otomobiller) meydana geldiğini iddia ettiler. (BBC haberinin ana kaynağı kamyon sürücüleriyle ilgili meseleye aşağıda değineceğim.) Konvoyu görenler -geçtiği pek çok yerde, kafileye öteberi satmak için dükkânını açık tutanlar dışında insanlar biryerlere saklanmışlar-, iki Humwee’nin önden giderek kılavuzluk yaptığını anlattılar.
Başka veriler, giden DAİŞ savaşçısı sayısının 250-500 arasında olduğunu gösteriyor. Sayıyı şişiren, esas olarak yanlarındaki aileleri. Sayı, BBC haberinde “yüzlerce savaşçı” diye geçiyor. Bir yerde “many hundreds” deniyor; buradan, en az üç yüz olmalı, sonucunu çıkarabiliyoruz. Ancak aynı habere göre, DAİŞ’e karşı uluslararası koalisyonun bir sözcüsü, ABD’li bir albay, Rakka’dan bu anlaşmayla çıkan DAİŞ’çilerin sayısını 250, ailelerinin ve yanlarında giden sivillerin toplamını da üç bin beş yüz kişi olarak verdi.
GİDENLER KİMLER?
BBC haberine göre YPG’liler, anlaşmayla “sadece birkaç düzine” savaşçının gittiğini söylemişler, “onlar da hep yerli” demişlerdi, oysa kamyoncular, Fransa, Türkiye, Azerbaycan, Pakistan, Yemen, Suudi Arabistan, Çin, Tunus ve Mısır’dan DAİŞ’çilerin kafilede bulunduklarını ileri sürüyorlardı.
Hiçbiri Suriyeli olmayan dört DAİŞ’çinin SDG elinde tutsak kaldığını kimse inkâr etmedi. Ancak kamyoncuların doğruyu söylemediği ve giden DAİŞ’çilerin hepsinin Suriyeli olduğu kabul edilirse bu sorun yaratıyor. Anlaşmayı eleştirenler diyorlar ki: Kendi gözetiminde yapılan bu anlaşmayla ABD, Batı’da tehlike yaratması muhtemel dört militanı kenara ayırıp tesirsiz kılmış, DAİŞ’in yerel unsurlarını yerel ahalinin -ve bu arada Türkiye’nin- üzerine salmış. Mantıklı mı? Değil. Dört kişi mi her şeyi değiştirecek?
Kamyoncular niye yalan söylüyor olabilir? Bu konuda bir iddia var. Anlaşmayı savunan taraftan. Deniyor ki: Bunlara sefer için dört ilâ altı bin dolar arasında para vaat edildi, sonra bunlar ödenmedi. Üzerleri bomba dolu, intihar yelekli, silahlı DAİŞ’çilerle yapılan epey sıkıntılı ve tehlikeli bir yolculuktan sonra paraları verilmediği için şöförler SDG’yi karalıyorlar. Anlatılanlara göre, DAİŞ’çiler anlaşma gereği üzerlerine düşen, kamyon başına 800 dolarlık tutarı ödemişler.
Bu iddianın doğruluğunu-yanlışlığını sanırım kimse herkesi tatmin edecek sağlamlıkta ortaya çıkaramaz. Ancak şunu da eklemek lazım: BBC haberini hazırlayan gazeteciler konvoyun güzergâhı üzerindeki köylere gittiler, DAİŞ’çilerin geçerken durup alışveriş yaptıkları -bu arada, aldıklarının bedellerini eksiksiz ödemişler- dükkânların sahipleriyle görüştüler, onlardan biri, “Tunuslu bir savaşçının” kendisine şunu şunu dediğini anlattı. Doğruysa, kafilede yabancılar da vardı demek. Uydurulmuş olabilir mi? O kadarı da olur mu? Bilemiyoruz. Anlaşmanın yapıldığı günlerde Rakka’da yüz elli kadar yabancı DAİŞ’çinin bulunduğu sanılıyordu.
NE GÖTÜRDÜLER?
“Kaç kişi gitti”ye ilk elden, “yanlarına neler alabildiler”i de eklemek lazım. Anlaşma DAİŞ’çilerin yalnız hafif silahlarıyla gidebilmesini öngördüğü halde, kamyoncuların iddiasına göre, savaşçılar yanlarına ağır silahlar da aldılar; on kamyona sırf silah ve cephane yüklendi. Hattâ bir kamyonun yükün ağırlığından aksı kırılmış, yine iddiaya göre.
Şimdiye kadar ortaya çıkmış bilgi ve görüntüler bu konuda sağlıklı hükme varmamız için yetersiz. Ancak BBC haberinde bu konudaki yegâne kaynak kamyoncular olduğundan, kasıtlı abartı ihtimalini göz önüne almamız gerekiyor.
ANLAŞMA NİYE YAPILDI?
Anlaşmayı yapanlar açısından görünen şu: Rakka şehir savaşının son aşamasına gelinmişti, DAİŞ’çiler sağlam yığınak yaptıkları stadyum ve hastanede, olabildiğince çok düşman öldürmek, gerekirse kendileri de burada can vermek üzere hazırlanmış bekliyorlardı. Sayıları -“bin kadar” deniyor- tam bilinemeyen siviller ve kendi eşleri, çocukları, canlı kalkan-rehine olarak ellerindeydi. Şehir savaşının son aşamasının özellikle kanlı geçeceği belliydi. Sonunda DAİŞ’çilerin kaybedeceği kesin olsa da, çok kayıp verileceği belli muharebeleri gereksiz kılmak için böyle bir anlaşmaya yönelindi. Kurdistan Solidarity Campaign sitesi, “sivil kayıpları ve SDG’nin kayıplarını önleme”yi anlaşmanın ilk hedefi sayıyor.
SDG’nin, özellikle onun hem çekirdeğini hem esas gövdesini oluşturan YPG-YPJ’nin Rakka harekâtının başından bu yana verdiği kayıplar da “many hundreds”tı. Daha fazla kayıp vermeme yolu varsa bunu yeğlemeleri normal.
Üçüncü olarak, aslında daha çok yerel unsurların isteği ve girişimleri üzerine böyle bir anlaşma için masaya oturulmuştu. Arap nüfuslu bu bölgenin yönetiminde söz sahibi olmak isteyen PYD’nin, daha çok kan dökülmesini önlemeye çalışan yerel ahaliyi -sonrası için- kazanma adına da anlaşmayı kabul ettiği söyleniyor.
Anlaşma için öne sürülen bu gerekçelerin hiçbiri akla uzak değil. Zaten birtakım çıkarlar adına sahneye fırlayıp bağırtı çağırtı çıkaranlar bile biliyor ki, savaşlarda bu tür anlaşmalar olur.
Peki, DAİŞ bir nevi bozgunu kabul etme anlamına gelecek bu anlaşmaya nasıl yanaştı? Çünkü başka çaresi kalmamıştı. Koalisyon, yanlarında ailelerinin bulunuşunu filan takmadan DAİŞ’çileri her zamankinden daha yoğun bombardıman altında bırakmış, on saat içinde beş-altı yüz kişi öldürmüş, DAİŞ sertliğindeki bir örgütü dahi panik ve yılgınlığa sürüklemişti; BBC’ye konuşan -daha sonra sınırı geçmeye çalışırken yakalanmış- bir üst düzey DAİŞ’çinin bizzat anlattığına göre.
NEREYE GİTTİLER?
Anlaşmanın bunca gürültüye yol açmasının anlaşılır sebeplerinin başında, konvoyun varış noktası geliyor. DAİŞ’çiler, Rakka’nın 140 kilometre kadar doğusunda, önemli bir yerleşim merkezinin bulunmadığı, örgütün hakimiyetindeki bir yere bırakıldılar. Burası, o esnada Suriye ordusunun Rusya hava kuvvetleri desteğiyle DAİŞ’in elinden almaya çalıştığı Deyr ez-Zor’un kuzeydoğusunda, şehre 60-70 kilometre mesafede bir yer. Yani bütün o Humwee’leri ve Toyota’larıyla DAİŞ’çilerin, ailelerini örgütün hükmettiği topraklardaki köylere yerleştirdikten sonra Deyr ez-Zor’a, savaşmaya koşması mümkündü. Rakka anlaşmasını denetleyen ABD ve onun desteklediği SDG bunu özellikle yapmış olmakla suçlanıyor. “Kirli anlaşma” deyişine zemin olan durum bu.
Kurdistan Solidarity Campaign’in “YPG’nin İspanyol gönüllüsü Arges Artiaga”ya dayandırarak ortaya koyduğuysa, DAİŞ’çileri Deyr ez-Zor’a göndermenin mantığını tersine çeviriyor. Artiaga, bir DAİŞ komutanının, şehirden çıkmalarına izin verilmezse canlı kalkan olarak kullandıkları bin sivili öldüreceklerini söylediğine bizzat şahit olduğunu ileri sürüyor. İspanyol YPG’li, “Deyr ez-Zor [bir taraftan] Suriye ordusu, [öbür taraftan] YPG kuvvetlerince kuşatılmış durumda, oradan bir yere kaçamazlar ki,” diyor.
Artiaga’nın dediklerine gölge düşüren, sözlerine daha çok propaganda gözüyle bakmamıza yol açan bir ayrıntıyı belirtmeliyim. Artiaga, DAİŞ’çilerin Rakka’dan çıkınca “Türkiye’ye gitmek istediklerini” iddia ediyor, “YPG’nin buna izin vermesi imkânsızdı,” diyor. DAİŞ’çilere her şeyi diyebiliriz de, silahları ve rehineleriyle Rakka’dan topluca çıkıp, koalisyon uçaklarının gözetimi altında Türkiye’ye gelebileceklerini varsayıyor olmaları, akıl-mantık sınırlarını fazla zorlamıyor mu?
Memleketimizde ağzını yalnız devlet çıkarı savunmak için açan çokbilir tayfa da, hem her melaneti YPG’ye yükleme maksadıyla hem de akıl-mantık sınırı diye bir şey tanımadığından, “Rakka’daki DAİŞ’çileri Türkiye’ye gönderdiler!” sansasyonuna inanmaya hazır.
Bu mevzu pek tuhaf. Topluca değil, araziye dağılarak tek tek geldiklerini varsayalım. Yine kısıtlı süre içinde pek çoğunun sınırdan geçmesi gerekecek. Nereden geçecekler? Suriye İçsavaşı’nın ilk zamanlarındaki gibi, sınır boyu cihatçı militanların ve onlara silah-cephane taşıyanların hizmetine tahsis edilmiş değil. 911 kilometrelik sınırın 688 kilometresine duvar örüldü, ardında askerler “Alman K9 köpekleriyle” nöbet tutuyor. Ayrıca DAİŞ’çiler artık Türkiye’de rahat iş göremiyor, sürekli polis operasyonlarla hareket alanları daraltılıyor.
Buna rağmen geliyorlar mı? Geliyorlar. İnsan kaçakçıları, kişi başına 600, aile başına 1500 dolar gibi paralara DAİŞ’çilerin Türkiye sınırını aşmasını sağlıyorlar. Ama bu tabiî ki zorlukla, itinayla sürdürülen bir iş, Suriye İçsavaşı’nın ilk döneminde karşı yöne doğru yaşandığı gibi, DAİŞ’çilerin kitle halinde göçüne imkân veren bir kanal değil.
Üstelik, DAİŞ Suriye’de toprak ve hakimiyet kaybettikçe daha büyük riskler altında kalan militanları ailelerini alıp -Türkiye dahil- civar ülkelere veya cihatçıların elindeki İdlib’e kaçmaya çabalıyorlar. Yani bu faslın Rakka’dan çıkış anlaşmasıyla doğrudan alâkası yok.
ANLAŞMA “KİRLİ” Mİ?
BBC’ye haberi yapanlardan Riam Dalati’ye göre, Rakka anlaşmasına “kirlilik” atfedilmesine yol açan koşulların başında, görüşmelerin sıkı gizlilik içerisinde sürdürülmesi, haber sızıntıları olduğunda YPG’nin inkâr etmesi, “çatışma sürüyor” açıklamasıyla yetinilmesi geliyor. BBC haberini sallantılı kılan etkenlerden biri, YPG’ye pek sempati duymadığını teşhis edebildiğimiz Dalati’nin bu tweet’i. Birazdan göreceğiz ki, böyle bir gizlilik yok.
Dalati, 10 Ekim’deki olağan dışı yoğun koalisyon bombardımanının amacının, DAİŞ içerisinde anlaşmaya yanaşmayan radikal kesimi ezmek, örgütün geri kalanını başka çarelerinin kalmadığına “ikna etmek” olduğunu söylüyor. Bu belli ki doğru. Çünkü bu bombardımanı izleyen yirmi dört saat içinde yüzü aşkın DAİŞ’çinin teslim olduğu biliniyor.
14 Ekim’de, The Guardian’da Damien Gayle, Rakka’da sağ kalmış DAİŞ’çilerin, yanlarına bir grup canlı kalkan alarak şehirden çıkmalarını öngören bir anlaşmanın yapılmış olduğunu, Rakka Sivil Konseyi’nden Ömer Alluş’a dayanarak bildirmişti. Alluş, Rakka’daki -Suriyeli ve yabancı, toplam- beş yüz kadar DAİŞ’çinin çıkışı için anlaşma yaptıklarını anlatmış, koalisyon kaynakları sayıyı “üç yüz-dört yüz” diye azıcık azaltıp bulanıklaştırmıştı.
Alluş, anlaşmanın Suriyeli olmayan DAİŞ’çileri de kapsadığını belirtmişti. Bu böyleyse bir yandan “yalnız Suriyeliler gidiyor” yollu YPG açıklamalarıyla çelişiyor, öte yandan “yabancılar gitmeyecek dediler ama gönderdiler” diyenleri boşa düşürüyordu.
Haber, aynı gün, dış haberler servisince derlenmiş olarak The Telegraph’ta da yer almış, burada da tahliye anlaşmasının yabancı uyruklu DAİŞ’çileri kapsamayacağı öne sürülmüştü. Habere göre bir SDG yetkilisi, otobüs ve kamyonların Rakka dışında beklediğini bildirmişti.
Kurdistan Solidarity Campaign sitesinin hatırlattığı üzre, YPG’ye katılan Britanyalı gönüllü Macer Gifford 17 Ekim’de Facebook sayfasından, DAİŞ’in Rakka’daki ana mevzilerinden hastaneyi terk eden militanların görüntülerini yayımlamıştı. (Hastanede, DAİŞ’in savaşçılarıyla birlikte dört yüz kadar kadın ve çocuk vardı.) YPG veya SDG yetkililerince engellenmeden rahatça çekilip Facebook sayfasına konabilen bu görüntüler, zaten Guardian ve Telegraph haberlerinin varlığında iyice anlamsızlaşan gizlilik iddialarını tamamen çürütüyor. Çünkü gidecekleri otobüsün çevresinde yolculuk hazırlıkları yapan DAİŞ’çiler bu görüntüleri, bir “çıkış anlaşması” var olmaksızın veremezlerdi.
KİM MAKSATLI, MAKSAT NE?
Kurdistan Solidarity Campaign sitesinin, yanlışları düzeltip, görülmesi gerekirken atlanana işaret edip, çıkış anlaşmasının meşruiyetini ortaya koymak yerine BBC haberini “Rakka’yı özgürleştirme uğruna can veren şehitlerin hatırasına hakaret” ve “anti-Kürt propaganda” olarak nitelemesi, savaşla ilgili her türlü tartışmanın savaş koşullarında cereyan edeceğini, bundan kaçınılamayacağını gösteriyor.
BBC’nin haberinde gazetecilerin haberi daha cafcaflı ve sansasyonel kılmak için gerçeği eğip bükmelerinin izleri belirgin şekilde görülüyor. Sunuşun çarpıcılığını azaltmasın diye kaynakların fazla sorgulanmadığı, anlattıklarının kurcalanmadığı belli. Haberdeki yaklaşım, muhtemelen yazan iki muhabirden birinin olumsuz hisleriyle beslenmiş. Zaten anlaşmayı “kirli” diye niteleyerek baştan tavır konuyor. Söz konusu anlaşmayı gerekli ve meşru kılan insanî ve askerî sebepler, “kirli anlaşma” deyişinin altını boşaltabilir kaygısıyla doğru dürüst gözetilmemiş. KSC sitesinin ileri sürdüğü üzre, haberin çeşitli ayrıntıları bizzat “taraflı kaynaklara ve yalana dayalı” olabilir. Bunlara rağmen, haberdeki her şeyi toptan reddetmeyi yanlış buluyorum.
KSC, BBC haberindeki iki imzadan birinin sahibi Riam Dalati’yi “Türk devleti ve ‘Suriye muhalefeti’nin iyi tanınan propagandacılarından” diye niteliyor, “icabında DAİŞ’i savunmayı gerektirse bile” hep “YPG’yi baltalamak için” çabaladığını, “Kürt savaşçılarla alay etmekten” hoşlandığını iddia ediyor. Tweet’lerine bakıldığında Dalati’nin sahiden çoğu durumda YPG’ye karşı taraf olduğu, PYD-YPG ve Suriye Kürtlerine yaklaşımının olgu peşindeki gazeteci tavrından ibaret olmadığı görülüyor.
Gel gör ki, şu gazetecilik meselelerinde dön dolaş aynı yere geliyoruz: Dalati’nin YPG’ye husumeti, BBC haberinde anlatılan her şeyin yalan-yanlış olduğunu kanıtlamıyor. Onlar kısmen doğru diye de konu edilen anlaşma kafadan “kirli” olmuyor.
Bunlar bir yana, BBC haberinin kaynaklık ettiği “kamuoyu tepkisi” daha vahim. Neredeyse tamamı harabeye dönmüş şehirlerin içerisinde sokak sokak sürdürülen, çok kanlı, bol kayıplı bir savaştan söz ediyoruz. Biz bunun büyük ölçüde izleyicisiyiz. Kalkıp, hattâ kalkmadan, oturduğumuz yerden, “Canım ne var, yirmisi otuzu daha ölseymiş, DAİŞ’çileri son ferde kadar gebertselermiş, onlar da o arada ellerindeki rehineleri öldürselermiş, bize ne!” mânâsına gelecek densizlikler yapamayız.
Tamam, olguların izinde, hakikatin peşindeyiz; ama bütün bunları azıcık daha izan, idrak ve vicdan sahibi olabilelim diye yapıyoruz.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Erdoğan’ın Sivas’ta anlattıkları
Erdoğan’ın Sivas mitinginden elimizde kalanları çabucak toparlayacak olursak: (1) Siyaset artık temsil ilişkisi değil, liderden talepte bulunmayacaksın; (2) Terörle mücadele istiyorsan, Suriye’de fetih istiyorsan, biber pahalı diye yakınmayacaksın; (3) Hans ile George’dan uzak duracaksın.
Ayna kırıklarında sûretimiz - 3
Ne diyelim? Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine? Yoksa Tire’de ikiz bebekler dünyaya getiren on bir yaşındaki ortaokul öğrencisi E.Ş. ile ona tecavüz eden üvey ağabeyi B.Ş.’nin hikâyesine mi geçelim? Bebeklerin sağlık durumu iyi, tecavüzcü tutuklanıp cezaevine kondu. Küçük kız?
Ayna kırıklarında sûretimiz - 2
Bir küçük kız çocuğu para karşılığı satılıyor, etraftakiler bunu biliyor, kendi üstlerine çamur sıçrayıncaya kadar -belki kendi çocuklarının da faydalandığı bu alışverişten- kimseye bahsetmiyorlardı. Belki gerek yoktu, çünkü zaten herkes biliyordu.
Ayna kırıklarında sûretimiz - 1
Üstünden yedi yıl geçmiş bir haberden bahsedeceğim. ‘Niye’, derseniz, aslında ‘bilmem’ cevabını vermeliyim, ama ‘karşıma çıkıverdi’ de diyebilirim. Herkese pay düşer bu bahisten. “Yeni Türkiye”nin kuruluş günlerinde. Herkese pay düşecek bahislerden konuşmak iyi olur.
Kabristanda kelepçe
Babasının cenazesine bileğinde kelepçeyle gönderilen insan niye küçük düşsün, niye utansın? Utanacak olan başkaları. Fakat onlar utanmaz. Cezaevinden kelepçesiz yolladıkları kadını da annesinin cenazesini kabrinden çıkarıp başka şehre götürmek zorunda bırakmışlardı, tehditle, hakaretle, komployla. Utanamazlar artık.
Büşra, Kübra, Merve, takın onu tekrar çabuk!
Eğer bazı başörtülü genç kadınlar bireysel kararlar verip başka türlü giyinmeyi, başka türlü yaşamayı seçebiliyorsa, her kesimden başka insanlar da günün birinde başka tercihler yapabilir, başka yollara yönelebilir demektir. “Gerici” doğmuş, “gerici” olarak büyümüş, öyle de ölecek düşmanlarla karşı karşıya kalınmadığında ne olacak?
Deve gibi, fil gibi bir sıkıntı
Özel sohbette olsak, sanırım, ana muhalefet lideri, görmüş geçirmiş kıdemli muhasebe şefi edâsıyla, “Yahu,” diyecek tebessüm eşliğinde, “olabilir mi böyle şey?” Ve bize partisinin zaten hiçbir zaman seçim kazanamayacağını, partisi bu cüssesiyle ve kök salmışlığıyla varoldukça başka herhangi bir kitlesel muhalefet partisinin gelişmesi zaten mümkün olmayacağından konumunu ebediyen tutabileceğini, kendisi ve parti yöneticilerinin maksadının da zaten iktidara gelmek olmadığını... anlatırdı.
İdlib: Şimdi HTŞ öbürlerini kovuyor
Herkes, HTŞ’nin ilerlemesi karşısında Ankara’nın tavrının ne olacağını, ama bundan da önce, şu ana kadar niye sessiz kaldığını merak ediyor. Rusya basınında, Türkiye’nin tavırsızlığına dair Şam kaynaklı spekülasyonlar aktarılıyor.
Emine Hanım’ın korkunç suçu
Emine Hanım’ın o büyük suçu işlemesinden bu yana sekiz yıl geçmişti (belki çıkmıştır aklınızdan). Yargıtay Genel Kurulu vestiyerlerde boş çikolata kutusu avlayan hınzır temizlik işçilerinin gözünün yaşına bakacak değildi. Yüksek hakimler kaşlarını çattılar: Emine Hanım’dan yana çıkan mahkeme yasaya aykırı karar vermişti. Allah göstermesin!
Tam teşekküllü yeni yıl âyini
Jeopolitik hesaplarından, ekonomik istatistiklerden, siyasî tahlillerden haysiyet derleyemeyiz. Etrafımızda haysiyetler çiğnenir, un ufak edilirken haysiyetli olamayız. Olamazdık. Roboski ve onu izleyen yılbaşı günlerini bütün yönleriyle bir arada düşününce içimden geçen şu sorudur: Layığımızı mı bulduk?
Muhalefet ve çaresizlik: Böyleyken böyle
Şu anda bu ülkede “muhalif” sayılanların azımsanmayacak bölümünün, sahiden sol ve demokrat bir muhalefetin itiraz edeceği onlarca konuda Türkiye’nin derin iktidarlarıyla aynı çizgide olduğunu varsaymayan, kabullenmeyen, kendi kabullenmedikleri ve varsaymadıklarının bugünkü halinde yapısal rolü olduğunu da kabule yanaşmayan siyasî zihniyetin kendi gerçek-dışı âleminde kendi oyununa dalmak dışında hayatiyeti, değiştirici toplumsal işlevi olamayacağı mı imâ ediliyor yoksa okuduğum -ve mazallah, herkesin okuyabileceği- yazıda?
Yeniden düşünsek mi bazı şeyleri?
Burada her gün başımıza gelen veya tanık olduğumuz kötülükler yüzünden fazla imkânımız olmuyor; oysa insanlık olarak pek çok şeyi yeni baştan, temelden düşünmeli, hal çareleri, öneriler tasarlamalı, geleceğe dönük girişimler hazırlayabilmeliyiz. Fakat evvelâ şu dünyada ne olup bittiğini anlamış, her şeyi çözmüş olduğumuz yanılsamasını terk etmeliyiz.
Hukuk diye bir şeyi sevme mecburiyeti
Hukuk yoksa neye göre hüküm verilecek? Bunu biz düşünmeyeceğiz. Karar ve yaptırım yetkisi kimdeyse o verecek hükmü. Birilerine danışıp danışmayacağını da o kararlaştıracak. Vereceği kararın uyması gereken bir norm, bir yasal zemin vs. var olmayacak. Kimse onu denetleyemeyecek.
Toplumsal patoloji
Bir an öfkelenip tweet attı diye insanlar tutuklanırken, “öldürmeye azmettirme”den ömür boyu hapse mahkûm olan adamın ceza kesinleştiği gün yurt dışına kaçabilmiş olması kimlere ne ilhamlar verecektir, şüphe duyar mıyız?
Narenciye posası, meyve kasası ve Halil (15)
Aşk olsun Halil! Neden susuyorsun? Cevap veremez misin? Öldün mü? Ne münasebet! Biz cihana hakim olacağız, biz ölmeyiz Halil. Destanlarda yaşarız. Nasıl öldün? Yaşamını mı yitirdin? Yoğun bakım ünitesinde? Müdahaleye rağmen?
Kaşıkçı cinayeti ve 'siyasî oyun'lar
Siyasî güç çekişmesinin aracı haline gelmiş hiçbir şeyden hayır gelmez. Bir insanın kalleşçe, hunharca öldürülmüş oluşuna yalnız fayda sağlama veya çıkarları bozmama açısından yaklaşmanın bu kadar normal karşılanması, hattâ muazzam siyasî-diplomatik taktik başarı olarak görülmesi, cinayetin kendisi gibi kan dondurucu.
ABD seçimleri ve 'bizimkiler'
ABD Temsilciler Meclisi’nde öyle bir kompozisyon oluştu ki, Trump’la birlikte kafalarına eseni dizginsizce yapabilmeyi uman beyaz ırkçısı, faşizan gruplar “devlet elden gidiyor” haykırışlarıyla sokağa dökülebilir. Çünkü açıkça “sosyalistim” diyen Latin kökenli mi ararsınız, başı kapalı Müslüman Afrikalı mı, Kızılderili, siyah ya da eşcinsel mi, kimden nefret ediyorlarsa hepsinden numune var mecliste.
Bir ismin sergüzeşti: Ceylin
Milletimizin bilgi ile ilişkisinin psikolojik boyutları veyahut “dinî mânâsı var” denince, aslında hiç öyle bir özelliği bulunmayan kelimenin birden kutsallaşıp yayılmasının gerisinde yatan hissiyat falan diye ağır mevzulara mı dalayım yoksa, içimden geldiği gibi, bu defa da böyle bir yerde “işte bizim hikâyemiz” deyip bırakayım mı? Bence ikincisi.
Trump’ta 'bir baba bulmuş' - 2
ABD gibi, bireyselliğin bizim idrak edemeyeceğimiz boyutlarda bir varoluş ilkesi olduğu yerlerde, “yalnız kovboy”ların, adaleti kendi yerine getirme peşindeki modern büyükşehir kahramanlarının yüceltildiği diyarlarda Cesar Sayoc’lar daha bol çıkıyor, çıkacak. “Baba”yı korumak için onun “düşmanlarını” ortadan kaldırmaya yönelen Sayoc’un Ortadoğu’daki muadilleri, çılgınlık sınırındaki bireyler değil, linç kalabalıklarıdır.
Trump’ta 'bir baba bulmuş' - 1
Yeni popülist liderler, eğer yeterince güçlü ve etkili böyle bir azınlık yoksa bunu var etmeye de gayret gösteriyorlar. Fakat yoksul kitleler uzun vadede kendilerinin mahvına yol açacak olan bu liderlerin peşine takılıyor. Üstelik büyük şevk ve arzuyla ve gözleri kapalı. Niye?
Erdoğan 'hiçbir şey demedi' mi?
Erdoğan’ın açıklamasından hayal kırıklığı duyanların en çok öne sürdüğü motif, bugüne kadar adım adım sızdırılan bilgilerin temel kaynağı olan “ses kaydı”ndan söz edilmeyişi. Burada elbette haklı bir sitem ve eleştiri var. Ancak Ankara, gıdım gıdım sızdırma politikasını istikrarla yürüterek, çok çarpıcı ve iç kaldırıcı cinayet ayrıntıları paylaşarak, kayıtların nasıl elde edildiğinin fazla mesele edilmemesini sağlamayı başarmış görünüyor.
Bugünün yıldızları yakında sönecek
Bugün, kendini başkalarından güçlü sayan ve kuralsızlık ormanında yaşarsak kârlı çıkacağını öngören öngörüsüz ve beyinsiz “eski tayfa”, yakın geleceği yakın geçmişin şartlarıyla düşünüyor, egemenlik, kudret, iktidar, hattâ zenginlik, tatmin vs. kavramların içeriğinin birden nasıl hızla değişivereceğini aklından ucundan geçirmiyor.
İçeride tiranlık, dışarıda Vahşi Batı
Suudi Arabistan’ın fiilî kudret sahibi Muhammed bin Selman’ın İstanbul’da sergilediği marifetten sonra kabaca şöyle diyebiliriz belki: Kimin eli nereye uzanır, gücü neye yeterse yapabildiği, kimseye üzerinde anlaşılmış ortak kurallara dayanarak hesap sorulamayan bir dünyaya doğru mu yol alıyoruz?
Aynadaki aksine bir bak, göreceksin ne geçmiş ne istikbal durur yerinde
McKinsey işine ne diyorsun? - Mak ne? DAİŞ sanığını tahliye etmişler? - N’apmış ki? Kriz ne olacak? - Operasyon çekiyorlar. Dolar? - Operasyon. Enflasyon? - Algı. Yoksulluk? - Psikolojik. Buradan nereye varılır? - Gidiyorsan beni de atıver.
Bazı AKP’liler kavrayamamış, ya biz?
Adan’ın Ömer Çelik ve Numan Kurtulmuş’a, şüphesiz bilmediklerini aklımızdan geçiremeyeceğimiz şeyi alenen ve acımasızca hatırlatıp, parti olarak AKP’nin herhangi bir hükmünün var olmadığını belirtmesi, işin bir yanı. Öbür yanda, yıllardır başlamış bir -her şeye paralel- sürecin olgun evresine varıldığını da ilan etmiş oldu MHP’li vekil: Erdoğan artık yeni Demirel’dir.
Korkuyor ve nefret ediyorsunuz işçiden
Bugünkü iktidara kan ve can veren faşizan İslâmcı kafanın üretebildiği ahlâksızlık ve riya ile kimse baş edemez. Zulmün hizmetkârı adam bile kalkmış, “işçi haklarından yanayım” diyor! Ya, evet, işçi hakları. Evet, hı hı, işçinin hakkını alın teri kurumadan vermek, filan… Korkuyor ve nefret ediyorsunuz işçiden.
Zirve bitti, bombardıman başladı
Bu harekâtın durması artık mümkün değil. Muhtemelen bu yüzden, Rusya Batı devletlerinden bir karşı atak bekliyor ve cihatçıların bir kimyasal saldırı mizanseniyle buna zemin hazırlayacağını ileri sürüp duruyor. Eğer Batı devletleri sahiden eyleme geçerse, Ankara bu defa, harekâtın durdurulması amacı güttüğü için onlarla aynı safta mı yer alacak?
Utanıyor insan, elde değil
Putin yönetiminin İdlib’te Ankara için öngördüğü işlev şuydu: Şu katli vaciplerin bir kısmını ikna edip silah bıraktırın, bombalanacaklarına şu veya bu şekilde sağ kalmaya ikna edin ki, bizim yapacağımız katliamın boyutları büyük uluslararası infiale neden olmasın, ülke içinde de kan ve intikam havasını yeniden alevlendirmeyelim. Ankara bu vazifeye hevesle atıldı, çünkü bu sayede 130 kilometrelik sınırının bulunduğu İdlib vilayetinde, şimdilik ne derinlikte, ne kapsamda, ne süreyle tasarlandığı belirsiz egemenlik elde edecekti.
Kabil’in soyu
Sözkonusu duygunun Türkiye’de bugünkü iktidarın sürebilmesinin kaynaklarından biri oluşu, ruhun bu kadar engin zamana yayılmış bu kadar derin karanlığını besleyebilmesinin yanında neredeyse bir hiç. Ama işte, o da bizim hayatımızı karartmaya yetiyor. İnanan insanların dünyevî varlıklarını zulmedebilmekten alınan şehevî tat uğruna kurban edişlerini nasıl izah edebilecekleri sorusuyla uğraşmıyoruz artık.
Bayram yürüyüşü
Nereye doğru yol alıyoruz? Zaman zaman bir “kutlu yürüyüş”ten söz edilir. Fena halde heyecanlananlar, durduk yerde iPhone kırma raddesine yükselenler olur. Nereye yürünüyordur? Yürümek güzel tabiî. Hem de sağlıklı. Nitekim şu anda ben de bayram vesilesiyle çıktığım yürüyüşte rastladıklarımı size aktarıyorum.
Farkında değiller ya da umurlarında değil
Sahip olduğu herhangi bir şeyi kaybetme ihtimaliyle yüz yüze olan bir adam gördünüz mü onu izlerken? Ben, biz yerlerde sürünsek de bütün badireyi ufak zarar bile görmeden atlatacağından emin birini gördüm.
Ona vuramıyor musun, vur bize!
Mevcut ortam yüzünden konuşamıyoruz, HDP’nin varlığı başka hesapları da bozuyor. Hâlihazırda söylenebilir haliyle şöyle diyeyim: “Kürt siyasî hareketi” alanının, esas olarak siyasetin değil silahın tekelinde olması, devletin en azından bir kanadının vazgeçilmez tercihi oldu bu ülkede. “Barış” kelimesinden neden bu kadar tiksinildiği ve bunun nasıl resmî politika olabildiği üzerine azıcık düşünecek herkes gerekli sonuçları çıkaracaktır. Dönülüp dönülüp hışımla HDP’ye yüklenilmesinde böyle bir temel sebep de var.
Osman’a mektup - 'Ruhumu asla!'
Seni neyle suçladıklarını bilsek, “Hayır,” diyebilirdik, “asla o suçu işlemedi.” “O gün orada değildi,” diyebilirdik. “O yazıda asla o dediğinizi kastetmedi.” “Öyle bir faaliyeti yok.” “Öyle bir amaç gütmedi.”
Firavunun laneti, Timur’un laneti ve öbürleri
Soyluların naaşlarının lağım suyunda yüzmesi gibi durumlarla karşılaşınca insan ilâhî mesajların varlığına daha çok ihtimal veriyor. Eninde sonunda kudret simgesi ve ispatı lahtin içerisinde lağım suyuna batmış halde bin yıllar geçirmek var!..
Koltuklara yerleşilirken
Hayır, gözümüz yok. Siz rahatınızı sürdürün, emekliliğinizde de “tecrübeli siyasetçi” kimliğiyle yapacak işiniz, size danışacak insanlar olur. Üç partinin elemanları, hep birlikte, tecrübeli siyasetçilere ahkâm kestirilen programlara katılırsınız, yayın akışları sabah birörnek zarfla merkezlerine gönderilecek televizyonlarda. Okunmayan tek tip gazetelerde görüşleriniz alınır.
Tarih nasıl yazılır, insan nasıl bozulur?
Spiker “finallerde en erken golü atma payesi bize ait” diyemedi. Niye? Çünkü o golü bugün tarihten kazınmak istenen bir futbolcu atmıştı. Yarın ne olacak? “Kupa finallerinde en erken golü atmıştık” bahsi, geçtiği yerden silinecek, görüldüğü her yerde ezilecek. Belki millî gol krallığı istatistiklerinde de “düzenleme”ye gidilecek. İki kuşak sonra, belki, Galatasaray taraftarları, kulüp tarihinin en önemli futbolcularından birinin adını bile duymamış olacak.
Hayal kırıklığı, azim, haysiyet
Yaklaşık yarısı sahiden çoğulcu demokrasi ve adalet istiyorsa bir toplum otokrasiye uzun süre mahkûm edilemez. Ama tabiî kimse gelip onu oradan kurtarmaz; kendini kurtaracak mecburen. Haysiyet icabı.
Seçim ve yeniden kuruluş
Diyelim seçim kaybedildi; bu imkân ve irade ortadan kalkmış mı sayılacak? Niye? Nasıl? Ya da kazanıldı. Otokrasiciler eyvallah deyip, bizden aparttıkları servetleriyle ondan bundan aparttıkları mülklerine mi çekilecekler? Hayır. Siyasî mücadele sürecek. Seçim sonucu ne olursa olsun, şu anda oluşmuş bulunan, parlamenter rejim ve kuvvetler ayrılığını yeniden kurma iradesi, Türkiye Cumhuriyeti siyasî tarihinde yakalanmış en ciddî demokrasi imkânıdır.
'Beklenen heyecan' doğmadı, diyor Bay Selvi
Bu iş zaten seçimde kullanılmak için yapılıyor. Evet, kesin bilgi:) Zira: Kandil’deki PKK varlığında şu son zamanda acilen operasyon yapılmasını gerektirecek bir değişim görülmedi. Yoksa Kandil’e operasyon için şart olan birtakım silah ve teçhizat TSK’nın elinde yoktu da gümrükten anca mı çıktı? Yoo. Son birkaç ay içinde ansızın yeni komutanlar yetişti ve bunlar daha önce akıl edilmemiş operasyon planları mı yaptı? Hayır.
Ne yüzle aday oluyorsun, Selahattin?
Biz, yüzlerine maskeler takıp haysiyetimizin üzerinde tepinenlerin, maskeler takıp haysiyetleri üzerinde tepindikleriyiz. Bu yüzden biri bize yüzünü sahiden gösterince umutlanabiliyoruz. Evet, hâlâ! Her şeye rağmen.
'Girişimci'
Bilal Erdoğan’ın girişimcilik kavramına olumlu bir içerik yüklediği anlaşılıyor. Oysa biz bugünün muktedirlerinin ve onların etrafını saran destek çemberindekilerin girişim deyince ne anladığını -burada yalnız birini konu ettiğimiz- sayısız örnekten pek iyi biliyoruz.
Durduk yerde işgüzarlık yapanlar dışlandı
CHP “sol kanadı” kırpmak istemiş olabilir. Partiyi “merkeze çekmek” amaçlanmış olabilir. Şuna buna “iktidar alternatifiyiz” havası verilmek istenmiş olabilir. Hepsi olabilir. Fakat, izin verirseniz, memleketin siyasî gelenek ve teamüllerine ve yerleşik müesseselerinin köklü tarihine bağlı kalarak, “müdürün rahatını bozma” etkenini birinci sıraya yerleştireceğim.
Siyasî vaziyetlere bakalım…
Öylesine çıplak bir gerçek var ki, 24 Haziran seçimlerinde dizginsiz diktatörlük ihtimalinden kurtulmak isteyen herkesin başka herhangi bir etkeni dikkate alması bile gerekmiyor: HDP barajı aşarsa AKP+Erdoğan iktidarının devamı mümkün olmayacak, HDP barajı aşamazsa muhalefet ne yapsa boş.
'İyi' Parti iyi mi kötü mü?
Sözlere bakılırsa seküler bir seçimli-parlamentolu rejim, demokrasi, hukuk devleti, haklar-özgürlükler isteyen muhalefetin azımsanmayacak bölümü, İyi Parti’ye pek iyi gözle bakıyor. Abdullah Gül’ün çatı adaylığı tartışılırken, “ölsem ona vermem!” diye konuşanların çoğu için Meral Akşener kabul edilebilir bir alternatifti. Yani Gül “kötü”, Akşener “iyi”, bizim “demokrasi cephesi”nin bir kısmına göre.
Suriye artık tam anlamıyla iç mesele
Suriye ve Suriyeliler “meselesi” Türkiye için artık iç mesele ise, Türkiye’de siyaset yapan herkes de bu mesele üzerine düşünme, politika ve tavır geliştirme mecburiyetinde. “Suriyelileri gönderelim” filan gibi, yükü üzerimizden bir an önce atma temennisine ve yanılsamasına dayanan ucuz sloganların devri çoktan geçti. Korkarım yalnız “savaşa hayır”larla, “kahrolsun emperyalizm”le idare edilebilecek zamanda da değiliz.
Muktedir dinbaz ortamları
Cemaat henüz FETÖ olmamış, himmetler ödeniyor, polis şeflerinin, savcıların kibrinden geçilmiyor, bugünün yılmaz anti-FETÖ savaşçıları ile Cemaat’in iki dirhem bir çekirdek halkla ilişkiler sorumluları el ele kol kola… Ve işadamımız bir salona giriyor. Dindar iş insanlarıyla dolu bir salona.
Bir büyük savaş ihtimali
Büyük savaştan kasıt, ABD başta, Birleşik Krallık ile Fransa iki yanında, “Batı kuvvetleri”nin Rusya (ve muhtemelen İran) ile karşı karşıya geleceği kapışma. Akla yakın, kulağa inandırıcı gelmiyor; lâkin artık böyle ihtimallere açık bir dünyada yaşıyoruz. Bugünün dünyası beş-on sene önceden bildiğimiz, büyük kapışma tehlikelerinin birtakım kurumsal mekanizmalarla, diplomasinin soğutucu kanallarına yönlendirilerek giderilebileceği dünya değil.
Distopya yarışında Çin önde
Çin'in Rongçeng şehrinde bireyler, devlet görevlileri, şirketler, kurumlar, 'toplumsal itibar sistemi'nin özünü oluşturan değerlendirmeye tâbi. Bu esas olarak bir puanlama sistemi. “Puan veya puanlar” alıyor ya da kaybediyorsun. Puanların yükseldiğinde her ay ödediğin ısınma faturasında indirimler yapıldığını görüp seviniyorsun. Buna karşılık, fena davranışların yüzünden “puan veya puanlar” yitirdiğinde, sana hızlı tren veya uçak bileti vermediklerini görüyorsun.
Günümüzün Marksizmi nerede?
Marx, konumunu değiştirebilir, kendini kurtarabilirse insanlığı da kurtarabilecek özneyi proletarya olarak tespit etmişti. Bugün böyle bir özne var mı? Varsa kim(ler)? Ve nasıl bir mücadeleyle kendini ve başkalarını kurtarabilecek?
DAİŞ’in zehrini temizlemek
El-Medeni, DAİŞ’in zehrini çocukların beyninden temizlemenin çok zor bir uğraş olduğunu tekrarlıyor. Sınıfında, on yaşında bir çocuk bir gün elinde bıçakla çıkagelmiş ve DAİŞ videolarından gördüğü şekliyle nasıl insan öldürüleceğini sınıf arkadaşlarına göstermeye koyulmuş. Böyle hallerde öğretmenler gidip çocuğun ailesiyle ve çocukla özel olarak ilgileniyormuş.
Neden orada kalmadılar?
“Buradan başla” balonunda söz, “30 yaşında bir kadınsın,” diye başlıyor. “Evli ve çocuklu bir öğretmen olarak huzurlu bir hayat sürdürüyorsun.” İkinci balonda, “Ülkendeki iç huzursuzluk, şiddetli protesto ve çatışmalara dönüştü,” diye söze giriliyor ve soruluyor: “Bu ülkede yaşamaya devam edecek misin?”
Sıvasız evler, bayraklar
Suriye’nin bir kısmını “fethetme” fikri, anlayabildiğim kadarıyla, akıl kârı ölçülerle ele alınıp ötesi berisi tartışılabilir bir fikir olmaktan çıkmış, giderek tutku haline geliyor. Son derece tehlikeli bir oyun, kalkışılan. Bu kanlı yola niçin girildi? Niçin bu yolda yürünüyor? Muktedirlerin o sıvasız evlerdeki insanlara çok borcu var da, en azından bu hayatî soruya cevap vermeleri gerekmiyor mu?
Seçim, iktidar, muhalefet
Türkiye gibi, birey ve vatandaş hakları, insan hakları, kamusal alan, çoğunluk-azınlık ilişkileri ve nihayet topluca demokrasi kavramı altında ifade edilen her şeye dair hassasiyeti yerlerde sürünen bir yerde bile, evet, seçim önemli. Evet, tek başına her şeye karar vermek, hiçbir yasaya, kendisininki dışında hiçbir iradeye göre davranmak, hesap vermek, hele tâbi olmak istemeyen Tayyip Erdoğan için de önemli. Bu, seçimli-parlamentolu bir rejim ve demokrasi isteyen her muhalefet için şans demek.
Cihatçılar arası savaşta da taraf olmaya doğru
Suriye savaşının devletler arası platformundaki didişmelerin, Suriye rejimi ile silahlı muhalifleri arasındaki iç savaş düzleminde cereyan eden boğuşmanın yanı sıra, üçüncü bir düzlemde de Ankara artık bir (f)aktör: cihatçılar arası yerel iktidar mücadelesi.
Sırtlanlar hakkında temel bilgiler
Farklı sırtlan türlerine ve klanlarına mensup bireylerin hiçbiri, kendisinin asıl sırtlan olduğunu, ötekilerin tüy rengi veya kadın-erkek otorite dengesi nedeniyle kendisinden aşağı ve ikinci kalite yaratıklar olduğunu, bu yüzden kendisinin öbürlerini ezme, aşağılama, onlara hükmetme hakkı olduğunu düşünmez. O hayvan, zaten düşünmez, diyenleriniz çıkacaktır. O vakit sorarım size: İnsan gününün ne kadarını sahiden düşünerek geçirmektedir ve yaptığı ettiği kaç şeye düşünmesi yön vermektedir?
TSK İdlib içlerinde
“Zeytin Dalı” Harekâtı’nın “içinden bildirdiği” belli birtakım Twitter hesaplarında, TSK’nın İdlib’te giriştiği konuşlanma-mevzilenme faaliyetleri, “rejim ve İran’ın İdlib’e çıkan bütün yollarının TSK tarafından kesilmesi” olarak nitelendi. İran’ın yolunu kesmek gibi bir hedef, Suriye’de olan bitene Rusya ile ittifak halinde yön vermeye çalışan bir Ankara için pek öyle rahatça telaffuz edilecek bir hedef değil gibi görünüyor. Tabiî İran’ın biraz dizginlenmesi gibi bir gizli ajanda Moskova’da kabul edilmemişse.
Olmaz olsun öyle robot
Bakanın sözü kesilmez. Ya bakanın sözü kesilmeyecek ya da robot mobot olmayacak. Batı’nın fenni ahlâksızlıkla beraber geliyorsa uzaktan kontrol edilerek… sahneden… n’apılır? Uzaklaştırılır. Geriye “Guvenli Internet Gunu”muzu kutlayan, muktedirlerin bilgi ve teknoloji celladı Iletisim Kurumu kalır. Kurum kalsın, robot kalmasın. Kalacaksa haddini bilsin.
Hainlik
Taarruz borusuyla kendilerinden geçerek çıkmaz yola doğru koşanları uyandırıp, kendi rüyalarında değil başkalarının kâbuslarında rol aldıklarını anlatmak hâlâ mümkün müdür? Bilemiyorum. Ama denemek zorundayız. Denemezsek riyakâr oluruz.
Sana bakmadık, Dilek, büyük işlerle meşgûldük
İnsan onuru nedir bilmeyen ve şimdi nasıl bir araya getirildiği meçhul parayla, 65 milyona cami yaptırıp cennet bileti almaya çalışan acemi muktedir taslağının suratında patlayan tokattan çok fazlasıydı, Dilek’in ağzından çıkan. Sen belli ki iyi bir insandın; kim bilir, günün birinde belki, bazen başımızı öne eğmeyi öğrenir, biz de oluruz, Dilek.
İdlib skandalı: Bir gece ansızın kusabiliriz
Türk Dışişleri’nin şu andaki tavrına bakarak neler düşünebiliriz? Demek ki Ankara, Suriye ordusunun İdlib’i cihatçı egemenliğinde bırakacağını, Rusya’nın buna rıza göstereceğini, Türkiye’nin oradan eski ve yeni El-Kaide’cilerle anlaşarak Efrin’e taarruz edebileceğini, belki Fırat Kalkanı bölgesinde olduğu gibi oraya da PTT binaları falan yapacağını varsayıyordu. Olabilir mi böyle bir hayal âlemi?
Selahattin Demirtaş’ın ayrılışı
Selahattin Demirtaş’ın hapse atılması, elinin kolunun bağlanmaya çalışılması, devletin barışçı muhatap istemediğini bir defa daha gösteriyor, bunu öğrendik; peki sahneden indirilmeye çalışılması ne anlama geliyor?
Karıştıran, karıştırılan ve kaşıklar
Silahlı paramiliter kuvvetlere dayanan, vinçlere insan asma şampiyonu baskı rejimine isyan etmiş, lidersiz, siyasetsiz halkı, ABD, bölgede kendi etkinlik hesaplarına engel gördüğü İran’ı karıştıracak diye destekliyorsa, meselâ, bizim de bu olay karşısında harekete geçen ilk refleksimiz halka veya baskı rejimine değil “Amerika”nın ne yaptığına bakmaksa, siyasetteki yerimiz buna göre belirleniyor.
Bir 'sezon finali' dökümü
Yılbaşı muhasebelerine girişmek yerine, bir nevi “sezon finali” ortamı yaratmak amacındayım. Hani, sezon finalinin gerçekte her şeyin finali olup olmayacağı, karakterlerimizin seyirci karşısına bir daha çıkıp çıkamayacağı belli değildir, fakat devam edilecekmiş gibi yapılır, öyle bir ortam. Bu, AKP’li sezonun finali.
Ümmete muhabbet bir başka
Bu halimizle, değil Ortadoğu ve Arap âlemine bulaşmak, ülkeyi Kamçatka Yarımadası civarında bir yerlere taşımamız çok daha isabetli olacak. Ne zavallı halde olduğumuzu ve baştan ayağa tedaviye acil ihtiyacımız bulunduğunu kavramak için, aktaracaklarımın çıktısını alıp doktora giderken yanınızda bulundurmanızı tavsiye ederim.
Meydandaki büyük sütun
Akıl ve özgür iradeyle çoğulcu bütünlük kuramadığın için, zorla yapıştırılacağın herhangi bir bütünlüğe ve birilerinin seni buraya doğru gütmesine mahkûm, güdülürken yatıştırılmaya muhtaç olursun. O birileri de işlerini aklına seslenerek görmedikleri için, sana diyebildikleri şudur: Al bu aynayı, meydandaki büyük sütunun önünde kendine bak! Hileli ayna…
Kudüs işinde sıkıntı yok
Filistinlilerin trajedisi kaç senedir sürüyor? Türkiye ne yapmış? Filistinlilere kapılarını mı açmış? Her parçası bir yere saçılmış bu talihsiz halkın bir bölümüne güvenli, huzurlu bir hayat mı sunmuş? “Van minüt”ün nasıl bir somut, pratik sonucu oldu? Dağları taşları yerinden oynatan bu yiğitlik Filistin halkının günlük yaşantısında herhangi bir şey değiştirdi mi; azıcık moral vermenin ötesinde? Mavi Marmara nasıl bir anda satışa getirildi?
Yolsuzluk ifşası nostaljik hamle olarak kalır mı?
Yolsuzluk-usûlsüzlük ifşasına dayalı siyasî faaliyet, eskisi gibi seçimler yapılacak da bunlar yüzünden iktidar partisi oy kaybedecek gibi bir beklentiye dayanıyor, oysa mevcut iktidar koalisyonu Türkiye’de artık seçim falan yapılmasını öngörmüyor. Man Adası’ndaki off-shore hesaplarına kaçırılan paraları ifşa etmek, evet, mevcut iktidarı yıpratabilir, ama var olan koşullarda nostaljik bir anı tazeleme hamlesi gibi kalabilir.
Zarrab’ı beklerken; 3,9710
Ülkece kilitlendik, duruşma tarihini bekliyoruz. Meşhur “piyasalar”, şahane iş dünyası, siyaset, askeriye, herkes bekliyor. İktidardan uzak, sıradan fânîler ve biz, kurbanlık azınlık da bekliyoruz. 3,9728. Diyorum ki işte, madem bekliyoruz, o sırada şu sorunun cevabını bulmaya çabalayalım: Rıza Zarrab ve Hakan Atilla neden ABD’ye gittiler?
Dans mans sıkıntı olmaz
Yeni AKM sunuş videosunda muhtemelen izleyen herkesin yerinde doğrulmasına yol açan bir plan var: AKM binasının ön cephesi dev ekrana dönüşmüş, bale-modern dans tarzı bir gösteri oradan izlenebiliyor. Kendisine haklı olarak “kızlı-erkekli mi?” cinsinden sorular sorulacaktır. Oralı bile olacağını sanmıyorum. Zira tanıtım videosundaki manzara, kızlı-erkekli mevzularının çok ötesinde: Sırtı açık tuvaletler giymiş kadınları belinden tutmuş şık adamlardan geçilmiyor yeni AKM’nin herhalde “Yörünge Salonu” filan diye adlandırılacak “giriş-gelişme” bölümü. Niye?
'Milli irade' için salâ okunuyor
Mevcut koşullarda, ülkeyi kimin yöneteceğini belirleyebilecek herhangi bir seçimin yapılmayacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Yapılırsa, bu, Lider’in mevcut ittifaklarının kalıcı iktidar için yetmemesi, yeni destekler aranması durumunda, bir nevi taviz ve yeniden onay alma hamlesi niteliğinde olacak, asla adil ve dürüst seçim özellikleri taşımayacak.
Belediye başkanları ve 'Lider rejimi'
Bundan böyle, Lider’in en adanmış savunucuları dahil kimse beş dakika bile güvende olmayacak, partide sözü geçen, sözü geçmesi “tehlikesi” bulunan, hele, bütün ideolojik vs. fantezileri boş verin, Türkiye’deki sağ politikanın ve bunun toplumsal desteğinin aslî temeli, çekirdeği, amacı, her şeyi olan akçeli işlerin âlemi belediyelere basarak kalabalığın arasından baş uzatmaya ve iktidar selfie’sinde büyük çıkmaya niyetlenenler, ayak öpseler bile budanacaklar. Ayak öpme, boğdurulmayı veya başının vurulmasını geciktirmekten öte işe yaramaz.
HTŞ, 'Türkiye burada bize tâbi' iddiasında
Heyet Tahrir el-Şam’ın (El-Nusra zamanından beri) medya yetkililerinden olan Muhammed Nazzal, Astana Planı’nın uygulayıcısı olarak Türkiye’nin askerî varlığıyla bütün İdlib’e yayılmasını “devrimin sonu” olarak görüyor.
Arabayı yıkatın, tozlanmış
Büyük meseleleri bıraktım bir yana; bir vakitler doğru düzgün insan diye bildiğimiz okur-yazar İslâmcılar, soyulup asfalta yatırılmış insanlarla alay eden şu Misvak dergisi denen rezilliğe dahi tek laf etmiyorlar. O kötülüğe razı gelmenin vebali olmaz olur mu, aklınızı mı kaçırdınız?
Vanderbilt tragedyası
Vanderbilt, sadece küstahlığı, acımasızlığı, bencilliği, ihtirası nedeniyle değil, hayat görüşü ve bunca yıl sonra hâlâ hatırlanan çeşitli vecizeleriyle de ülkemizde kudret sahiplerine örnek olabilecek bir kimse. Kızdığı birine, “Seni dava etmeyeceğim,” demiş meselâ, “adalet işini pek yavaş görüyor. Seni mahvedeceğim!”
Zamk Destanı
Kim kalacak, kim ölecek. / Kim yerlerde sürünecek, / Kim güzelce gömülecek. / Maksat şu zamk aşınmasın, / Kürtler orada kaşınmasın.
Kim yaptı, bulmak kolay değil
Bendeniz ‘kim yaptı’ya cevap aramakla meşgûlken, birileri buldu çıkardı: Facebook mesajının sahibi, BBP’liymiş. Üstelik partinin MKYK (merkez karar ve yönetim kurulu) üyesi. Muhittin Açıcı diye biri. Hemen aklıma gelen seçenekler arasında BBP’nin ilk sıralarda yer almayışından ötürü bu partimizin mensupları alınmaz umarım.
Kimlik konusuna güncel bir katkı
“Ne güzel, her şüphelendiğimizi vuruyoruz; ne tantana ediyorsunuz!” demek, bir nevi kimlik göstermektir. Cenaze basmak, gömülen cenazeyi toprağından çıkarttırmak da öyle.
Güle güle Bülent Uluer
Bülent Uluer bir simgeydi. 1974-75 ders yılındaki büyük boykotla birlikte solcu olan bizim gibiler için, grup-fraksiyon ayrılıkları hepimizin topluca hareketini imkânsız kılana kadar, bir nevi işaret fişeğiydi. Onun ardından, onun üzerine yazmaya kalkıyorum, kendimi hep koca bir solcu kuşağından bahsederken buluyorum. Belki de Bülent’in ardından, onu anlatmak üzere söylenebileceklerin arasında esas bu laf mutlaka bulunmalıdır. Yoksa hüznün üzerimize sinişinden mi bahsetmeliyim?
Hesap vermemenin dayanılmaz rahatlığı
Muaz el-A.’nın bu rahatlığına neyin zemin hazırladığını sorunca, ister istemez, hem azıcık ferahlamış yüreğimiz yeniden daralıyor hem de öbür haberin yayın yasağına takılıyoruz. DAİŞ’le tehlikeli ilişkiler senaryosunun parçası olan bu sekansın, talihsiz Eren’i henüz hiç mi hiç doyamadığı şu dünyadan koparan hadiseyle bağlantısı ne peki? Cevabım: Rahatlık. Bir tür rahatlık. “Teröristler” söz konusuysa şöyle, DAİŞ söz konusuyla böyle olabilen, renk, şekil ve sûret değiştirebilen, ama içi, özü, ana maddesi değişmeyen o rahatlık. Hesap sorulamayanın rahatlığı.
Ne acayip sergüzeştler…
Eziyetin bin türlüsüyle mundar edilmeye çalışılan Vicdan ve Adalet Nöbeti’ni sürdürenlere, oraya gelip giderek gerçeküstü bir maceraya girenlere az ötedeki Yunus Emre’nin seslenmesi mi inanılmaz? Biz aynı anda yeryüzüne ayak basmamış kim bilir kaç insandan tek bir şahsiyet imal edip, boyunu posunu sûretini cisme kavuşturmuşken üstelik? Taştan sûret orada öyle, bizim geçmişimizde, kendi şimdisinde duruyor, bugünün işine karışmıyorsa, Ehmedê Xanî neden elleri kırılarak yok ediliverdi, İstanbul’a pek uzak bir parktan?
Turhan’ın bir lirası
Devlet görevlilerine ilk iş, kudret-iktidar sahibi olmayan vatandaşı aşağılamak öğretilir... Turhan’ın bir lirasını kendine anlık iktidar tatma yemişi yapmış gardiyanı tanımıyorum. Turhan’ı tanıyorum. İkinciyi birincinin eline, insafına bırakanları da. Onları da tanıyorum.
Cumhuriyet davasında şu ana kadar
Fethullah Gülen teşkilatına destekle suçladıkları insanlardan Hikmet Çetinkaya, hayatının ve gazetecilik faaliyetinin bir dönemini, neredeyse 7/24 “Fethullahçılar” haberlerine vakfetmiş biri. Bu konudaki takıntısı yüzünden zamanında espri konusu dahi olmuştu. “Yahu, beni nasıl yargılarsınız bu Fethullahçılarla münasebetten?” diye soruyor, kendisine deniyor ki: Orasını da sen düşün.
Bu defa Almanya atağı, orta sahayı geçtiler…
Alman bakan, yalnız keyfî tutuklamaların “Türkiye’deki bütün eleştirel sesleri susturma” hedefi güttüğünü ileri sürmekle kalmadı. Toplam olarak hukuk kurumu ve değerlerinin ortadan kalkışıyla paralel olarak mülkiyet hakkının da herhangi bir güvence altında olmadığına işaret etti. Gabriel, “siyasî güdülerle yapılan keyfî kamulaştırmaların sadece bir tehdit olmadığı, …yapılmakta olduğu” bir ülkede kimseye “yatırım güvencesi” sunulamayacağını, Almanya hükümeti olarak Alman yatırımcılara güvence veremeyeceklerini söyledi. Yani, sadece “gitmeyin” değil, “yatırım da yapmayın” dedi.
Kimler ajan-casus olur?
Büyükada komplosunda üzerinde özel olarak durulmaya değer iki boyut var: İlki, iktidarın kara propaganda aygıtından başkasının sesinin ulaşamadığı geniş bir nüfusa en basit hakikati dahi anlatabilme şansından yoksun oluşumuz. Bu olaydaki en basit hakikat, casus-ajan diye gözaltına alınanların pek çoğumuzun uzun yıllardır tanıdığı, bildiği insanlar oluşu. “Yahu bunlar arkadaşlarımız!” diyoruz ya, söyleyebileceğimiz en okkalı laf bu aslında. Fakat duyuramıyoruz. Çünkü kanallar kapatıldı, biz de açmak için yeterli çabayı göstermiyoruz. Öteki boyut, bu kötülükleri böylesine iştahla yapanların ne tür yaratıklar oldukları.
Efrin-Ankara, ABD-Rusya
Rusya Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Zaharova’nın yine “anayasa” vurgusu yapması, bir ara ortaya çıkardığı, Kürtlerin özerkliğini de içeren yeni Suriye Anayasası önerisini Rusya’nın rafa kaldırmadığını gösteriyor... Washington ise Moskova’dan başka bir sorumluluk daha üstlenmesini bekliyor: “Suriye’deki hiçbir güç, DAİŞ veya başka terörist grupların denetiminden kurtarılmış bölgeleri gayrimeşru tarzda ele geçirmemeli veya işgal etmemeli”. “Suriye’deki güç”ler dendiğinde, buna Türkiye de dahil.
Sinemasız şehirler
2016’da 53 bini aşkın film sinemalarda gösterilebilmiş. Ardahan, Bayburt, Gümüşhane, Hakkari, Sinop, Şırnak ve Dersim’de yaşayanlar bunlardan hiçbirini görememiş. Çünkü oralarda sinema salonu yok.
Acaba Fikri Bey’ler nasıl birileri?
Milli Savunma Bakanı Fikri Işık, neden korkunç depremler ve esrarengiz yeraltı sularıyla oluşturduğu tekinsiz âleme sığınmak ihtiyacı duymuş ve hepimizi de oraya çağırmıştır? Hangi içgüdü, hangi kaygı, hangi maksat onu buraya itmiştir? Merak ediyoruz; çok merak ediyoruz.
'Değerler'
İşi oralara vardırmayacak gibi görünüyorlar da, diyelim gerilim arttı, arttı, Suudîler basbayağı yönetimi devirmeye kalkıştı Katar’da. Şu anda telaş içerisinde oraya gönderilmeye çalışılan Türk askerleri ne yapacak, “İslâmî değerler”in gereği olarak? Mekke’ye yürüyüp Kâbe çevresinde kentsel dönüşüm yapmak, bu kutsal mekânı Suudîlerin rezilliğinden kurtarmak nasıl fikir? Şahin şeklinde otobüs terminali de yaptırırlar meşhur mimarlarına? Çöle betonlar dökülür, üzerlerine saksılar içerisinde ağaçlar konur?
Suudîler, Katar'lar, niye böyle yapıyorsunuz?
Sen, Katar, niye öbürleriyle beraber davranmıyorsun, kafana göre iş yapıyorsun? Suudiler, siz neyin peşindesiniz? Taliban mı sizin adamınız, El-Kaide mi, DAİŞ mi? DAİŞ’i Katar desteklemiyor muydu? Yoksa kuran ABD miydi? ABD, Suudi Arabistan, Katar ve Türkiye hep beraber DAİŞ’i kurmuş olsalar fena mı olurdu? O zaman El-Kaide’yi kim kurmuş olacaktı?
ÇıkarınYoksaSanaNe kültürü
Bu diyarda kimse samimi değildir, kimsenin çelişkileri doğal değildir, kimse yanılmaz. Bu diyarda geçerli kabul ve kurallara göre, kimse samimi değildir, herkesin gizli hesapları, bağlantıları, hedefleri vardır. Dolayısıyla herkes üçkağıtçı, düzenbaz, hilekârdır.
Tekme, diyorum; kargo, diyorum
Yeter mi sahiden? “Cezaevi operasyonunda kepçeyle duvar yıkılırken kolu koparılan, KHK ile işinden atılan oğlunun, açlık grevindeki iki kişinin evleri basılıp gözaltına alınmalarını protesto ederken gözaltına alınıp konduğu aracın içine gaz sıkılmasına itiraz eden anne yerlerde sürüklendi, başına tekme atıldı” haberi yeter mi?
Bataklığın dibinden
Vicdan niyetine ne taşıyorsun, belli değil. Merhamet duygun bile yok ki, senin kavramanın pek mümkün olmadığı sebeplerle canlarını gözden çıkarmış iki kişiyi “yurdum insanı” diye aşağılayarak giriştin o rezil yazına... Lâkin senin işin pek kolay değil. Baksana, kendine spot tutmadan, etrafa çamur atmadan özür nasıl dilenir, onu bile unutmuşsun... Ama dibe sapladığınız o “kültürü” çıkarmaya gücün yetmeyecek...Hoş zaten üstüne saray yaptınız, nasıl çıkaracaksınız
Turuncu saçlı biriyle resim çektireceksin, bi ferahlama gelecek bööle…
Erdoğan’la “İki Dünya Lideri” fotoğrafını çektirecek ve ABD dış politikasına, Ortadoğu’ya, dünya hakimiyetine falan değil, Türkiye’nin iç politikasına yönelik telafi hizmetinde bulunacak olan, odur, Trump’tır. Bu, onun becerebileceği işlerden.
Kimini zulüm uçuruyor, kimini hırs
Bir karikatür vardı: Tenhada birden ortaya çıkıp gürültü kopararak kızın yüreğini ağzına getiren adam kıza yanaşıyor, elini omzuna koyup, “Korktun mu yavrum, gel, korkma,” falan diye sırnaşıyordu. Tilkisin usta!
Aranan savaş nihayet bulundu mu?
ABD ordusuna “metal fırtına” harekâtıyla yaşatılacak bozgun, Moskof’a karşı Suriye Çölü zaferi ihtimalleri ufukta görünmüyor. Yani ben bu satırları yazarken görünmüyordu. Şengal ve Rojava’ya saldırılar başlatılmıştı.
Karşı şeridi tıkamayacaksın
Kimse atı alıp bir yeri geçmedi. Erdoğan hâlihazırda zaten her istediğini yapabiliyor, yaptırabiliyor. Daha bir süre yaptırır. Sokağa dehşet salmaya yönelirlerse, Üsküdar’daki yüzde elli üç, olacak altmış üç; görecekler. Nerede, hangi yılda yaşadığının bile farkında olmayan, fena gaza getirilmiş kitle, şurada burada vurup kırmaya yeter. İktidar olup ekonomisiyle, kültürüyle bir toplum hayatını yönetmeye, yönlendirmeye değil.
Referandum - Büyük resmi görüyorum!
Beş-altı milyonumuzun oy verdiği, Erdoğan, AKP-MHP koalisyonu ve devletin ezip târumâr ettiği partinin eş genel başkanı, Türkiye’nin gelmiş geçmiş en parlak, en yetenekli ve en çok umut veren siyasetçisi Selahattin Demirtaş, cezaevinde bir resim yapmış, onu yolladı hepimize. Yoksa meslekten laf ebesi köşeyazarlarını okumak yerine bir süre bu resme mi baksanız?
Küçük adamlar büyük hırslar 7 - 'Gulenopoly' oyunu: Neye başarı diyorsan o kadarsın
Çakma oyun tahtası Gulenopoly’yi tasarlayan, bir lobicilik ve halkla ilişkiler şirketi: S.G.R. LLC Government Relations and Lobbying. Durup dururken tasarlamamış tabii, bir sipariş sahibi var: FIG, Flynn’in firması.
Küçük adamlar büyük hırslar 6 - Eski CIA başkanı: Gülen’i kaçırmayı konuşuyorlardı
Ekim Alptekin’in “FIG ile mali ilişkim bağlamında değildi” dediği ilk toplantı hakkında yakın zamanda epey gürültü koptu. Buna yol açan, Wall Street Journal’ın üç imzalı haberi oldu: eski CIA Başkanı R. James Woolsey, bu toplantıda Türk yetkililerle Flynn'in ekibinin Fethullah Gülen’i ABD’den “kaçırmayı” konuştuklarını ileri sürdü!
Küçük adamlar büyük hırslar 5 - Tuttuğun danışman seni danışman tutar mı?
Adalet Bakanlığı'na bildirimde FIG, Inovo ile “açık kaynaklara dayalı araştırma” için anlaştıklarını belirtiyor. Bu tarz işleri bilenler de diyorlar ki, “açık kaynaklardan araştırma” için 600 bin dolar çok fazla.
Küçük adamlar büyük hırslar 4 - Generalin Gülen makalesi: Silahtı, patladı
Hatırlayalım: Inovo BV’nin sahibi Ekim Alptekin’e göre, Ortadoğulu bir büyük petrol-doğalgaz şirketi bölge ve ülke analizi istemiş, Alptekin’in kendi firması becerememiş, bunun üzerine Flynn'e gitmişler, o da “Gülen sınırdışı edilsin” makalesi yazmıştı!
Küçük adamlar büyük hırslar 3 - Söylesem mi gizlesem mi derken…
Inovo BV’nin sahibi Ekim Alptekin, Flynn'in firmasıyla yaptıkları anlaşmanın herhangi bir lobi faaliyetini kapsadığı iddiasını yalanlıyor. Bu durumda, Gülen’le ilgili didiklemelerin, “Türkiye’ye doğalgaz satacak Ortadoğu kökenli şirketin piyasa ve siyasî iklim araştırması” kapsamında görülmesi gerekiyor!?
Küçük adamlar büyük hırslar 2 - 450 bin dolardan 180 derece çıkınca ne kalır?
General Michael Flynn bir büyük silah şirketine kapağı atmamış, oğlunu personelin başına geçirdiği kendi adını taşıyan bir firma kurmuştu: Flynn Intel Group (FIG). Ve tabii Obama’nın Ortadoğu politikasını eleştiren en ateşli hatiplerden biri haline de gelmişti!
Birinci bölüm: Küçük adamlar, büyük hırslar
İstihbaratçı emekli general, takıntılı şuursuz yetkililer, olmayacak işler...