YAZARLAR

Avrupa'da(n) Türkiye: 'Ülkenin tüm demokratları birleşin!'

Kılıçdaroğlu'na Türkiye’de Erdoğan’ın tıpkı Trump, Macron ve diğerleri gibi popülizm yöntemleriyle iktidara geldiğini, konunun uzmanlarının popülizmi devre dışı bırakacak en etkili yöntemin “güç birliği” yapmak olduğunun altını çizdiğini, bu durumda 2019 seçimlerinde güç birliği yapıp yapmama konusunda ne düşündüklerini sordum. Kılıçdaroğlu cevabında Marx’tan dem vurarak “Elbette güç birliği yapacağız. 'Ülkenin tüm demokratları, birleşin' çağrısında bulunuyoruz.” dedi.

Geçtiğimiz hafta Boğaziçi Avrupa Siyaset Okulu olarak her yıl Avrupa Konseyi tarafından Strazburg’da düzenlenen Dünya Demokrasi Forumu’na katılım gösterdik. Bu yılın tartışma konusu –bana göre son yıllarda gerçek demokrasinin en büyük kabusu- “Popülizm” idi. Her ülkeden pek önemli konuşmacılar geldi. Türkiye’yi temsilen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu oradaydı.

Türkiye’nin herkesin kafasında fazlasıyla soru işareti olduğunu, en çok sorunun Kılıçdaroğlu’na yöneltilmesiyle net şekilde anlamış olduk. Öyle ki, moderatör birkaç kere, diğer konuşmacılara da soru yöneltilmesini rica etmek durumunda kaldı. Kılıçdaroğlu’na yöneltilen soruların hepsi masum değildi. Bana sorarsanız bir kısmı yalnızca rahatsız etmek amaçlı sorulmuş saldırgan sorulardı. Türban meselesinden tutun da dokunulmazlıklara kadar… Türkiye’de açık ve net şekilde popülizm yöntemlerini kullanarak iktidara gelmiş bir parti, daha doğrusu “bir” insan olduğu malum. Bu yangın yerinde, CHP’nin atılmaması gereken birçok adım attığı konusunda sosyal demokrasiyi savunan kişiler olarak hemfikiriz. Lakin, tam olarak bizi ilgilendiren bir konunun tartışıldığı böylesi önemli bir foruma, ana muhalefet partisi lideri olarak Türkiye’yi temsilen davet edilmiş bir kişiye, konuyla tamamen alakasız ve de saldırgan sorular yöneltmek bence hiç de iyi niyetli değildi. Bunun üzerine, “konuyla ilgili olarak” ben de bir soru yöneltmek istedim ve Türkiye’de Erdoğan’ın tıpkı Trump, Macron ve diğerleri gibi popülizm yöntemleriyle iktidara geldiğini, Türkiye’nin stratejik konumu sebebiyle ülkede demokrasi anlamında gerçekleşecek olumlu değişikliklerin Avrupa ve dünya için önemli olduğunu, konunun uzmanlarının popülizmi devre dışı bırakacak en etkili yöntemin “güç birliği” yapmak olduğunun altını çizdiğini, Adalet Yürüyüşü’nün ne çok insanı bir araya getirdiğini hep birlikte gördüğümüzü, bu durumda 2019 seçimlerinde ana muhalefet partisi olarak güç birliği yapıp yapmama konusunda ne düşündüklerini sordum. Kılıçdaroğlu cevabında Marx’tan dem vurarak “Elbette güç birliği yapacağız. Ülkenin tüm demokratları, birleşin, çağrısında bulunuyoruz.” dedi. Hatta Konsey, Kılıçdaroğlu’nun bu cevabını canlı ekrandan karikatürize ederek ön plana çıkardı. Her ne kadar özel bir diyalog olsa da, şu detayı da belirtmek isterim: Kılıçdaroğlu’na ayrıca, CHP’ye getirilen en önemli eleştirilerden birinin tabanı kaybetme korkusu sebebiyle “yeterince” güç birliği yapamadıkları olduğunu, bu konuyla ilgili ne düşündüğünü de sordum. Özetle, son derece kararlı bir şekilde “Bu defa yapacağız” dedi.

CHP, bu ülkede evlat gibi biraz. Ne kadar kızsak, kırılsak da aslında iyi şeyler yapmasını gönülden istiyoruz. Raydan çıkmış bir şeyleri rayına soksun diye gözünün içine bakıyoruz. Güzel şeyler yaptığında pek çok seviniyoruz, umutlanıyoruz. Tam olarak bu sebepten, Kılıçdaroğlu’nun yukarıdaki cevabına deli gibi inanmak istiyoruz. Bu defa olsun, istiyoruz. Ülkenin yarısı olarak, her Allah'ın günü yatıp kalkıp bunu diliyoruz.

* * *

Strazburg’a gitmişken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde (AİHM) yakın döneme kadar başkan yardımcılığı yapan ve halihazırda yargıçlık görevine devam eden Işıl Karakaş’ı da yerinde ziyaret ettik. Uzun uzun Türkiye’nin AİHM sürecini anlattı ve kafamızdaki bazı soruları yanıtladı. Bu noktada vermiş olduğu bilgileri özetle aktarmak boynumuzun borcu.

Elinde, Türkiye’nin AİHM’deki dosyalarına ilişkin son durumu gösteren bazı grafikler vardı. Son olarak 30 Ekim’de çıkarılan tablonun daha öncesine oranla tamamen farklı olduğunu belirtti öncelikle. Genelde, AİHM’e başvuru bakımından üçüncü sıradaymış Türkiye. İlk sırada hep Rusya varmış. İkinci sırada ise Ukrayna. Fakat son dönemde, usulde izledikleri “tek hakime atama” yöntemiyle bu tablo tamamen değişmiş. Şöyle ki; örneğin, Ukrayna’da Kırım meselesi sebebiyle, ülkenin iflas durumunda olması, kararların yerine getirilmemesi ve kişilerin tazminatlarının ödenmemesi sebebiyle yaklaşık 19 bin başvuru olmuş. Bu davalardan birini neticeye bağlayarak pilot dava oluşturmuşlar ve davaların tamamının aynı olduğu gerekçesiyle bu davalara teker teker bakmayacaklarını belirterek Bakanlık Komitesi’ne havale etmişler. Dolayısıyla bu rakam birden 6 bine ve Ukrayna da başvuru sıralamasında beşinci sıraya düşmüş. Aynı şekilde Rusya’nın davaları da 44 binden 7 bin 750’ye düşmüş ve sıralamada gerilemiş.

Neticede, Türkiye şu an 12 bin 275 dava ile birinci sıraya yükselmiş durumda. “Uzun yargılama” en büyük sorunmuş Türkiye’deki başvurular arasında. İkinci sırada 10 bin küsur başvuru ile Macaristan var. Macaristan’ı, çoğunluğunu “hapishane koşulları” sebebiyle başvuruların oluşturduğu Romanya ve Moldova takip ediyor. Türkiye’de hapishane koşulları sebebiyle yalnızca birkaç dava var; bu hususta hükümete görüş sorulmuş.

Biliyorsunuz, 15 Temmuz sonrası KHK ile ihraç sebebiyle Türkiye’den toplam 23 bin kişi AİHM’e başvuruda bulunmuştu ve Köksal kararı ile AİHM, öncelikle iç hukuk yollarının tüketilmesi gerektiğini belirterek OHAL Komisyonu'na yönlendirmişti başvurucuları. Dolayısıyla, bu başvurular toplu şekilde reddedildi. Reddedilmeseydi rakam toplamda 35 bin ve belki bu zamana kadar 100 bini bulmuştu.

Peki, AİHM bu başvuruları niçin reddetti? Elbette hepimizin en çok merak ettiği kısım. Kural olarak; AİHM’e başvuruda bulunulması için tüm iç hukuk yollarının tüketilmesi gerekir. Yani, öncelikle sorununuza ilişkin bir idari başvuru yapmalı, sonuç alamadıysanız yerel mahkemede dava açmalı, davanız reddedilmişse bir üst mahkemeye gitmeli, oradan da onama gelirse Anayasa Mahkemesi’ne gitmeli, o da olmazsa AİHM’e başvurmalısınız. Bu durumun tek istisnası var; eğer iç hukuk yollarının tüketilmesi etkili olmayacaksa, bu aşamalardan geçmeden direkt olarak AİHM’e başvurabilirsiniz. Bizim durumumuzda da, hukukçular olarak çoğunlukla tüm bu aşamaların etkili olmayacağının açık olduğu iddiasındaydık en başından beri. Bu sebeple, içten içe biraz kızdık Köksal kararına; fakat anladık da diğer yandan. İşte, bu durumu sorduğumuzda Işıl Hanım şöyle yanıtladı, aynen aktarıyorum:

“15 Temmuz sonrası Türkiye’den günde 300 başvuru gelmeye başladı, bu rakam Köksal kararından sonra günde 5-10’a düştü. AİHM’in temel ilkesi; ilgili devletin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’ndeki (AİHS) hak ve özgürlükleri koruması, eksiklikleri düzeltmesi, yanlışlıkları ortadan kaldırması. Biz, AİHS'e taraf devletten bunu bekliyoruz. Burası uluslararası bir mahkeme. Gelen dava karara bağlanırken izlenen prosedür çok uzun, görüşle alınıyor, gerekli araştırmalar yapılıyor vs. Burası günde 300 başvuruya hazır değil. İstiyoruz ki; ülke öncelikle kendisi çözüm üretsin. İtalya örneğin, biz Köksal kararını oluştururken İtalya’da verdiğimiz karara dayandık. Orada da tazminat komisyonuna sevk etmiştik başvuruları. Köksal kararı durduk yere ortaya çıkmadı. Biz siyasi davalara karışmayız. Burada yapmamız gereken tek şey pilot karar vermekti. Türkiye’de KHK ile atılan kişinin başvurabileceği bir yer yoktu. Bir çözüm üretilsin istedik. Komisyon kuruldu, gidin bir, dedik. Bu demek değil ki, komisyona başvurmak etkili bir yol. Komisyon bir idari işlem, idari yol. Böylece bir denetim yolu açmış olduk. Komisyon önünde 110 bin başvuru var şu anda bildiğim kadarıyla. Başa çıkmalılar bu durumla. Eğer komisyon kararı etkili olmayacaksa, o zaman yine inceleyebileceğiz”

En azından kendi adıma konuşayım; Köksal kararına her ne kadar içten içe üzüldüysem de, tam olarak Işıl Karakaş’ın anlattığı sebeplerle verilen kararı “anlamıştım”. AİHM, en üst “denetim” mahkemesi ve her bir başvuruyu sanki bir yerel mahkeme gibi delil toplayıp esastan incelemesi mümkün değil. Burada amaç, Sözleşme’ye taraf olan ülkenin Sözleşme’nin nasıl ki altına imza atmış ise, yani orada belirtilen hak ve özgürlükleri koruyacağına söz vermiş ise, bu sözüne uymasını sağlamak, uymuyorsa yaptırım uygulamak. 15 Temmuz sonrası, binlerce insan, direkt AİHM’e başvurarak, sorununun çözülmesini istedi. Bizde hak ve özgürlükler tamamen askıya alındı, Mahkemeler bile iflas etti, sorunlarımızı siz çözün, dedi. Bu durum esasında, AİHM’in kuruluş amacına ve usulüne tamamen aykırı. Neticede, verilen karar ve gerekçesi ortada.

Bu konu dışında, Işıl Karakaş’ın AİHM’in işleyiş mantığına ilişkin verdiği birkaç detaydan daha bahsetmek lazım. Türkiye’ye ilişkin AİHM’de bin 700 civarı tutuklu başvurusu varmış. Bunların aciliyet sıralamasını şu şekilde yapıyorlar: Eğer “bir hakkın kullanılmasından dolayı” tutuklu ise “acil” kategorisinde. Yani ifade özgürlüğü, toplantı ve yürüyüş özgürlüğü gibi hakların kullanımı sebebiyle bir tutuklama var ise derhal incelemeye alınıyor. Özel hayatın gizliliği, adil yargılanma, mülkiyet hakkı vs. gibi haklar da bu kategoride. İşkenceye ilişkin başvurular ikinci kategoride. Işıl Hanım, eskiden, AİHM bazında Türkiye denilince akla “işkence”nin geldiğini; fakat artık öyle olmadığını “iyi haber” olarak belirtse de, rehavete kapılmamak lazım, her an her şey olabilir bu ülkede biliyorsunuz. Yaşam hakkı ihlaline ilişkin 855, ifade özgürlüğüne ilişkin 2 bin 169 başvuru varmış şimdilik Türkiye’den. İşte bu aciliyet kategorilerine göre inceleme yapıyormuş AİHM.

Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolunun açılması, başvuru sayısını bir miktar da olsa düşürmüş tabii. "Sizce nasıl çalışıyor, etkili mi?" diye sordum. “Kimisinde etkili; fakat kimisinde değil ne yazık ki. Örneğin, uzun tutukluluk süresine ilişkin Solmaz kararında etkiliydi; fakat bir kararında Anayasa Mahkemesi’nde yargılama süresi çok uzundu, orada etkili değildi” diye cevapladı.

Elbette, daha pek çok meseleye değindik, hepsini yazmak pek mümkün değil; ancak başlıca önemli noktaları belirtmeye gayret ettim.

Avrupa Birliği’yle de, Avrupa Konseyi’yle de, AİHM'le de aramız hiç iyi değil, ipler son derece gerilmiş durumda. Önemli uluslararası makalelerin ve gelişmelerin yayınlandığı aylık bir gazetede ikidir Erdoğan’ın röportajına denk geliyorum. AB sürecini ve Erdoğan’ın AB’ye olan tavrını soruyorlar kendisine. Erdoğan, anlatıyor; bize şunu yaptılar, şöyle oyaladılar, böyle engellediler, artık inanmıyoruz vs. Muhabir soruyor; madem bu kadar kızgınsınız, açıkça söyleyin ve çekilin, niçin bekliyorsunuz, diye. Erdoğan cevaplıyor; Bunu biz yapmayacağız, onlar yapacak! AB’yi ipleri koparmaya zorluyor yani. Mobbing yapıyor. Ayrılamayan, vicdan azabı çeken, bu yüzden karşısındakini ayrılmaya zorlayan sevgili gibi. Neden? Çünkü, rest çekerse haksız görünecek, oysa karşı taraf ipleri koparırsa rahatça “mağdur” edebiyatı yapabilecek ve bu durumu lehine kullanacak. Komik. Ama gülemiyoruz. Trajikomik çünkü. Bakalım daha neler göreceğiz…


Tuba Torun Kimdir?

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. İstanbul Barosu’na bağlı olarak serbest avukatlık yapmaktadır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve Kadın Meclisleri avukatı ve Kadın Adayları Destekleme Derneği yönetim kurulu üyesidir. ‘Bayan Değil Kadın’ programını hazırlayıp sunmaktadır. Aktif olarak siyasi faaliyetlerine devam etmektedir.