YAZARLAR

Şeytana pabucunu ters giydirenler ülkesi

Tuhaflık bizi her fırsatta yolumuzdan çıkaranın hep şeytan olması, asıl sorumlunun o olarak görülmesi. Biz hiçbir halt karıştırmıyoruz, yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla onu hiç kışkırtmıyoruz, işe koşmuyoruz maşallah! Ondan sonra gelsin şeytanla mücadele, dindarlığın payitahtlarını berkitenleri mi dersiniz, böylelikle küplerini dolduranlar mı, iktidarlarına yenilerini ekleyenleri mi? Oh ne âlâ! Nasıl bir şeytanlık ama! Tam da şeytana pabucunu ters giydirmek bu, kumpasın büyüğü tam da burada!

İki yıl olmadı sanırım, kadın çalışmalarına epeyce katkı yapmış mütedeyyin bir kadın akademisyen, bir sempozyumda epeyce tartışmalı geçen bir oturum sonrası, buraya kendilerini (kendisi gibi sunuş yapmış dindar birini kastederek) belli ki “tokatlamak” için çağrıldıklarını söyleyince hazırlık komitesinden biri olarak, kendileriyle bağlantı kuran kişinin ben olduğumu belirttim ve bu şekilde düşünüyor olmasının üzüntü verici olduğunu, tartışmalarınsa eşyanın tabiatı gereği olduğunu söyleyip durumun hiç de kendisinin inandığı gibi olmadığını ifade etmeye çalışıyordum ki beni bir anlık şoka uğratacak, neredeyse insiyaki olarak şöyle bir cümle kuruverdi: “Twitter hesabında öyle şeyleri yazan birinden şüphelenmiştim zaten”. O esnada hesapta ne yazmıştım diye hatırlamaya çalıştıysam da şaşkınlıktan olsa gerek bir türlü hatırlayamadım. Ve o arkadaşıyla uzaklaşırken “ne yazıyor ki” diye diye açıp baktım, görünce de “bu mu” diyerek söylenip durdum. Hesapta yazan şuydu: “…ben sana kâfir, sana münkir, sana asi, sana inat, işte şeytan benim tanrım.” Merakta bırakmayayım sizleri, Furuğ Ferruhzad’ın Tanrılık İsyanı adlı şiirinin son iki dizesi bu.

Bu ‘talihsiz’ olaydan sonra şeytanımla mutlu mesut geçiyordu günler güzel güzel. Ama işte her güzel gibi bunun da sonu geldi elbette. Hepimizin malumu şu ‘şeytanla mücadele’ üzerine çalışan kişi için bir yrd. doç’luk ilanı haberlere düşünce “ah! Ben ne yaptım böyle?” diye aldı mı beni bir kaygı, bir titreme. Ve istiğfar edip dedim ki “ne kadar da haklıymış sayın akademisyen!” Ne demek kâfir, münkir hele bir de şeytan? Olacak iş mi? Ancak şeytan bu, hemen bırakır mı insanın peşini? Öyle istiğfar etmekle olmuyor işte! Üzerine baya bir düşündüm tabii, hoş bu düşünme işinde de şeytandan şüphelenmiyor değilim, ama neyse. Hayırlısı artık! Bindim bir alamete gidiyorum kıyamete!

İlk önce ister istemez aklıma şeytanın bir melek olduğu –hatta Tanrı’yı en çok sevenin o olduğunu iddia etmek pekâlâ mümkün-, Adem’e secde etmeyi reddedip lanetlenmesi ve bunun üzerine de insanoğlunun içyüzünü ortaya çıkarmaya and içtiği meseli geldi. Bu arada iyiliği ve kötülüğü bilme ağacından yenmeyeceğini buyuran Tanrı’ya karşılık işe karışmasını, sonrasında da Adem ile Havva’nın türlü cezalarla cennetten kovulmasındaki, onlardan daha çok da Tanrı’ya düşen sorumluluk bahsini de düşünmedim değil tabii. Ama onu geçelim bir dedim kendi kendime, az biraz çetrefil mesele, neme lazım, o kadar da şeytanın avukatlığını yapmanın âlemi yok. En nihayetinde asıl meselem şeytan ve onunla mücadele!

Kazın ayağı öyle değil tabii de işte akademik kadro lafı girince araya düşünce çağrışımları başka türlü işleyebiliyor, zafiyet işte ne yaparsınız? Ve derken aslında şeytan inancına ya da daha genel olarak şeytanî, kötücül güçlere ilişkin inançlar ve bu inançların kültürden kültüre nasıl değiştiği, bu türden inançlara karşı farklı kültürlerin hangi pratikleri nasıl hayata geçirdikleri meselesi pekâlâ bir bilimsel araştırmanın konusu olabilir, oluyor da dedim kendi kendime. Ve antropoloji alanında bunlara ilişkin epeyce çalışma olduğunu hatırladım birer ikişer. Yok yok uzun uzun onlardan bahsetmeyeceğim, çok özet geçeceğim sadece.

Şimdi bir kere yabanıl toplumların neredeyse tamamına yakınında kötücül güçlere ve nasıl onların, insanların ölüm başta olmak üzere başlarına gelen türlü çeşit olumsuzluklarda rol oynadığına ilişkin çeşitli inançlar mevcut olduğunu gösteriyor bize pek çok antropolojik çalışma. Tabii sadece bu türden toplumlarda değil, modern addettiğimiz toplumlarda da karşılaşılıyor böylesi inançlara, içerik değişiyor da biçim aynı üstelik. Neyse geçelim. Şimdi bu kötücül güçleri şeytanî olanla paralel düşünmek pek de yanlış olmaz. Hoş bunları, özellikle de tek tanrılı dinlerde ve onlara kaynaklık eden dinlerde karşımıza çıkan şeytan mefhumu ile adlandırmak epeyce anakronik kaçabilir. Ancak, yabanıl toplumlardaki –şeytan dürttü haydi bir iki isim vereyim: Lobiler, Ndembular (Afrika), Wakelbureler (Avusturalya), Matsigenkalar (Peru), Kachinler (Burma)- kötücül güçlerin insanların başına getirdikleri felaketlere ve bunların nasıl ortaya çıktığına ilişkin inançlara bakıldığında Kitab-ı Mukkaddes’te ve Kur’an-ı Kerim’de şeytanla ilgili dile gelenler arasında çok dikkate değer paralellikler olduğunu hatırlatmak gerekir. Şimdi ülkemin dini bütün insanları bundan pek hoşnut olamayacaklardır, ama yapılacak bir şey yok. Ne diyelim hayat sürprizlerle dolu!

İnsanları felaketlere sürükleyen bu kötücül güçler, hemen hatırlatmalı, kendi başlarına haltlar karıştırmıyorlar bir kere. İnsanlar yapıyor ne yapıyorsa ya da ne yapmıyorsa. Yani ihlal insanoğlundan geliyor ve bu ihlal nedeniyle kötücül güçler devreye giriyorlar. En fazlasından bir tür katalizör onlar, silah insanın elinde tetiği de asıl çeken o. Alınan armağanın karşılığı verilmeyip gasp edildiğinde, yani hasis olunduğunda, av kurallara uygun paylaştırılmadığında, yani yükümlülükler göz ardı edildiğinde, ölülere gereken saygı gösterilmediğinde, topluluğu var eden çevrenin nebatatı, mahlûkatı korunup kollanmadığında, tahrip edildiğinde kötücül güçler de ek mesai yapıyorlar ister istemez. Yani kışkırtılan biri varsa şeytani olandan yana insan değil, tam tersi. Zincirin halkalarını birbirine doğru bağlamak lâzım. Demem o ki tecavüzü, gaspı, katli, şiddeti, başkalarının hayatını daraltmayı şeytanın hesabına yazmanın âlemi yok. Hal böyle olunca kötücül güçlerle şeytanla mücadele de başka bir renge bürünecek ister istemez. Nitekim yabanıl toplumlarda başa gelen felaketlere bakılarak kişi ya da kişilerin neyi nasıl ihlal ettiğine bakılıyor ve bu ihlalin giderilmesi yoluna gidiliyor, bir takım pratikler var bunlar için, mesela ritüeller, yani istiğfarla yetinilmiyor. İhlal doğrudan kolektif olana bir saldırı ve hem de sonuçları doğrudan onu etkiliyor. Böyle olunca da bu yöndeki tüm pratikler kolektif nitelikli. Üstelik dikkat, mücadele kötücül olanla değil, ona rol kaptıranla, onu istihdam edenle sürdürülüyor.

Gelelim ülkemizdeki giderek daha bir hâkim hale gelen şeytan anlayışına ve onunla mücadeleye. Fazla söze gerek yok, her şey ortada. Tuhaflık bizi her fırsatta yolumuzdan çıkaranın hep şeytan olması, asıl sorumlunun o olarak görülmesi. Biz hiçbir halt karıştırmıyoruz, yaptıklarımız ve yapmadıklarımızla onu hiç kışkırtmıyoruz, işe koşmuyoruz maşallah! Ondan sonra gelsin şeytanla mücadele, dindarlığın payitahtlarını berkitenleri mi dersiniz, böylelikle küplerini dolduranlar mı, iktidarlarına yenilerini ekleyenleri mi? Oh ne âlâ! Nasıl bir şeytanlık ama! Tam da şeytana pabucunu ters giydirmek bu, kumpasın büyüğü tam da burada! Denk gelmişken söyleyeyim, şu kadro ilanı pabucu ters giydirmek meselesine ne kadar da cuk oturuyor bu arada değil mi?

Şu şeytanla münasebeti özetleyelim bir: Her haltı ye, sonra da tüm yükü, suçu şeytana at! Tecavüz, gasp, talan, yalan dolan gırla, sonra da “vallahi şeytana uydum” de! Uyma, aklî melekelerini kapı arkasında mı unutuyorsun her daim? Ya inancının gerekleri? Dinin gereği şeytana inanman lâzım, Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya ilkesini unutmadan ama. Hoş kutsal addettiğin kitabı da okuma zahmetine katlanmadığını öğrendik en ‘yetkili ağızlardan’. Veya okuyorum derken nalıncı keseri gibi kendine yonttuğunu söylemek mi daha doğru olur acep? Ya da orada yazılanlardan aklî melekelerini kullanarak bir arada yaşamanın ahlâkî değerler manzumesini üretmek işine mi gelmiyor? Eh ne de olsa kendin olan şeytanı dışsallaştırıp sanki varsaydığınmış gibi her türden yaptığın kötülüğü ona yüklemenin rahatlığı başka. Tabii her koşulda olan şeytana oluyor. Her daim iş başında, karoşi sendromundan mustarip garibim. Kim bilir, belki de terki diyar eyledi çoktan, ona rahmet okutacak şeytanlarımızla bizi baş başa bırakarak.


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.