YAZARLAR

Hey! Sahi sizin isminiz neydi?

Memlekette isimlendirme konusunda içine düşülen ironik haller, antropolojinin bize sunduğu örneklerin içerdiği ciddiyetten, sahip olduğu tutarlılıktan epeyce uzağa düşmekten kaynaklanıyor bir yanıyla. Epey bir kafa patlatıp afili isimler veriliyor da iş o ismi layığıyla hak etmeye, varlığa getirmeye gelince sırra kadem basılıyor nedense. Ya da ismin işaret ettiği nalıncı keseri gibi kendine yontuluyor: Rabbena hep bana yani.

Yıllar önce bir arkadaş, doğan çocuğuna, hayatı ve yaşadıklarını sorgulasın diye Sorguç adını veren bir kadın arkadaşından bahsetmişti. Bunun üzerine, çocuklara isim verme konusunda ebeveynlerin zaman zaman nasıl pervasız olabildiklerinden, isimleri üzerinden çocukların ileriki yıllarda yaşayacakları ‘sorunlara’ kadar, isim verme meselesi üzerine epey bir muhabbet etmiştik, tabii Sorguç’un anlamının annenin niyetinden epey uzağa düştüğünü de konuşmamıza dâhil ederek. Şimdi ne yapıyordur o genç, gerçekten annesinin arzuladığı gibi hayatı sorguluyor mudur, yoksa isminin alametiyle ‘küçük dağları ben yarattım’ edasıyla mı dolanıyordur? Meçhul tabii!

Yeni doğanlara isim verme konusunda alt ve üst sınıfların tavrının çoğu kere bir noktada benzeştiğini, her ne kadar bu benzeşmede saıkları ve tabii hedefledikleri farklı olsa da atalarının isimlerini tercih ettiklerini, dolayısıyla ‘geleneksel’ olandan yana tavır aldıklarını, bu konuda asıl sorunlu olan yanların garibim orta sınıfların tavrında açığa çıktığını bir tespit olarak belirtip tam da nur topu gibi yeni bir partimiz olmuşken isim verme meselesine biraz genel hatlarıyla bir bakalım.

Evet, birine isim vermek, bir şeyi isimlendirmek çok önemli ve hafife alınacak bir şey değil, pek çok etkeni göz önüne almayı gerektiriyor hattı zatında. Sorumluluk büyük! Nitekim hatırlayalım, Tanrı yerin ve göğün mahlukatını kendisi yaratsa da onlara isim verme görevini Adem’e vermişti (Tekvin 2, 19). En nihayetinde onlarla haşır neşir olacak olan, dünyasını kuracak olan oydu; neye nasıl hitap edeceğini belirlediğinde bir anlamda seçimlerinin sorumluluğunu üstlenmek zorunda kalacaktı, ‘kaderinin’ ve dahi isimlendirdiklerinin kaderlerinin yükü onun omuzlarında olacaktı. Hoş böylelikle Tanrı, kendini sorumluluktan azade kılarak bahisleri yükseltmiş oluyor, kayıpları Adem’in ve tabii Havva’nın hesabına yazarken her daim kazançları kendi varlığına sermaye kılıyordu. İsim bahsi başta olmak üzere O blöf yapmıştı, Adem de blöfü yemişti. Neyse şimdilik meselemiz bu değil, isim vermek, isimlendirmek.

İsim vermek, isimlendirmek önemli dedim de dil felsefesi içindeki tartışmalara dalmayacağım tabii ki. Dilim döndüğünce sosyopolitik bir hat üzerinden meseleye dair birkaç kelam etme niyetindeyim sadece. İsimlendirme konusunda dikkati çeken ilk ve en önemli nokta belki de ismin, isimlendirilecek olanın ayırt edici vasfına işaret ediyor olmasına dair güçlü bir inancın varlığı, yani söz konusu olan basit bir temsil ilişkisi değil, ‘mistik’ diye adlandırabileceğimiz bir bağın varlığına olan inanç. Diğer deyişle bir ismin, ait olduğu şeyi, ne daha az ne daha çok neyse o olarak göstereceği türünden bir kabul. İsim vermeye dair bu türden inancın ya da kabulün en iyi örneklerini bize antropoloji yazını sunuyor. Antropolojik çalışmalarda, toplulukların kendilerini ve ilişkide oldukları toplulukları isimlendirmek dâhil, yeni üyelerine isim vermede çok hassas davrandıkları bilgisi dikkati çekiyor. Hatta kimi topluluklarda üyelerinin isimlerinin sadece kendilerince bilindiğini, gündelik hayatta, hele de topluluk dışındakiler söz konusuysa üyelerinin isimlerinin ulu orta kullanılmadığını –yerin kulağı var!-, hakiki isimleri yerine kendilerine takma adlarla seslenildiğini, hakiki isimlerin ancak topluluk açısından çok önemli ritüellerde dile gelebildiğini öğreniyoruz. Yani isim adeta bir kutsallık halesiyle çevrelenmiş. Bu nedenle de söz konusu toplumlarda isim verme ritüelle gerçekleşen bir olay, şimdi de kimi toplumların kimi üyelerince buna benzer gelenekler yaşatılmaya çalışılmıyor değil elbette. Çünkü her varlık biricik, isim varlığın bütünleyeni, tıpkı bedeninin parçaları gibi. Bu nedenle isim, büyünün en etkili malzemelerinin başında geliyor bu topluluklar için, dolayısıyla birinin ismini biliyorsanız onu arzu ettiğiniz yöne kanalize edebilirsiniz demek bu. Cehennemi de olabilirsiniz, cennetti de.

İsim vermenin önemine işaret eden bir diğer nokta ki ilkiyle de görüleceği üzere doğrudan bağlantılı, ismin, ait olduğu kişi ya da şeyle birlikte bir silsilenin, bir dizgenin diğer öğeleri arasındaki bağı tescil eden bir şey olmasıyla ilgili. Çünkü isim vermek katılım demek. Böylelikle parça-bütün ilişkisi bu kez sosyal ve/veya doğal çevre açısından tesis edilmiş oluyor. İsim ünlendiğinde peşi sıra dâhil olduğu topluluğu da yankılıyor. Bu da fark ve sürekliliğin isimlendirmenin fonksiyonu olduğunu hatırlatıyor bize. Örnek mi? Epeyce verilebilir elbette de hemen aklıma geliveren Papa isimleri. Bu noktada unutmadan hemen hatırlatayım isim vermenin bir diğer yönü de açığa çıkıyor o da onun bir mücadele alanı olduğu gerçeği. Kimin isim verme yetkisine haiz olduğu ya da verilen ismi onaylama makamının kimde/kimlerde olduğu, hangi ismin kime, neye verileceğinin belirlenmesi, ismin kimlere nispetle, neye referansla verileceği açık ya da örtük bir kavga konusu. Çünkü dedik ya isim verme bir silsile, bir dizge meselesi, hem taşıyan kişi, şey hem de kişi ya da şeyin dâhil olduğu varlık alanının bekası açısından. Cakası da cabası. Bazı isimleri yasaklamak, kişi, yer isimlerini değiştirmek, isim verme üzerinden el arttırmak, yasaklamalara karşı isimler üzerinden değişik direnişler geliştirmek memlekette hiç de yabancısı olmadığımız mevzular.

Hal böyle olunca bir şeye bir isim vermek, o şeyi ismin içerdiği anlamla müsemma kılacağını da varsaymak demek. Bu da bekleneceği gibi, ‘umut’ ve ‘beklentileri’ handiyse isimle varlığa taşıma gayretlerine epey bir zemin hazırlıyor. Kimi zaman ismiyle müsemma olanla karşılaşılsa da bunun kendisi kuraldan ziyade istisna aslında. Söz konusu varsayımın boşa çıktığı pek çok durumla karşılaşılıyor üstelik en çok da galiba sembollerin gücüne ölçüsüzce iman edip sembollerden başı dönmüş ‘modernlerin’ başına geliyor bu durum. Biz de mi? Bu konuda pek çok topluma nal toplatırız alim Allah! İroniden bitap düşmüş durumdayız, amma velâkin pek de farkında değiliz. Oysa "ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz" diye de çokça kullandığımız bir deyimimiz var üstelik. Memlekette isimlendirme konusunda içine düşülen ironik haller, antropolojinin bize sunduğu örneklerin içerdiği ciddiyetten, sahip olduğu tutarlılıktan epeyce uzağa düşmekten kaynaklanıyor bir yanıyla. Epey bir kafa patlatıp afili isimler veriliyor da iş o ismi layığıyla hak etmeye, varlığa getirmeye gelince sırra kadem basılıyor nedense. Ya da ismin işaret ettiği nalıncı keseri gibi kendine yontuluyor: Rabbena hep bana yani. Oysa ismin işaret ettiği anlam ‘sözde’ derekesine düşüp hükümsüzleşiyor pek de kısa sürede, ama buna karşın sahipleri, ismin olmayan ‘kutsallığını’ öyle bas bas bağırıp duruyorlar ki sözde kutsallığa halel gelmesin diye ellerindeki her türlü aracı kullanmaktan geri durmuyorlar.

Neyse ne diyelim Gök Tengri ‘iyi’liğini versin!


Zeliha Etöz Kimdir?

İzmir Karşıyaka’da doğdu. Ege Üniversitesi’nde Sosyoloji okudu. ODTÜ’de yine aynı alanda yüksek lisansını tamamladı. Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde Siyaset Bilimi doktorasına başladıktan sonra, aynı fakültede Sosyoloji kürsüsünde asistan olarak çalışmaya başladı. Biraz yazı çizi, konferans işiyle çokça ders verip sınırlı sayıda tez yönettiği görevinden profesör kadrosundayken 7 Şubat 2016’da yayımlanan 686 sayılı KHK ile atıldı. Şimdi ‘Gazete Duvar’ın dibinde haftalık yazılar yazmaya çalışıyor.