YAZARLAR

Kadın karşıtı kardeşlik: Din, bilim ve iktidar - I

Düşünce ve inanç özgürlüğü, hiçbir iktidarın kısıtlayamayacağı varoluşsal hallerden. Bu nedenledir ki, haklar bahsinde düşünce ve ifade özgürlüğü olarak geçer. İfade edilmesini iktidarlar önleyebiliyor ama düşünceyi kimse engelleyemez. İnanç da böyle.

Müftülüklere verilen resmi nikah yetkisiyle, dinin sosyal ve özel hayatta görünürlüğünün kat kat artacağını tahmin etmek zor değil. Zaten kadın hareketinin karşı çıkış nedenleri de bunlar. Din, toplum hayatında daha çok görünür ve -yasa değişikliğinin bu haliyle sadece dindarların- özel hayatta daha etkili olunca kadın haklarında kayıplar yaşanacağı endişesi hâkim. İslâm’a, mevcut iktidara ve ülkemizdeki laiklik uygulamasına bağlı etkenler yol açıyor bu endişeye.

Katılmasam da tümüyle haksız ve yersiz diyerek elimin tersiyle bir kenara itemeyeceğim tepkiler bunlar. Bir İslâmi feminist olarak, seküler feminist arkadaşlarımın saygı duyduğum endişelerine neden katılmadığımı izah etmeye çalışacağım bu yazıda. Ve tek yazı yetmeyeceği için devamı gelecek yazılarda.

LAİKLİK VE MÜFTÜLÜK NİKAH YETKİSİ

Siyaset bilimi, sosyoloji ve tarih alanlarında yapılan pek çok akademik çalışma göstermiştir ki, dünyada uzun bir tarihsel sürecin sonunda şekillenmiş olan laiklik olgusu, her ülkede farklı tecrübe edilmektedir. Ortaokul kitaplarında kabaca din ve devlet işlerinin ayrılması şeklinde sunulsa da biliriz bizde durumun hiç de böyle olmadığını. Yargının adalet dağıtma işlevini din kurallarıyla değil evrensel hukuk kriterleriyle gerçekleştirmesi, laik devlet niteliğinin iki temel şartından birincisi. İkincisi ise devlet yönetiminin, vatandaşlara din ayrımcılığı yapılmadan gerçekleştirilmesi. Bütün dinlere eşit mesafede durması devletin. Yok saymadan veya imtiyaz tanımadan her dine mensup vatandaşlarıına her alanda ve tabii din hizmetlerinden yararlanma alanında da eşit haklar tanıması. Böylelikle dinler ve mezhepler arası çatışmaların önlenmesi.

Pek çok ülkede farklı biçimlere bürünse de bu iki temel şart üzerine oturmakta laiklik. Ancak Türkiye, laiklik ilkesini uygularken bir üçüncü şart daha icat etmişti. Buraya kadar din kelimesi, bütün inanç biçimlerini içerecek soyut bir kavram olarak kullanıldı. Ama ülkemizdeki agresif laiklik uygulamasında durum böyle değil. Bizde laiklikten söz edildiği zaman devlet yönetimi ve hukukun bağımsızlaştırılmak istendiği din, soyut kavram olmaktan çıkıp doğrudan İslâm olarak anlaşılmakta ve uygulanmakta.

Mümtaz Soysal'ın veciz tanımıyla -itirafı demeli belki- “İslâm’ı toplum hayatında görünür olmaktan çıkarıp ait olduğu yere, vicdanlara geri göndermek” ülkemizde devletin laik sayılması için gereken bir şart olarak sistemin kılcal damarlarına kadar işlendi. Bu üçüncü şartı gerçekleştirmek için yönetimin ve hukukun dinden bağımsızlaşmasının yanı sıra devletin İslâm’ı kontrol etmesi gerekli görülmüştü. Öyle de yapıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı bu ülkede, devletin laiklik adına İslâm’ı kontrol ve yönlendirme işlevini yerine getirmesi için ihdas edildi. Öyle de uygulandı. Ancak böyle bir sistemin ilanihaye başarılı olması imkânsızdı.

Düşünce ve inanç özgürlüğü, hiçbir iktidarın kısıtlayamayacağı varoluşsal hallerden. Bu nedenledir ki, haklar bahsinde düşünce ve ifade özgürlüğü olarak geçer. İfade edilmesini iktidarlar önleyebiliyor ama düşünceyi kimse engelleyemez. İnanç da böyle. İbadet hürriyetiyle, ritüellerinin yerine getirilmesiyle ancak ölçülebilmekte inanç özgürlüğü. İnancın var olmasında değil, sadece yaşanan inancın gizlenmesinde etkili olabilir yasaklar.

Nitekim sosyal hayattan dışlama misyonu ülkemizde dindarların laiklik ilkesine düşman olmasına yol açmaktan başka işe yaramadı. Sığ yaklaşımla çoğunluk, yakın tarih sürecinde giderek İslâm'ın görünürlüğünün artışını popülist sağ siyasete bağlar. Ancak asıl mesele o sağ siyaseti popüler kılan toplumsal talep. Fikret Başkaya’nın kitabına verdiği isimle “paradigmanın iflası" bu. Hiçbir düşünce ve inanç sonsuza kadar görünmezliğe mahkûm edilemiyor. Bugün müftülük resmî nikah yetkisi de inancın özüyle değil görünürlüğüyle, ritüelleriyle ilişkili ve koparılan kıyamet dinin görünürlüğüne artık engel olamayışından laikliğin. Laiklik elden gitmiyor sadece agresifliğini kaybediyor laiklik.

Diğer taraftan, dini kontrol niyetiyle Türkiye’de laisizmin aracı olarak kurulmuş olan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın memurları müftüler, nikah kıyma yetkisine sahip olduğunda laiklik elden gidecek değil. Ancak:

1- Yasa değişikliği doğrultusunda hazırlanacak yönetmeliğin çok iyi düzenlenmesi ve işleyişin toplum denetimine açık olması;

2- Aynı hakkın Alevilere, Hristiyan ve Yahudilere de tanınması;

Şartları yerine getirildiği takdirde, devletin bütün inançlara eşit mesafede olduğu gerçek laiklik uygulamasına araç bile olabilir. Diyanet de sadece Hanefi-Sünni bir devlet kurumu olmaktan da çıkarılmalı tabii ki.


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.