YAZARLAR

Sn. Müesses Nizam Bey ve Demirtaş’ın şifreleri...

Müesses Bey, her öykünün sözde başlığını dikkatle not alıyor, satırların altını çiziyordu. Şifre, herhangi bir satırda, örnekte hatta bir imla işaretinde dahi olabilirdi. Gerçi anlayabildiği kadarıyla sözde öykü yazarı parti genel başkanı, pek öyle gizli saklı iş yapmamışa benziyordu. Şifreler çoğu yerde aşikârdı.

Babası, sert mizaçlı bir hakimdi ve soyadından çok hoşnuttu. Nizam, muhakkak sağlanması gereken iyi bir şeydi. Üç oğlu olmuştu sert mizaçlı ve son derece ciddi bir insan olan hakim beyin. Adlarını Sulhi, Nuh Mete ve Müesses koymuştu. Müesses hukuk fakültesini bitirmiş olsa da hayatın akışı ona cezaevi bürokrasisinde memurluk nasip etmişti. Nasipti nihayetinde. Mesele, işini ciddiyetle yapmaktı ve Müesses Bey, kusursuz bir bürokrat olmak için büyük özveri sergilemiş, çok çalışmış, kendisine verilen görevleri harfiyen yerine getirmek için üstün çaba harcamıştı memuriyet hayatında. O da babası gibi ciddi biri bilinirdi çevresinde. İşini ciddiyetle ifa ederdi Müesses Bey. Tabii, Müesses Bey, adının başında ‘Sayın’ ifadesini görmeyi isterdi her zaman. Sayın Müesses Nizam bey.

Şimdilerde memleketin bir köşesindeki yüksek güvenlikli cezaevlerinden birinde, çok önemli bir kurulun başkanlığını sürdürüyordu. Tamam belki hayal ettiği kadar yükselememişti bürokraside ama başında olduğu kurul, mahkumların gözlenip idare edilmesi konusundaki kararları alıyordu. Örneğin kimin ne okuyacağına o ve emrindeki memurlar karar veriyordu. Dolayısıyla kimin ne okumayacağına, hangi kitap ve dergilerin dağıtılamayacağına da. Önemli bir görevdi. Görev yaptığı cezaevinin huzuru, doğrusu biraz da ondan soruluyordu ve huzur demek, beka demekti.

Cezaevine bir siyasetçi getirildi. Bazı kitap ve dergiler istemişti. Kitapların gözden geçirilmesi, sakıncalı olanların ayıklanması gerekiyordu. Listeyi istedi. Kitaplardan birinin başlığını ve yazarını görünce bir anda tüyleri diken diken oldu; başına bir ağrı saplanmış, huzuru kaçmıştı. Kitabın yazarı, o esnada bir başka cezaevinde yatan parti genel başkanıydı. Parti genel başkanı, başka işi gücü yokmuş gibi oturup bir öykü kitabı yazmıştı. Ankara’dan bir yayıneviyse (Dipnot Yayınları) öyküleri yayınlamış ve üstelik kısa sürede çok satmıştı. Kitabın kapağında yaşmaklı ve güzel gözlü bir kadının yüzü vardı. Adı Seher’di. Yazarı, önemli, değerli, parlak bir siyasetçiydi. Akıllı ve çok iyi bir hatipti aynı zamanda. Seviliyordu. İçten bir sevgiydi karşılaştığı. Hatta sevgiden olsa gerek, taraftarları adını kısaltıp sonuna ‘can’ ekleyerek sesleniyordu ona. Kısaltılmış adlar, samimiyet duygusunun ifadesiydi nihayetinde.

Seher, Selahattin Demirtaş, Dipnot Yayınları, 2017

Baş ağrısı şiddetlendi Müesses Bey’in. Siyasetçinin kitabının cezaevine girmesi sakıncalı olabilirdi. Ne olabileceği, sakıncanın muhteviyatı konusunda açık bir düşüncesi yoktu aslında; ancak bir şey, kötü bir şey yaşanabileceğini hissediyordu. Müesses Bey, tam açıklayamasa da böylesi hisler besleyecek tecrübede bir devlet insanıydı. Tecrübe önemliydi ve bu da yeni yetmelerde değil, kendisinde mevcuttu. Hayır, o öykü kitabı cezaevine girmemeliydi, buna izin veremezdi. Hemen başkanı olduğu kurulu topladı ve mevzuattan bir gerekçe aradılar hep birlikte. Mevzuat, arayış içinde olanları asla geri çevirmezdi. Eğer bir kızı olsaydı adını ‘mevzuat’ koymayı isteyecek kadar çok severdi mevzuatı. Olmamıştı ama, iki oğlu vardı. Adları Yönetcan ve Denetcan idi. Ciddi bir insandı Müesses Bey; evlatlarına, mevkiine yaraşır isimler vermek istemişti. Ciddi insanlar olsun istiyordu. Toplantıda hep birlikte didik didik ettiler mevzuatı. Doğru ya, öykü kitabı ‘şifreli ve kontrolsüz bir haberleşmeye’ neden olabilirdi. Devlet, cezaevinde ‘şifreli ve kontrolsüz bir haberleşmeye’ müsamaha edemezdi. Bizatihi kendisi tespit edecekti, sözde parti genel başkanının kaleme aldığı bu sözde öykü kitabındaki şifreleri.

Kitabı getirtti. Akşam eve gitti, yemeğini büyük bir ciddiyetle yedi ve müsaade isteyerek odasına çekildi. Seher’i masasının üzerine, masa lambasının doğru yönden aydınlatmasına azami özen göstererek yerleştirdi. Sözde öykü kitabını baştan sona okuyacak ve muhtemel şifreleri, mahkumlar arası haberleşmeye neden olabilecek her bir sözcüğü tespit edecekti. Sözde Seher, masum olamazdı. Masummuş gibi gösterildiğinden en küçük bir kuşkusu yoktu. Müesses Bey, çok deneyimli bir bürokrattı.

Sayfalarını çevirmeye başladı sözde öykü kitabının. Daha ilk sayfada güzel yüzlü masum bir çocuğun fotoğrafı vardı. Çocuk, elinde, adı samimiyetten kısaltılarak söylenen parti genel başkanının fotoğrafını taşıyordu. Nasıl da tahmin etmişti ama. Masum bir çocuk kullanılıyordu işte sempati toplamak için. Daha neler vardı kim bilir içeride, ne şifreler, kontrolsüz haberleşmeye neden olacak? Devam etti. Kitabın atfedildiği kimdi dersiniz? “Katledilen ve şiddet mağduru bütün kadınlar.” Yazar, katledilen kadınlara adamıştı sözde öykülerini. Şu terminoloji bile başlı başına bir şifre değil miydi ki! Sözde siyasi hareketin mensupları, çoğu cinayete cinayet demiyordu zaten; katliam ifadesini tercih ediyorlardı ki devleti daha da zor durumda bıraksınlar. Devlet engelleyemiyor, beyimiz kitabını adıyor. Bak sen. Daha kim bilir neler vardı ilerleyen sayfalarda? Müesses Nizam Bey yutacaktı bunları öyle mi, hey yavrum!

Müesses Bey, her öykünün sözde başlığını dikkatle not alıyor, satırların altını çiziyordu. Şifre, herhangi bir satırda, örnekte hatta bir imla işaretinde dahi olabilirdi. Gerçi anlayabildiği kadarıyla sözde öykü yazarı parti genel başkanı, pek öyle gizli saklı iş yapmamışa benziyordu. Şifreler çoğu yerde aşikârdı. İlk öykü İçimizdeki Erkek, misal, daha başlarken ‘kadınlara mesaj verme yoluyla onların desteğini sağlamayı’ hedefliyordu, açıkça. Cezaevinde mahkumlara eşlik eden küçük hayvancıkların öyküsü, yaşam kurma ve sürdürme çabaları, dayanışmaları. Kuşların yuva kurma hevesi öyle bir dille aktarılıyor ki, sormayın. Yazar, kuşa ‘direnmesini’ salık veriyordu. Dişi kuş, ‘Son nefesime kadar direneceğim’ diye yanıtlıyordu. İçimizdeki erkeği öldürmek gerekirmiş, öyle buyuruyordu sözde yazar. Ne demekti şimdi bu? Şifre değil de neydi Allah aşkına? İçimizdeki erkekmiş, direnmek gerekirmiş. Müesses Nizam Bey, satırların altını hırsla çiziyordu.

Seher ile başlıyordu diğeri. Namus cinayeti ve nasıl duru bir anlatımdı. Duruysa duru, ne yapsındı yani Müesses Bey? Sözde insancıllık numaraları onu hiç ilgilendirmiyordu. Birine ceza verilecekse devlet verirdi o cezayı diye düşünüyordu; namus cinayeti anlatarak, devleti sanki bir zaaf içindeymiş gibi göstermek neyin nesiydi? Hele ki Temizlikçi Nazo’yu okuyunca iyice tepesi attı. Baştan sona servet düşmanlığı yapılmıştı, iyi mi? İnsanları, mahalleleri arabalara göre tasnif ediyordu sözde sözcükler. Sanki toplumda bir sınıfsal ayrım varmış gibi. Efendim, temizlikçi Nazan Kızılay’da bir gösterinin içine yanlışlıkla düşmüş, polis onu da almış, almadan önce bir miktar gaz yemiş ve şiddete maruz kalmış. Bak bak. Devlet memuruna mukavemet, ne zamandan beri böyle anlatılır oldu? Her satırı şifre doluydu. Polis hastanedeki yaralı ve hekimlere de biraz kaba davranıyordu öyküde, hepsinin kimliklerini topluyordu daha acil servisteyken. Nazan masum olduğunu, hiç bir şeyle ilgisi olmadığını anlatmaya çalışıyor ama nafile; tutuklanıyordu. Pes. Polis devletin ve milletin bekası için çalışıyordu her şeyden evvel. Beğenmiyorduysa Paris’te yaşasındı beyefendi. Müesses Bey not alıyordu bu sözde iddiaları tabii. Öyle öykü filan diyerek geçiştirilemeyecek türden iftiralara pabuç bırakamazdı. Emniyet mensuplarımız ve yargımız kime adaletsizlik yapmıştı ki? Öykünün sözde sonunda da temizlikçi Nazo, cezaevinde geçirdiği aylarda ‘cesur ve kararlı bir biçimde yürümeyi’ öğrendiğini söylüyordu üstelik. Bak sen, resmen halkı sokağa dökmek, yürüyüşe ikna emek için şifre olabilirdi işte bu. Not alıyordu Müesses Bey.

Sözde öykü yazarı Bildiğiniz Gibi Değil başlığı altında da bir kenar mahalle delikanlısının masum görünen gönül hikâyesini anlatıyordu. İçinde yalan dolan her şey vardı maşallah. Sonunda da diyordu ki bu genç, "Ne geldiyse sevdadan geldi başımıza." Yapma yahu. Subliminale bakınız. Yani sen masumsun ama ah şu sevda olmasa. Neyin sevdasıysa artık bu! Sevda meselesini özellikle ve daha derin incelemeye karar verdi Müesses Bey. Ha keza, Kara Gözlere Selam Olsun. Olsun bakalım da, kara gözlü kim? Kime selam gönderiliyordu burada? Bir cezaevi inşaatında çalışan iki işçi arasındaydı. Bu satırların altını iki kez çizdi. Bir sevda hikâyesi daha gibi sanki ama iki işçinin çalıştığı inşaatın cezaevi inşaatı olması, son derece manidardı. Başka inşaat mı kalmamıştı konu edecek? Cezaevinin fotoğrafını çekemezsin be, ne inşaatı. Neden orada geçiyordu kardeşim olay? Bir de Cezaevi Mektup Okuma Komisyonu’na mektup saçmalığı vardı tabii. Dalga geçiyordu idareyle. Burada kendi çocukluğundan söz ediyordu sözde yazar. Çocukken belalı bir mahalle çetesi varmış da, kendisi de o çetenin başkanı gibi bir şeymiş. Yakışır tabii. Tam da Müesses Bey’in tahmin ettiği gibiydi her şey işte. Allah bilir bir çeteleşme eğilimi söz konusuydu. Not alıyordu hemen.

Denizkızı’nda biraz takılıyordu Müesses Bey. Boğazı düğümleniyordu, Suriyeli küçük çocuk ile annesinin başına geleni okuduğunda, ağlamaklı oluyordu neredeyse. Annesi deniz olan çocuğun hikâyesinde. Hemen toparlıyordu kendisini, duygusallığa yer yoktu mesleğinde. Çocuk, Hama’dan yola çıkmış. Bir satır olsun katil Esed’e eleştiri var mı peki? Yok. ‘Bunlar böyle işte’ diye geçirdi içinden. Yine de, not alamıyordu ama, altını çizmek gelmiyordu içinden herhangi bir satırın bu sözde hikâyede. Peki, Halep Ezmesi’nde sürekli vurgu yapılan o bombayla parçalanmış 68 kişi ne olaydı ki? Hep aynı rakam? İlginç. Not alıyordu. Ah Asuman’ın ve Annemle Hesaplaşmalar’ın dikkat dağıtmak için yazıldığını düşünüyordu. Çok belliydi. Sınıfsal farklar, ölümler, namus cinayetleri, göçmenler derken, ne oldu da birden bire Ah Asuman yazıldı, anneyle hesaplaşıldı. Anneye "öf" denilmezdi ayrıca. Toplumun örf ve adetlerine aykırıydı. Acaba anne derken başka birileri kastediliyor olabilir miydi? Hesaplaşma nereden çıkmıştı? Evet evet belli ki dikkat dağıtma amaçlıydı. Sanki bir şifre göndermiyormuş gibi davranma yöntemiyle şifre gönderiliyordu, göz göre göre.

Tarih Kadar Yalnız’daki karı koca ve kadının babası ile ilişkisi biraz kafasını karıştırıyordu Müesses Bey’in. Bir kez daha okuyordu. Canı sıkılıyordu ama sıkıntısına bir anlam da veremiyordu pek. Bir an gündelik yaşamını, makamını ve geliriyle olan ilişkisini sorgular gibi olsa da, hızla silkindi. Tamam, belki doğrudan bir şifre ya da diğer mahkumlarla irtibat kurma amacı yoktu ama bu da düpedüz sistem eleştirisiydi. Sistemin, sözde eleştirisi. Kusura bakılmasın, affedilecek bir yanı yoktu. Hatta azıcık kurcalanırsa bir servet düşmanlığı dahi çıkabilirdi. Ayrıca, kimdi o ‘yalnız’ olan? Bir tecrit eleştirisi olmasındı sakın? Son yazının başlığını, Sonu Muhteşem Olacak’ı görünce, sinirle kapattı kitabın kapağını, gerisini okumaya gerek yoktu. Bir şeyin sonunun muhteşem olup olmayacağına sözde ‘o’ değil, devlet karar verirdi.

Durup dururken kitabını okuttu bir de, diye düşünüp daha da celallenmişti. İşi zordu Müesses Bey’in. Zor işti Müesses Bey olmak. Müesses Bey kalmak. Ancak bu bir beka sorunuydu onun için. Ödün veremezdi Müesses Bey. Vermemeliydi. Önemli bir konumdaydı. Makamının bilincindeydi. Altında çalışan memurlara iyi örnek olmalıydı. Üstlerinin gözünden düşemezdi.

Seher’i bir kenara itti. Vazifesini yapmış olmanın huzuruyla, uyumaya gitti...

Seher'de anlatılan, Sn. Müesses Bey'in hikayesiydi...


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.