YAZARLAR

Benim kahramanlık öyküsü çıkmayacak 'mahpus'luğum!

Pazartesi akşam birkaç koğuş arkadaşım tahliye oldu. Malatyalı beni teskin etti. "Hayırlısı olsun, yarın olsun" derken ‘babamın rahatlığı’ aklıma geldi. ‘Yok artık!’ diye irkildim. Yaklaşık yarım saat sürdü. "Özkan Özgür, tahliye!" cümlesiyle ok gibi fırladım. Racona uygun sarılmalar, ‘Allah kurtarsın’lardan sonra eve uçtum...

Hafif göbek yapmıştım. Burnumun ucundan bir çakıl taşı bıraktığımda eğer göbeğime değiyorsa, kapitalist olma tehlikesi altında olduğumu hissediyordum. Yaş da ilerliyor hani, motora binme evrem gelmeden, spora başlamam lazım diyordum.

Caddede, tepeden tırnağa ev eşyası satan bir mağazanın vitrinin önündeydim. Koşu bandıyla kesişiyorduk. Elimi göbeğimde gezdirdiğimi fark etmiş olmalı ki: "Kredi kartsız otuz altı ay taksit" diyerek beynimin matematikten sorumlu sol lobuna göz kırptı. "Ayda kırk küsur" diye karşılık verdi sol lop. "Benim koşu bandının burada ne işi var!" dedim ve daldım. Sahne sanatları ve iletişim eğitmeni nev’inden ‘iş insanı’ olduğumu dedikten sonra, kefile neyim gerek duymadan evrakları masama getiren sekreterimin nezaketiyle, senet hükmündeki sözleşmeyi aramızdaki bankoya koydu kasadaki kız. Şak, imza ve iki gün sonra ürün teslimi. Üç oda, yarım salon evde oturmaya devam ettik. İkinci hafta, koşu bandına küserken, "açık hava gibisi yok canım, kışın kullanırız bunu, boşuna elektrik şeetmesin" diye de birbirimizi ikna ettik.

Birkaç ay içerisinde lüzumsuz üç beş eşya daha aldım. Taksitler de göbek yapıp şişti. Mağazadaki ‘iş insanı’ havamdan mıdır nedir, nazara geldim ve bir dizi talihsizlik peş peşe sökün etti. Önce köpeğim kayboldu. Döner gelir serseri diye bekledim ama yok. Çok yol gözledim, gelmedi. Ağladım yeminle... Sonra ikinci çocuğu beklediğimiz haberiyle sevindim. Allah’ın huzurunda ‘iş insanı’ havasıyla durmadığımın ödülü diye düşündüm. Sen misin havaya giren, birkaç hafta sonra ev sahibinin Almanya’dan gelecek kızından mütevellit ev bakmaya başladım.

Eş zamanlı; ‘getirirse el getirir, yel getirir, sel getirir; götürürse el götürür, yel götürür, sel götürür’ ata sözümüzde ifadesini bulan getir götür işlerindeki gibi üst üste aksiyon. Ofis sahibi, oğluna iş açacak diye yeni ofis bak, köpek ortalarda yok, hem evin hem ofisin kirası, emlakçısı, depoziti… Sabahın köründe okula götürülecek çocuk… Kontrollerden anlaşılan ‘çocuğun sıkıntılı gelişimi’ sebebiyle tahlil üstüne tahlillere villa taksiti gibi ödemeler… Yatıp dinlenmesi gereken bir eş ve engelli doğabilecek bir insan babası olarak debelenmeye başladım. Köpeğe ayrı, olan bitene ayrı içerledim.

Matematik karıştı, sol lop çöktü ve tekrar avukatlar mesaiye başladı. İmzaya çağırdılar. Sahne sanatlarında böyle imza falan normal, ‘hayran çilesi’ diyelim. Borcu ödeyeceğimi taahhüt etmem gerekiyormuş. Ettim. İhlal edersem de ‘taahhüdü ihlal’ den hapis çıkıyormuş. Ödenmedi tabii. Zaten kim ödeyecek? Hayatım tek kişilik gösteri. Zaman geçti, oğlan doğdu, köpek gelmedi, yeni iş, yeni ev, çalışıp çalışmadığını bile merak etmediğimiz koşu bandı. Üzerinde çamaşır kuruttuk, bulgur neyim istifledik.

O borcu ve imzayı unutmuş ya da unutmuş gibi yapmıştım. Onlar da unutmuştur diye düşünürken, deve kuşlarından iyice soğudum ve bir gün yolda GBT’ye düştüm. Polis çevirdi, otomatik olarak kimliğimi verdim. Ben beni bildim bileli nüfus cüzdanımı yanımda taşırım.

Bu kez lüzumundan fazla oyalandı memur. Arkadaşını çağırdı, bir şeyler sordu ve: "Karakola gitmeliyiz, evinize bilgi verseniz iyi olur" dedi. "Hayırdır?" dedim. Diğeri: "Sen daha iyi bilirsin" dedi. "Karakolda öğrenirsiniz beyefendi" diye toplamaya çalıştı diğeri. Polis aracına doğru yürüdük. O sıralar da emniyet müdürlüğünde eğitim şubenin nazik davetiyle müdür ve amirlere eğitime gidiyordum. Çiçek, plaket… "Polis para vermez, şeref verir" diye espri öğretmişlerdi arada derede. 'Gerekirse bi telefon açarım' diye gereksiz bir öz güven eklenmişti bünyeme. Aracın kapısına geldiğimizde kelepçeyi önden uzattı. İstemediğim şekilde ciddileşiyordu her şey. "Gerekli mi bu?" dedim. "Prosedür" dedi. Haberlerdeki gibi elini kafama basarak bindirdi arka koltuğa. Kendileri ön koltuktalardı.

İkisi de gençti. Bakırköy İncirli’den karakola kadar ‘Ankara’nın bağları’ ve muadili eserler dinledik. Arkada ses daha fazlaydı. "Sesini biraz kısar mısın?" dediğimde, atarlı olan: "Niye rahatsız mı oldun?" derken diğeri kıstı. GBT’ye yakalanmış ‘seri katil’ nezaketim tedirgin etmiş olmalıydı atarlı olanı. "Tipik, iyi polis - kötü polis numaraları" dedim kendi kendime. "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" saçmalığına düşmemem gerektiğini müdürlerle sohbette öğrenmiştim.

Karakola vardığımızda ne olduğu yine belli değildi. Ben o ara evi arayıp teskin ettim. Faks bekleniyormuş ve günlerden cumartesi olduğu için yapacak bir şey yokmuş. Ayakkabı bağlarımız, kemerimiz dahil eşyalarımız bırakılacak ve aşağıdaki nezarette sabahlanacakmış.

Artan ciddiyet saçma bir boyut aldığından "telefon hakkımı ‘nezaret’ kutuma gitmeden önce kullanabilir miyim?" diye sordum. Tanıdık müdürleri arayamadım, utandım, kutuma indim. Spor salonlarındakine benzer mavi muşamba kaplı bir sedirde terleyip, yaşadıklarımın ne güzel öykü olacağını, hatta sahnede bile anlatılacak malzemeler olabileceklerini düşünürken biraz kestirmişim.

Ertesi gün faks gelmiş ve hâkim karşısına çıkmama gerek yokmuş. Direkt hapis. Güzide bir memurumuzun ifadesiyle, ‘paket!’… Ver eli Metris!... Tekrar, ‘Metris’ kutuma gitmeden önce telefon hakkım olup olmadığını sordum, "acele et doktor kontrolü var" dediler, evi ve ayrıyeten memleketi yani babamı aradım, babamın ender görülen 'paniksizliğine' şaştım: "Erkek adamın başına gelir bu işler, hallederim ben pazartesi, sıkma canını!" sözleriyle kaderimi omuzlayacak gücü buldum. İşi sallamasınlar diye son olarak: ‘Pazartesi iki bin lira borcu yatırın, yoksa üç ay içeride kalabilirim’ diye de durumun saçma ötesi ciddiyetinin altı çizdim.

Doktor, işkence görmediğimizi bize sorup onayladı. Biz dediğim; ben, iki uyuşturucu ve bir cinayet zanlısı. Civarda kameralar görüntü alıyordu. Sivillerden biri yanıma yaklaştı, "sen bunlardan ayrı dur, girme görüntüye" diyerek kıyak geçti. Görece olarak diğerlerine göre daha nur yüzlü görünmüş olmalıyım diye düşünüp, hassas tavrından ötürü teşekkür ettim. Gözlerini süzüp uzaklaştı.

Polis arabası Metris’e geldiğinde ‘paketleri’ askerlere, onlar da gardiyanlara teslim etti. İsimleri değişmiş. İnfaz koruma memuru olmuşlar. El izlerimiz alınırken, "geçmiş olsun" dedikten sonra benim durumumu ve ne iş yaptığımı sordu görevli. Sahne sanatları diye başlayan uzun kısmı demedim. "İletişim eğitmeniyim" dedim. Ardından demez mi: "Hocam, hele beni bi incele, (cinayet ve uyuşturucudan zanlıları göstererek) bunlarla benim iletişimim nasıl?" Kibarca, stres altında olduğumu, aklıma gelmeyenin başıma geldiğini, objektif değerlendirme yapamayabileceğimi desem de bunu, tecrübeli hocalara mahsus tevazu sandı ve ısrar etti. Telefonumu verdim. "Ben Pazartesi çıkarım, ara beni, çay kahve içerken konuşuruz" dedim. Ciddi ciddi numaramı aldı.

İlk güne ‘karantina’ diyorlarmış. Nezaret mi daha beter burası mı bilemedim. Sabaha doğru çakmağı çaksan havaya uçabilirdik kokudan. Her çeşit suçlu aynı odada. Seksen beş yaşında bir dede vardı misal. Tarla meselesi yüzünden amcasının oğlunu vurmuş. "Celal Bayar da seksen yaşında mapus yattı, nolmuş?" diyordu. Hırsızlıktan, ‘araba patlatmaktan’ içeriye girip çıkan biri avukat kesilmiş, soruları cevaplıyordu. "Senin şu kadar yatarın var, senin ifaden sıkıntılı, seninki külli sıkıntılı…" deyip duruyordu. Arzuhalci sırası bekleyenler gibi etrafını sarmışlardı. Bana da sordu, "seninki ne?" diye. "Taahhüdü ihlal, pazartesi çıkacam ben!" dedim, gözlerini başkasına devirdi.

Sonra bizi avluda topladılar. Cezaevi müdürü olsa gerek bir dizi nasihat verdi tek sıra dizilmiş gruba. Bağıra bağıra diyordu. Askerde rütbelilerin tekrarlı konuşmaları gibiydi. "Demek ki neymiiiş…" Sonra okul yıllarıma bağlandı zihnimde bu ritmik konuşma. Değil! Yahu ben bu bağırmayı tanıyorum? Demeye kalmadı, gardiyanlardan biri beni tanıdı: "Hocaam! Hayırdır?"… Çıkardım hemen. Geçen ay bir eğitim sonrası gittiğimiz kafede tanışmıştık. Eğitime katılan personelden bir kadının erkek arkadaşıydı. Ortamda hem eğitimci hem de stand up'çı diye karizma yapmıştım. Şimdi tek sıra cezaevi koridoru! "Taahhütlü şeyi" dedim, pazartesi çıkacağımı da. "Var mı yapabileceğim bişey" dedi. "Allah razı olsun" dedim.

Sonra koğuşa aldılar. Nezaret ve karantinadan sonra beş yıldızlı otel gibiydi. Sıcak su, yemek, kişi sayısı kadar ranza ve teras bahçe karışığı bir yeri bile vardı. Kıdemliler belli. Az göz teması kuranlar daha eski. "Pazartesi çıkacam" dediğimde, "Aha bu yedi buçuk senedir aynı lafı diyor" dedi. Yutkundum. "Benim çıkmam lazım!" diyebildim.

Pazartesi akşam birkaç koğuş arkadaşım tahliye oldu. Malatyalı beni teskin etti. "Hayırlısı olsun, yarın olsun" derken ‘babamın rahatlığı’ aklıma geldi. ‘Yok artık!’ diye irkildim. Yaklaşık yarım saat sürdü. "Özkan Özgür, tahliye!" cümlesiyle ok gibi fırladım. Racona uygun sarılmalar, ‘Allah kurtarsın’lardan sonra eve uçtum.

Evde şenlik tabii. Bende hafif bir ‘içeride düşünecek çok vaktim oldu’ havaları. Kesin olarak bir de şunu anladım: Metris ‘in önü hiç de uzun alan değilmiş. Meğer türkünün anlamı: 'Metris ’in önü yani Metris’ e düşmeden önce, uzun uzun alan, alışveriş yapan’ anlamındaymış!

Hepi topu nezaret dahil iki buçuk gün yatmışım, hele yazdığımın uzunluğuna bak. Allah daha uzun yazdırmasın, özellikle yazıp çizenler hep dışarıda kalsın!


Özkan Özgür Kimdir?

Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik bölümünden mezun. 'Soğanın Cücüğü' adlı stand up gösterisi yapıyor. İletişim ve bireysel gelişim alanlarında danışmanlık yapıyor, eğitimler veriyor.