
Tek başına kalamamak nasıl yalnızlaştırır?
Aidiyet duygusunun ya da tanıdıklık hissinin bizi merkezimize mıhlayan bir işlevi var sanki. Ancak kendi merkezimizdeyken güvende ve iyi hissedebiliyoruz. Çünkü merkezimiz, ruhsal zeminimizi oluşturuyor. Ruhsallığımız orada dengede ve ayakta durabiliyor.
İnsan bir yere, bir ilişkiye, bir şehre ait hissetmeyince kendi merkezinden uzaklaşıyor. Çünkü merkezimize aldıklarımız aslında yakın olduklarımız. Buradaki yakınlıktan kastım birini sevmek, ona olumlu duygular beslemek değil. Epey nefret ettiğimiz, öfkelendiğimiz, sevmediğimiz birini de yakınımızda tutuyor hatta onu merkezimize alıyor olabiliriz. Tanıdıklık hissi illa olumlu atfedişlerimizle ilgili değil.
Dışarıda bırakmak istediklerimizle de şansımız yaver giderse uzağa düşüyoruz. (Lütfen yaver gitsin.)
Dışarıda bırakmak isteyip de burnumuzun dibinde bitenlerin hesabını ise bilinçdışımıza devrediyorum. Vardır onun bir bildiği!
Merkezimizden uzak düşünce kendimizi zeminsiz bir boşluk içinde hissedebiliyoruz.
Rollo May’e göre “içteki boşluk, dışla bir duygusuzluk ilişkisidir; ve uzun vadede, bu duygusuzluk korkaklık olarak birikir. Bu yüzden bağlanışımızı her zaman kendi varlığımızın merkezinde temellendirmek zorundayız, yoksa hiçbir bağlanma otantik düzeye varamaz.”
Merkezimizden uzaklaşınca kaygı havuzunun içine düşebiliriz. Kaygı bu zemin kaybının bir yansıması gibidir. Çabamız ise ruhsal dengeyi yeniden bulabilmek.
Kaygıyı veya daha mesleki bir jargonla ifade edecek olursam anksiyeteyi, bireyin kendi merkezini, kendi varoluşunu korumak amacıyla kullandığı yöntemlerden biri olarak düşünmek, onu yönetmemizi de kolaylaştıracaktır.
Kendi merkezimizi yitirmenin romantik ilişkilerdeki yansımasına terapi odasında şahsen sıkça tanık oluyorum.
Kendi merkezimizi bulabilmenin yolunun her yerde ve her koşulda “tek başına kalabilme” becerimizi geliştirmekten geçtiğine ve tek başına kalabilme becerimiz geliştiği oranda sağlıklı birliktelikler kurabileceğimize inanıyorum.
Günümüzdeki ilişkilere baktığımızda kişilerin tek başına kalabilme becerileri gelişmediğinden, duygusal tarafı zayıf, bağ değil bağlantı kurulan, çiftleşilen ama çift olunamayan, çabuk tüketilen, çürütülen ilişkiler kurulduğunu görüyoruz.
Bir “takılma kültürü”dür alıp başını gidiyor. Takılma kültürünün yarattığı yozlaşma, derinlikli ilişki kültürünü yok ediyor ne yazık ki.
Niye yazık peki?
Çünkü “takılma” dışarı odaklı bir eylem. İçerisiyle bağlantıyı kesintiye uğratabiliyor.
Tek taraflı ve sonuç odaklı. Dışarıdaki bir şeyle takılınır. Çünkü “takılmak” kelimenin kökeni itibarıyla da dışarıyla ilişkilidir.
Derinlikli bir ilişki, hem iç hem de dış dünyayı sürecin içerisine katar.
Takılma kültürü, kişinin kendi içinde bulamadığını dışarıda aradığı ve alternatiflerini çoğaltarak amacına ulaşabileceği yanılgısını taşır. Yazıklığı da buradadır.
Bu işi sosyal medya ve Tinder, OkCupid gibi birtakım ilişki aplikasyonları da epey kolaylaştırıyor.
Fast food sipariş etmek gibi fast ilişki(!) hizmeti sunabiliyorlar.
Slow Food devrimi gibi bir slow ilişki devrimi mümkün olur mu acaba?
Yakın ilişki kurabilmek cesaret gerektiren bir şeydir. Riskleri vardır. Getirdiği korkular vardır. Çünkü kurduğumuz ilişkinin bizi nasıl evirip çevireceğini, dönüştüreceğini, ortaya dağınıklık mı, dirlik düzen mi getireceğini bilemeyiz. Kurduğunuz yakın ilişkinin “anlamlı” olabilmesi için kendinizi ilişkiye yatırabilmeniz ve ona yatırım yapabilmeniz gerekmektedir. Yatırım yapmaktan kastım fedakârlık yapmak, emek vermek değil. Orada olmaktan ve ilişkinin/hayatın akışına dahil olmaktan bahsediyorum. Orada olduğunuz vakit fedakârlık, emek gibi kelimeler yapılması gereken değil, kendiliğinden oluveren eylemler haline gelir.
Günümüz ilişkilerindeki yanlış anlaşılan yakınlığı Rollo May çok güzel ifade ediyor;
“Otantik yakınlık için kurulan cesaretin kamçılanmasına engel olmak için günümüzün yaygın bir pratiği sorunu gövdeye kaydırmak, onu basit bir fiziksel cesaret haline getirmektir. Toplumumuzda fiziksel soyunma, ruhsal ya da tinsel soyunmadan daha kolay. Gövdemizi paylaşmak, daha kişisel olduğu hissedilen ve paylaşılmasının bizi daha zedelenebilir kıldığını denediğimiz fantezilerimizi, umutlarımızı, korkularımızı ve arzularımızı paylaşmaktan daha kolay. Tuhaf nedenlerle en çok önem taşıyan şeyleri paylaşmakta utangacız. Böylece insanlar, bir ilişkinin daha ‘tehlikeli’ olan yapısından kurtulmak için hemen yatağa atlayarak kısa devre yapıyorlar. Ne de olsa gövde bir nesnedir ve ona mekanik davranılabilir. Oysaki fiziksel düzeyde başlayan ve kalan yakınlık otantikliğini yitirmeye eğilimlidir ve az sonra kendimizi boşluktan kaçar buluruz.”
İşte bu “kısa devre yapma” hali, ana şalterin atmasına sebebiyet veriyor. Merkezden uzaklaşma dediğim tam da burası.
Bu duruma elbette korkular, kaygılar eşlik ediyor.
Yakın olma korkusu, beraberinde kaybetme, başkası tarafından yutulma, bağımsızlığının alınması, benliğini ve özgürlüğünü yitirme, terk edilme gibi korkulara da kucak açıyor.
Ve bu riskleri almaktansa ruhsal yakınlık kurmayı reddeden kişiler haline gelebiliyoruz.
Birbirimize bedenlerimizi sunarken ruhlarımızın çıplaklığını göstermekten utanıyoruz.
Bedenlerimizin terli yerlerine dokunuyoruz da, ruhlarımızın terli yerlerine tahammül edemiyoruz, hatta ondan iğreniyoruz.
Biz olmanın “ben” olmayı yok edeceğini zannediyoruz. Birbirimizin hayatına dahil olmaktan korkuyoruz çünkü dahil olmayı, özerkliğin yitimi gibi algılıyoruz.
Birliktelik-bireysellik dengesini kurmakta ne yazık ki çok zorlanıyoruz.
Birileri de bizi alsın, sürüklesin, uçursun istiyoruz ama kendimizi bırakamıyoruz. Birilerine tutunmak istiyoruz ama kimseyi tutamıyoruz.
Arthur Schopenhauer’in 1851’de yayınladığı ‘Parerga ve Paralipomena: Kısa Felsefi Denemeler’inde geçen ve çoğumuzun bildiği kirpi hikâyesinden bahsetmek istiyorum;
Bir kış sabahı çok sayıda kirpi, donmamak için birbirlerine yaklaşırlar. Az sonra, oklarının farkına varıp ayrılırlar. Çünkü oklar birbirlerine batıp onları rahatsız eder.
Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaşırlar ve oklar rahatsız edince yine uzaklaşırlar. Daha sonra hem soğuktan donmayacakları hem de okların batmayacağı bir mesafe bulup orada dururlar.
Bu mesafeyi ayarlayabilmek hem tek başına kalabilme becerimizi geliştirmekle hem de korkularımızla yüzleşmekle mümkünmüş gibi geliyor bana.
Yazının en başına dönecek olursam kendi merkezimizi bulmak sadece kendimiz olmayı değil, aynı zamanda başka benliklere hak ettiği mesafelerde katılmayı sağlıyor.
Böylece kendimizi de daha iyi tanıyoruz. Çünkü dışarıdaki benlikler içimizdeki başka benlikleri de keşfetmemizi sağlıyor.
Pascal’ın çok sevdiğim bir sözü var: “Mutsuzluğun tek nedeni, insanın odasında sessizce nasıl oturacağını bilememesidir.”
Tek başına olabilmeyi başarabildiğimiz oranda başkalarıyla da olabilmek mümkün olacaktır.
Kendimizle kurduğumuz yakınlık, başkalarıyla kuracağımız bir yakınlığa da götürecektir bizi.
Tek başınalığı başaramadığımız ölçüde yalnızlık kaçınılmaz olacaktır .
Klinik Psikolog/Psikoterapist. Londra'da Middlesex Üniversitesi'nde ve Türkiye'de psikanalizle ilgili çeşitli eğitimler aldı. EFTA-Avrupa Aile Terapisi Derneği (European Family Therapy Association) tarafından sertifikalanan Aile ve Çift Terapisi eğitiminin temel ve ileri düzeyini tamamladı. Kurucusu olduğu Polente Psikoloji’de yetişkin, çift ve aile alanında psikoterapist olarak çalışmaktadır. Aynı zamanda “Psikanalitik Edebiyat Okumaları” isimli bir atölye çalışması yürütüyor ve çeşitli dergilerde inceleme, deneme, eleştiri türünde yazılar yazıyor.
YAZARIN DİĞER YAZILARI
Biraz değişmez miydiniz?
Değişime izin vermek, izin verebildiğinde bunun içinde olmak, ona tahammül edebilmek, öncesi de, sonrası da 32 kısım tekmili birden çok zor… Zihnimle değil, kalbimle söylüyorum; yazının tüm olanaksızlığıyla haykırıyorum ki çok zor. Değişimin getirdiği tüm o yalnızlaştırıcı dönemeçlerden geçmek, yerini bulamamak, yerleşememek… Kaybolmuş gibi hissetmek… Ama biliyorsun geçecek.
Joker: Kahkahanın ardındaki delilik
Arthur’un birçok kelime ve duygunun önüne geçen ve annesi tarafından ona giydirilen kahkahası, onun bireysel ve toplumsal anlamda “başka” bir dil edinemediğini gösteriyor, böylelikle simgesel düzende var olamadığını da… O kahkaha dilinde şiddet ve yıkıcılık da harmanlanmaya başlıyor.
Arzu kovalamaca oyunu
Kişilerden biri ayrılmak istiyor gibi gözüküyor ancak bu ayrılma fikri sözüm ona diğer kişide ve hatta ayrılanın kendisinde bile arzuyu yeniden canlandırıyor(!) -gibi gözükse de-, aslında ölü bir ilişkiyi oradan oraya taşıma eylemi içerisinde deviniliyor. İlişkinin öldüğü kabul edilirse yas tutulması gerekecek, türlü duygular gündeme gelecek, epey ruhsal masraf çıkacak, bu sebeple arzuyu sürekli dürtükleme hali bu.
Yüce: Kadın cinayetlerinde 'tek tık' rehaveti yaşanıyor
Dr. Yüce ile erkek şiddetinden kadının şiddet karşısındaki destek mekanizmalarına, erkekliğin kitabından toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yol açtığı sorunlara dair konuştuk. Yüce şiddet videoları ile ilgili toplumda “tek tıkla” paylaşarak “üzerine düşeni yapmış olma” rehavetinin altını çizdi.
Toksik erkekler hasarlı kadınlar
Su Kürü, kız kardeşlerdeki kadınsılığın anne tarafından nasıl ipotek altında tutulduğuna ve anneyle ayrışamamış olmanın tam anlamıyla kadın olmayı nasıl engellediğine dair çarpıcı bir kurgu sunuyor. Kadınları hasarlı yapan şeylerin başında kendi içlerindeki toksik taraflar olduğunu da anlıyoruz. Bu toksikliği yaratanın ise iç dünyada hüküm süren eril ve dişil yanların inkârı sonucu doğan çatışma olduğunu ve bir uzlaşı sağlanamazsa da toksiklenmeye devam edileceğini…
Bir gecede nasıl yaşlandık?
İnsan nasıl yaşarsa biraz da öyle yaşlanıyor. Yaşlanmaktan fobik derecesinde korkmak, yaşlı halimizi tasavvur edememek, bu gerçekle yüzleşememek, sanırım önce bugünümüze bakıp, bugünle çalışmayı ve bugündeki arızaları onarmayı gerektiriyor.
Kültegin Ögel: Aile kadın bağımlıya daha olumsuz bakıyor
Prof. Kültegin Ögel bağımlılıkla ilgili sorularımızı yanıtladı. Ögel bağımlılık tedavisiyle ilgili, "Değişmeyi istemek çok önemlidir. Değişmek içinse değişime hazır olmak gerekir. Değişime hazır olmak içinse değişimin bizim için önemli ve başarılabilir olması gerekir. Değişim bizim için ne kadar önemliyse, değişime o kadar hazır oluruz. Değişimi başarabileceğimiz konusunda kendimize güveniyorsak, o zaman değişimi başlatabiliriz" dedi.
Bayramda aile saadeti
Kutsiyet atfettiğimiz kurumların iktidarını sorgulanmaz kılıyor, böylece o baskıcı zihniyetin değirmenine su taşıyoruz. Toplumun bir alt çekirdeği olan ailenin kendi bütünlüğünü muhafaza etmesi, iktidarların da bütünlüğünü ve kişilerin erk sahibi yapılar karşısındaki itaatini sağlayacaktır.
Depresyonun ipiyle kuyuya inilir mi?
Depresyon bir deri değiştirme dönemi gibi gelir bana. Canlılar deri değiştirdiklerinde hassas, sancılı, kırılgan bir süreçten geçerler. Deri değiştirmek, için dışı itmesidir. Kabına sığamamak, içten dışa doğru büyümek, yenilenmek…
Prof. Yankı Yazgan: Adaletsizlik toksik stres yapar
Prof. Yazgan: Adaletsizlik en çok temel güven duygusunu sarsıyor. Haksızlık hissini doğuruyor. Haksızlık algısıyla birlikte genellikle gelen duygu öfke. Öfke de genellikle savunma niteliğinde olan saldırgan dürtüleri tetikliyor. Çünkü saldırıya uğramışlık duygusunu veren, sınırlarınızın aşıldığı, elinizdekinin alındığı bir durum yaratıyor. Bu nedenle toksik etkileri olan bir stres.
Vasatın uzman hali
Evet bilgi çağındayız, bilgiye çarçabuk ulaşabiliyoruz. Öğrenme dürtümüzü tatmin etmek için dünya bir tıkla adeta önümüze seriliyor. Öğrenmek tamam da niçin hemen öğretmek istiyoruz? Niçin bir şeylerin uzmanı, hocası olmaya bu kadar düşkün hale geldik?
Deniz Altınay: Akıl unutur beden hatırlar
Uzman Psikolojik Danışman ve Psikodramatist Deniz Altınay: Psikodrama Grup Psikoterapisi Sistemi’nin önemli önermelerinden bir tanesi “akıl unutur beden hatırlar” cümlesi ile vücut bulur. Mizacımızın üstüne kurulmakta olan “kişilik yapımız” yaşamın ilk yıllarından çok fazla etkilenerek oluşur. Bu dönem sözün hiç olmadığı ya da çok az olduğu dönemdir. Anne ile bebeğin ilk spontan eylemi olan doğum ile birlikte bebek kişilik yapısını kazanmaya başlar. Bu bir öğrenme sürecidir ve dikkat edildiği üzere bu dönemde söz yoktur.
Ağaçların bil dediği
Ağaç çürümüş meyvelerini, kurumuş yapraklarını dalında tutmaz, usulca bırakır onları toprağına. İnsan ise ısrarla kendisini ağırlaştırır o çürüklerle, ömrünü tüketir kurumuş yaşantılarla…
Yoksa siz hâlâ yaşam koçu olmadınız mı?
Nasıl ki böbreğimiz ağrıdığında köşedeki züccaciyeden yardım almayıp o işin uzmanına gidip muayene oluyorsak, ruh sağlığımızı da psikoloji ve psikoterapi eğitimlerini tamamlamış işin uzmanlarına teslim etmemiz gerekir.
Hastalıklarımız bize ne söyler?
Bedenin en büyük bellek olduğunu düşünüyorum. Biz farkında olsak da olmasak da bedenimiz tatsız olan tüm deneyimlerin tanıklığını yapmaktadır. Birine karşı hissettiğimiz düşmanca duygular, dile getirmekte zorlandığımız rahatsız edici hisler, fanteziler, arzular, bizde kaygı yaratan bazı durumlar kimi zaman söze dökül(e)mez ve bedende dile gelir.
Bir varmış bir yokmuş: İnsanın aradalık hali
Prof. Dr. M. Bilgin Saydam ve Klinik Psikolog Hakan Kızıltan'ın üç senedir düzenledikleri aylık psikomitoloji seminerleri İthaki Yayınları tarafından "Psikomitoloji: İnsanı Öykülerinde Aramak" adıyla kitaplaştırıldı. Saydam ve Kızıltan mitlerin kişinin kendini ve dünyayı anlamlandırma çabasındaki yerini anlattı.
Sevilebilme Sanatı
Kişi sevilmeye niçin izin vermez? Aslında kendisine iyi gelme ihtimali olan şeyleri elinin tersiyle niye iter? Sevilebilmek bazı kişiler için büyük bir korku kaynağı çünkü beraberinde yakınlaşmayı getiriyor.
Psikiyatr Gülcan Özer: Öyle hızlı koşuyoruz ki ruhumuz geride kalıyor!
İlişki terapisti Dr. Gülcan Özer: Hayat artık bilgisayar oyunlarının hızıyla akmakta, dünya oldu bir köy, her şey bir tuşun ucunda. Doğduğumuz yer ile sınırlı değiliz, hayallerimiz mahallemizi çoktan geçti, şahane… Ve fakat öyle hızlı koşuyoruz ki ruhumuz geride kalıyor. Ez cümle insan canlısı bu, yerde gökte, tuşun ucunda illa ki gönül yarenini arıyor.
Prof. Öget Öktem Tanör: Aşk bazen bitmez, evrilir!
Türkiye'nin ilk nöropsikoloğu Öget Öktem Tanör: Zihin Teorisi (Theory of Mind) adı verilen bilişsel işlevimizin alt yapısını oluşturan beyin bölgelerimiz/beyin şebekelerimiz aşık olunan kişi söz konusu olunca çalışmaz duruma geliyor. Başkalarının zihinsel durumunu, onun düşüncelerini, niyetlerini sezmemizi, anlamamızı sağlayan bu bilişsel işlev âşık olduğumuz kişiye karşı çalışmadığı için, onun kusurlarını göremez duruma düşüyoruz, yani "aşkın gözü kördür".
Psikologlar da ağlar
Uzmanın da yaralısı, o yaraya temas edeni ve kendi yarası üzerine çalışanı makbuldür. Aksi halde değil başkasının yarasına pansuman yapabilmek, yaranın üzerine tuz basmaktan öteye gidilemez.
Sırtımızda taşıdığımız babalar
İç dünyamızda da tam olarak öldüremediğimiz, öldüğünü bilsek bile gömemediğimiz, gömdüysek bile nerede olduğunu kestiremediğimiz yaşantılar, kişiler, duygular var. Tıpkı dış dünyada olduğu gibi. Bu bazen çocukluk evrenimizden bir parça, bazen bir mekân, bazen bir kişi olabiliyor. Ama sanırım en çok da anne babamızdan getirdiklerimiz, damıttıklarımız, hazımsızlıklarımız…
Dr. Murat Dokur: İlişki emek istemez, iki sağlıklı birey yeter!
Bu ay çift ve aile terapisi alanında Türkiye’nin önde gelen uzmanlarından Dr. Murat Dokur’la ilişkilerde klişeler ve kalıp yargılar üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. İlişkilerin bireysel ve toplumsal izdüşümlerini felsefe, psikoloji, fizik ekseninde irdeleyip, ilişki paternlerimize, ayrılık meselesine, ilişki ve ilişkisizlik hallerimize değindik.
Bir ilişkiyi kaç kişi yaşarız?
Çift ilişkilerine baktığımızda da hiçbir zaman iki kişi değilizdir aslında. Bir ilişkiyi dört kişi yaşarız. Çünkü erkeğin animası hiçbir zaman kadının animası olmayacak, kadının animusu da hiçbir zaman erkeğin animusu olmayacaktır. Tüm bu arketipler her ilişkide yeniden yaratılıp birbirleriyle yeniden karşılaşacaklardır.
Uzman Klinik Psikolog Emre Konuk: Travma illa çöken binanın altında kalınca olmaz
Uzman Klinik Psikolog Emre Konuk: Travmatik yaşantı yalnızca çöken binanın altında kalmak değildir. İhmal, terk, aşağılanma, önemsenmeme, dışlanma da travmatik yaşantıdır. EMDR terapisi bunların tümüyle uğraşır, çünkü EMDR anılarla çalışır ve travmatik anıları normal anılara dönüştürecek çok sayıda teknik kullanır.
Bizim büyük polemik düşkünlüğümüz
Birtakım köşe yazarlarına, magazin figürlerine baktığımızda polemiğin özellikle bizim ülkemizde oldukça prim yaptığını görüyoruz. Çok okunuyor, çok izleniyor, çok konuşuluyor. Peki bu “çokluk” bize gerçekten yeni kapılar açıyor mu? Hadi yenisini boş verin kapı açıyor mu?
Vamık Volkan: Her yasta öfke var
Her yas tutmada, öfkelenme var; çünkü önemli birini kaybettiğiniz zaman içinizde bir yara açılır ve yara açıldığı için ölen kişiye, kaybettiğiniz kişiye kızarsınız. Niye durup durduk yerde ölüp de bütün hayatımı değiştiriyorsun, bana kötü hisler veriyorsun diye kızıyorsunuz.
Kadınların dilindeki erillik
Bir dili eril yapan şey, iktidarın dili olmasıdır. Hükmedici, işgalci, buyurgan, aşağılayıcı ve kapalı bir dil olmasıdır. Kadın ya da erkek kullanmış fark etmez.
Yaslar ve yasaklar
Kişilerin her acıdan ve kayıptan sonra birbirlerinden haber alma, olayı doğru bir şekilde öğrenme, acıyı paylaşma ve öfkelenme/üzülme hakları vardır. Bunun sonucunda da kendi düşünce ve duygularının sorumluluğunu alma yetkileri de… Çünkü insan olmak bunları gerektirir.
Kimselerin vakti yok susmaya
Evet biliyorum, kimselerin vakti yok ne dinlemeye, ne susmaya. Dolayısıyla “ince şeyleri anlamaya” da… Bu yüzden ayarlarımız iyice bozuluyor. Politik, psikolojik, sosyolojik tüm ayarlarımız. Arızalanıyoruz git gide. Bu arıza, hem içsel hem de dışsal gürültü olarak kendisini gösteriyor.
Rüyaları ayarlama enstitüsü: İskender Savaşır’ın ardından
Bir gün yaptığı rüya çalışmalarından bahsediyordu. Ona “rüyaları ayarlama enstitüsü kursanız ya” demiştim. İskender’ce bir kahkaha patlatmıştı. Halbuki ben çok ciddiydim. Yapsa, o yapardı. Şimdi belki gittiği yerde yapar. Duracak değil ya, İskender hoca bu!
Yavuz Erten: Dünya uzunları yakmış gözümüzü alıyor!
Çevremizdeki dünyanın etkisi bazen o kadar somutlaştırıcı, o kadar körleştirici oluyor ki kendi öznel huzursuzluklarımızı, çatışmalarımızı bile duyamıyoruz ya da onları çevremizdeki dünyanın o abartılı sesleri ve görüntülerine bağlayıp, sebepleri ve çözümleri orada arıyoruz. Bir benzetme yapmak gerekirse, çevremizdeki dünya kara yolunda gece seyahat ederken, karşıdan gelen uzun farlarını yakmış bir araba gibi gözümüzü alıyor.
Kadınlar 'Kaybedenler Kulübü’nde ne buluyor?
Ben diyeyim aile sistem özellikleri siz deyin kültürel kodlarımız veya kadın/erkek rollerinin bu coğrafya içerisindeki dağılımı vs. kadınlarda yoğun bir şekilde karşı tarafı iyileştirme arzusu doğuruyor. “Onu adam edeceğim”, “benimle başka olacak”, “aslında onun aradığı benim!”, “onu değiştireceğim.” Sonra ne mi oluyor?
Güç bizde olduğunda nerede duracağız?
Bazı dillerde bilinçle vicdan aynı kelimedir. Ahlakın otomatik, kuralcı, genelleştirici yapısı karşısında vicdan belli bir farkındalığa dayanır. Eski bir yazımda "Ahlak bir vicdan tembelliğidir" demiştim. Vicdanın koşulu olarak da bilinçten söz edebiliriz. Bilinçsiz bir varlığın vicdanından da söz edilemez ne de olsa...
'Kaybedenler Kulübü' neyi kaybetti?
Kendimize olan yabancılaşmamızı, temassızlığımızı başka insanlara yansıtarak bundan kurtulamayız. Ruhsallığımızı içkiye, birtakım dumanlı mamullere, “çok kadın-hiç kadın” türevi sloganlara hapsederek de bu işin içinden çıkamayız.
'Eksik bir şey mi var?'*
İnsanın mecburen prematüre doğmuş bir varlık olması ve uzun bir dönem boyunca ötekilerin bakımına muhtaç olması, diğer yandan da bakım veren o ötekinin (annenin) arzusunu (davranışlarını, yapıp ettiklerini vb.) bir türlü anlamlandıramaması, bunun bir muamma olarak kalması; birbirine bağlanan bu iki mutlak çaresizlik, eksiklik ve arzunun fonu, kaidesi belki de.
'Hamarat tembellik': Uğraş uğraş nereye kadar?
Su ancak kendi doğallığında akarsa yolunu buluyor. Hazır cemreler de düşmüşken, bahar temizliği niyetine birazcık hamarat tembelliğe izin versek de varoluşsal bağışıklığımızı güçlendirsek diyorum.
'Cebimdeki Yabancı' ve bilmeme hakkı
Seans odasında çiftlerin telefon üzerinden tartıştıklarına epeyce tanık olmuşumdur; “masaya telefonunu yüzüstü koyuyor”, “telefonu sürekli sessizde”, “benim telefonumda şifre yok ama o şifre koymuş” vs… Bir de cep telefonu karıştırma hadisesi var. Bu kimimize göre dünyanın en gereksiz ve “ayıp” eylemiyken, kimimiz için ise önlenemez bir merak duygusuyla karşı tarafı kontrol etmenin en elzem yöntemi.
Travmalar, adlar, köprüler
Bulaşıcı bir hastalık gibi, travmanın da bulaşıcı özelliği var mı? İnsan anlatılmayanı bilebilir mi? Dile dökülmeyenin izini taşıyabilir mi? Nereden geldiğini anlayamadığımız, elimize ayağımıza dolanan çoğu hâllerimizin kökeni çok derinlerdeki, hatta bize bile ait olmayan ikinci el bir travmaya dayanabilir mi?
Eski yıla girmek
Tarih unutmaz. Ne kişisel ne toplumsal… Karşımıza çıkarır teker teker… Tutamadığımız yaslarımızı, kişisel ya da toplumsal olarak çözülmesi gerekenleri, fazlalıkları, eksiklikleri elimize ayağımıza dolar. Hesabını sorar. Sonra bir bakmışız gelen yıl, giden yılı aratıyor. Yeni dediğimiz yıl, bir önceki yıla benzeyebiliyor. Ben kendi adıma yeni yıla girmeyi değil, eski yıldan çıkmayı deneyeceğim bu sene.
Aldatmak da ilişkiye dahil (mi)?
Kişi ilişki dışı ilişkiyi neden tercih eder? Yeni bir heyecan arayışı, aşık olma arzusu, özgür hissetmek, “yasak” olana duyulan çekim, geçmişte bastırdıklarını ya da yaşayamadıklarını yaşama ihtiyacı, birincil ilişkide kendisini iyi hissetmeme hali, varoluşsal sıkıntıları, ölüm kaygısını giderme çabası, can sıkıntısı, yenilik arayışı… Bunlar aklıma ilk gelenler. Peki ilişki dışı ilişkiye maruz kalan kişi(ler) neler hisseder?
Gülümseyiiin, çekmiyorum!
Bir ağaçla, kediyle, insanla, gün batımıyla, lezzetli bir yemekle bakışmakta ve o bakışla kalabilmekte gitgide zorlanıyoruz. Derhal onun fotoğrafını çekip sosyal medyada paylaşıp gördüğümüz şeye direkt bakmaktansa Instagram'daki filtrelerden bakmayı tercih eden kişiler haline geliyoruz. Hayata bakışımızı Instagram filtreleriyle bulandırmayıp, no filter’ı hayatımızda deneyimlesek nasıl olur? Sadece bizim bileceğimiz anılar biriktirsek mesela…
Ya hiç karşılaşmasaydık?
Karşılaşma dediğimiz şey, karşı karşıya olmayı içeriyor, bir ölçüde yüzleşmeyi, biraz kendini açmayı, biraz karşı tarafın açılmasını… Karşılaşmalar ilişkileri doğuruyor. Herhangi bir nesneyle kurulan anlamlı ilişki, o nesneyle birlikte soluk alıp vermeyi gerektiriyor.