YAZARLAR

Pazarlık devleti

AKP lideri cumhurbaşkanının “milattan önce” yaptığı, partinin pazarlık karakterinin devletin karakterine sirayet ettiğini gösteren en kritik ve birinci elden açıklama “ne istediniz de vermedik?” ifadesi idi. 2000’li yılların ortalarından itibaren hâkimlik-savcılık sınavlarında süren liste pazarlıklarını, kaymakamlık sınavlarında yaşanan cemaat kontenjanı kavgalarını, beyaz gömlek ve kırmızı kravatlarla önce cemaat liderlerini, sonra milletvekilleri ve mümkünse bakanları gezerek torpil arayan adayları Mülkiye’deki bütün öğrenciler bilirdi.

AKP’nin devletleşmesi, devletin formu üzerine yapılan tartışmaları alevlendirdi. Partinin devlete hakim olması, “ümmetin liderinin” şef pozisyonu, şefin devlet ve partiye hakimiyeti, parlamentoyu askıya alarak yasama gücünü kararnamelerle kullanması, şefin ve rejiminin korunması üzerinden inşa edilen hukuk, paramileter şiddeti mobilize etme potansiyeli, ırkçılık, mezhepçilik ve cinsiyetçilikle yoğrulan düşman kategorilerin varlığı gibi özellikler AKP devletinin faşist karakterine işaret ediyor. Fakat benim bu yazıda işlemek istediğim, devletin değil; devlete hakim olan partinin karakteri; AKP’nin kuruluşundan bu yana en baskın özelliği, tam ifadesiyle “adi pazarlık”.

AKP ve lideri, sermayesini arttırmak, kendisinden daha küçüğü ezip, eşitini kıskanıp, büyüğünün yerini almak isteyen hırslı bir küçük esnafın karakterini taşıdı. Hayali en büyük olmaktı. Bunun hayal olduğunun bilincinde olduğu sürece, merkez-çevre sosyolojisine hayranlık duyan Türkiye entelektüelinin takdirini topladı. Büyük sermaye ise bu hayalin bilinciyle hep arkasında durdu. Pazarlıklarında hep kazançlı çıktı. Lider ve parti, hayal ile gerçekliği ayırt etme kapasitesini yitirecek oranda palazlandığında pazarlık karakteri biçim değiştirdi, özünde hep taşıdığı racon, pazarlığın ana unsuru haline geldi, çeteleşti. Pazarlık konusu yaptığı şeylerin artık varoluş ve yok oluş meselesi olduğunu gördü, varlık sorunu girdiği her pazarlıkta gerçekle ilişkisini daha da kopardı. Artık yargılama süreçleri, belediye başkanlarının konumu hatta savaş ve barış bu varlık yokluk pazarlığının konusu. Yurttaşların özgürlük ve güvenliği, çalışma hakları, seyahat özgürlükleri ve hatta hayatları ise pazarlığın nesneleri. Artık OHAL var ve pazarlıklar biçimsel hukukun, normal prosedürlerin bile bütünüyle dışına çıkmış durumda.

KADRO-İKTİDAR PAZARLIKLARI: NE İSTEDİNİZ DE VERMEDİK?

“Ümmetin lideri”nin Ukrayna’da uykulu gözlerle yaptığı “biz bir kabile değiliz, bir kabile devleti değiliz”; bir hukuk devletiyiz” açıklaması bu açıdan incelenmeye değer. Emperyal hayaller peşinde, kıskandığı büyüğünün yaptığının aynısını, tabii aynı cümlelerle yapmanın kabile devletinden hukuk devletine sıçrayacak olduğunu sanacak kadar pazarlık gücüne güveniyor ümmetin lideri. Sahi hukuk devletinde AKP lideri ve Cumhurbaşkanına bu sözü söyleyenlere neden hukukun gereği yapılmadı? Türkiye bir kabile devleti değil de bir hukuk devleti ise ümmet ne ola? Yurttaşların bir ümmet bağı ile tanındığı şeriat hükümranlığında mı yaşıyoruz; yoksa Erdoğan halife oldu da haberimiz mi yok? Ya da ümmetin Arapça ve Aramice etimolojisindeki aşiret anlamına atıfla Türkiye’nin bir aşiret devleti mi olduğu söyleniyor? Buradaki “sübliminal mesaj”ı bağımsız yargıçlar araştırsın. Ben konuma, hukuk devleti kırıntılarının sıkı pazarlıkçılar tarafından nasıl yok edildiğini anlatmaya döneyim.

AKP lideri cumhurbaşkanının “milattan önce” yaptığı, partinin pazarlık karakterinin devletin karakterine sirayet ettiğini gösteren en kritik ve birinci elden açıklama “ne istediniz de vermedik?” ifadesi idi. 2000’li yılların ortalarından itibaren hâkimlik-savcılık sınavlarında süren liste pazarlıklarını, kaymakamlık sınavlarında yaşanan cemaat kontenjanı kavgalarını, beyaz gömlek ve kırmızı kravatlarla önce cemaat liderlerini, sonra milletvekilleri ve mümkünse bakanları gezerek torpil arayan adayları Mülkiye’deki bütün öğrenciler bilirdi. On binlerce insanın hakkının “bağımsız” mülakat komisyonlarında yenerek Fethullah Gülen cemaatine hangi kadroların tahsis edilmiş olduğunu ise Erdoğan onlara istediğini vermiş olduğunu söylemeden önce herkes biliyordu. Pazarlığın konusu, büyük bir emek harcayarak sınavlara hazırlanan insanların hakları değildi, cemaatin her kurumda talep ettiği kontenjan ve AKP liderinin cemaatten talepleri idi. Anayasada yazan devlet memuriyetine girme hakkındaki eşitliğin bu pazarlıklarda hiçbir rolü olmadı, umutlarını, ideallerini hâkimlik gibi saygın bir meslek için harcayan binlerce insan ise cemaatle yapılan pazarlığın nesnesi oldu.

Bu pazarlıklar ile mesleğe giren “bağımsız” yargıçların neler yaptığını bütün ülke biliyor artık. Kimse de itiraz etmiyor, çünkü kandırılan AKP lideri ve cumhurbaşkanı hepsini kendi ağzından söyledi. Çok konuşulan “kandırıldık” ifadesinin “pazarlık devleti” bahsinde özel bir yeri var. Çünkü kandırılma asıl olarak, siyasi bir terminolojinin değil, pazarlık terminolojisinin; AKP’nin davasının ifadesidir. Bugün yeni bağımsız yargıçlar muhalif liderleri, gazetecileri tutukluyor, hukuk devleti olan cumhuriyetimizin savcıları barış akademisyenlerine dava açıyor.

RANT PAZARLIKLARI: BELEDİYELER

Kadir Topbaş ve İ. Melih Gökçek bahislerinde, hukuk devletlerinde belediye başkanlarının cumhurbaşkanı tarafından görevinden alınmasının mümkün olamayacağı itirazı getirildiğinde AKP sözcüsü, “siz bizim davamızı anlayamazsınız” dedi. Davada anlaşılmayacak bir yan yok. Meslekten KHK ile men edilmiş bir Mülkiye hocası, dava ilk ortaya çıktığı zamanlarda Adalet ve Kalkınma Partisi için; adalet "intikam" demektir demişti; kalkınma ise “biraz da biz yiyelim”. Belki de dava hakkındaki en özlü ifadenin müthiş bir öngörü ile tanımı budur.

Ankara’yı çeyrek asırdır yöneten, başkenti sirke çeviren Melih Gökçek’in bir gece ansızın sarayda olduğu, toplantının ise üç saat sürdüğü söylendi. Gökçek’in yazdıklarından öğrenebildiğimiz kadarıyla, gece sarayın karşısına yapılacak bir müze hakkında sunum yapmaya gitmiş başkan, muhtemelen sunum aralarında da kimin ne alacağı kimin ne vereceği konuşuldu. Elbette, hukuk devletinde böyle bir davayı anlama ihtimali yoktur, çünkü hukukta buna muvazaa denir. Siyasi sahnede ise metal yorgunluğu adı uygun görüldü. Belediye başkanlarının hiçbir hesap vermeden görevlerinden çekilmesi, pazarlık devletinin uygulamalarından biridir, halkın verdiği oy, ya da o meşhur tabirle milli irade pazarlığın konusu bile değildir, pazarlığın dışındadır.

ULUSLARARASI PAZARLIKLAR: AL GÜLÜM VER GÜLÜM

Türkiye devletinin uluslararası ilişkiler konusunda izlediği stratejiyi son on yılla sınırlandırarak çalışmak isteyen bir akademisyenin uluslararası ilişkiler yaklaşımlarına katkı sunabilecek argümanlar üretmesi muhtemeldir. Çünkü bu kadar “dinamik” bir dış politika uygulaması dünyada enderdir. Esad’ın devrilmesi için başlatılan iç savaşta Esad yönetimini yıkmak isteyenlere en çok destek veren Türkiye, bugün Esad ile masaya oturmak üzeredir, Irak cumhurbaşkanını dengi olarak görmeyen ümmetin lideri Irak ile çok sıcak ilişkilerden yana olduğunu göstermiştir. Türkiye vize krizinde neredeyse "dostum Trump yapmaz, had bilmez ABD büyükelçisinin işleri" demek zorunda kalmıştır.

Dış politikanın bu tutarsızlığının altında yatan temel etken, pazarlığın en tuhaf ve hukuk dışı biçimlerinin uygulanmasıdır. Bild gazetesine inanırsak, Erdoğan, Deniz Yücel’i Almanya’daki Gülenci generalin teslim edilmesi için rehin tutmaktadır. Pazarlık açıktır, al gülüm ver gülüm sürdürülen dış politikadaki ilke esnaf pazarlığında kârlı çıkmaktır. Devletin bekâsı söylemiyle içeriyi konsolide etmeye çalışan bu politikanın nesnesi güvenliğimiz ve hayatlarımızdır. Konusunu ve tarafını oluşturmadığımız bu pazarlıkların bedeli her geçen gün üzerimize çökmektedir.

BARIŞI PAZARLIK KONUSU YAPMAK

Dolmabahçe’nin ardından devrilen masa devrilmeden önce, barışa ilişkin bir ilkeden söz edebilir miyiz AKP cephesinde? Hatırlayan hatırlar, süreç dönemin cumhurbaşkanının kullandığı “büyük bir fırsat” ifadesiyle başlamıştı; çok ucuza kapatılmış bir mal ya da açılan bir pazar gibi. Barış süreci, yıllarca halka anlatılmadan barışın toplumsallaşmasından ve kamusallaşmasından korkularak sürdürüldü. Ve pazarlıkta kârlı çıkılmayacağı düşünüldüğü anda Dolmabahçe Mutabakatı feshedildi. Savaş konsepti bir anda devreye sokuldu ve barış kalbinden vuruldu, faili belli onca katliamla. Barış Mitingi'ni 10 Ekim’de kana bulayarak; katilleri koca bir statta alkışlatarak.

BİTİRİRKEN, KISA BİR NOT

Barış sürecine dönülmesi çağrısı yapan akademisyenlere yönelik hukuk devletinin savcıları tarafından hazırlanan iddianameyi, bağımsız yargıçlar kabul etti. Rektörler, emniyet ve savcılıkça yapılan bütün çağrılara karşın akademisyenlerin neredeyse tamamı, meseleyi pazarlık konusu yapmadı; kandırıldık demedi. Bu da size dert olacak. Kandırılmadık çünkü hukuk ve barışı, insan hayatını pazarlık konusu yapmadık, yapmayacağız.


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.