YAZARLAR

Cumhurbaşkanına hakaret ve çocuk

Demokratik sistemi benimsemiş ülkelerin yasalarında yer almaması gereken bir suçtan 13 yaşındaki bir çocuk ceza alıyor. Düşünsenize, ‘hoca bana taktı’ geyiği için dahi küçük bir yaşta bir çocuk Cumhurbaşkanı’nın kendisine taktığını düşünüyor.

Mevcut kötü yönetimden ve malum egodan çok sayıda insan zarar görüyor fakat hepimizin canı en çok çocuklar zarar gördüğünde yanıyor. 13 yaşındaki çocuğun “Cumhurbaşkanına Hakaret” suçundan ceza aldığını duyunca da öyle oldu.

Türk Ceza Kanunu’nun 299. Maddesinde yer alan Cumhurbaşkanına Hakaret suçu, demokratik sistemi benimsemiş ülkelerin yasalarında yer almaması gereken bir suç. Bu noktada, demokrasi bakımından varlığı dahi utanç olan bu suç sebebiyle 13 yaşındaki bir çocuğun ceza alması ise ondan daha büyük bir utanç. 13 yaş yahu insaf! Utanmasalar tutuklayacaklarmış da yapamamışlar, cezayı ertelemişler. Yasalara göre 5 yıldan az cezası olan suçlar sebebiyle çocuklar tutuklanamıyor çünkü. Hoş, artık yasalar var olmak için var, çoğu uygulanmıyor, tutuklayabilirlerdi de bu yüzden.

Düşünsenize o çocuğun travmasını; 13 yaş, ‘hoca bana taktı’ geyiği için dahi küçük bir yaşken, çocuk Cumhurbaşkanı’nın kendisine taktığını düşünüyor. İşin aslı doğru da. Cumhurbaşkanı bir ara yemedi içmedi, milleti –basbayağı milleti- şikayet etti yargıya. Taktı yani. Ağır bir duygu bu o yaştaki çocuk için. Hep diyoruz ya; ceza ıslaha yönelik olmalı diye. Bu çocuk bu cezayla ıslah mı olur sizce? Bence aksine; daha çok nefrete yönelir. Kutuplaşma deyip durduğumuz da böyle böyle başlıyor zaten.

Prof. Dr. Yaman Akdeniz ve Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak tarafından İnsan Hakları Ortak Platformu (İHOP) için hazırlanan rapora göre; 2000 yılında cumhurbaşkanına hakaretten dört kovuşturma başlatılırken, bu sayı 2015’te 1953’e yükselmiş. Son altı yılda hakaretten 2 bin 673 dava açılmış, 1505’i karara bağlanmış ve yalnızca 280’i de beraatle sonuçlanmış.

Daha öncekilere oranla korkunç bir fark söz konusu. Örneğin, Sezer’in 2007 yılındaki son senesine baktığımız zaman 26 tane dava var Cumhurbaşkanına hakaretten. Abdullah Gül’ün son üç yılına baktığımızda ise, 139 dava var ve bu davaların hiçbirinde tutuklama yok. Oysa Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olduğu ilk yıl içinde –aralarında 13 yaşında bir öğrencinin de olduğu– en az 18 kişi tutuklanmış. Öncekiler Cumhurbaşkanı değil miydi yani?

Biliyorsunuz 15 Temmuz darbe girişimi sonrası Cumhurbaşkanı Erdoğan bir “jest” yapıp, tüm hakaret davalarındaki şikayetlerini geri çekmiştir. Bu tabi ki de yalnızca bir gösteriydi; zira, teknik olarak Cumhurbaşkanına Hakaret suçu şikayete bağlı bir suç değil ve Cumhurbaşkanının şikayetini geri çekmesi maalesef bu suçtan yargılananların ceza almasını engellemiyor. Hakimler tıkır tıkır yazıyor cezaları Ne o? İfade özgürlüğü.. Hatta gazeteci bir müvekkilimin bu suçtan yargılandığı bir davamda, savunma esnasında müştekinin(Cumhurbaşkanı) şikayetini zaten çekmiş olduğunu belirttiğimde, hakim “Bu zaten şikayete bağlı suç değil avukat hanım, ister çeksin ister çekmesin hiçbir etkisi yok, biz cezayı veriyoruz” cümlelerini öyle hararetli bir şekilde söyledi ve sözümü kesti ki, davanın neticesini görür gibi oldum.

Biz bu Cumhurbaşkanına Hakaret suçunu düzenleyen yasa maddesini 1926 yılında İtalyan Ceza Yasası’ndan almışız. O yasada “Kralın Kutsal Dokunulmazlığı, Kutsal Varlığı” olarak geçiyormuş. Bizde de evvelce Kanuni Esasi’de “Hazreti Padişahın Huzuru Hümayun Mukaddes Gayrimesundur”  şeklinde bir madde varmış, padişahları sorumsuz tutan, koruyan bir madde. Yani aslında demek istediğimiz şu; bu madde hükmü daha ziyade bir kişiyi kutsamak üzerinden tasarlanmış bir hüküm ve bana sorarsanız demokratik sistemde pek de yeri yok. Devletin başındaki kişi niçin kutsal olsun, olamaz. Bir şekilde var olmuşsa da, uygulama alanının son derece dar tutulması gerekir. Ve hatta, cezai yaptırımın değil de, tazminat hükümlerinin uygulanması gerekir. Zaten dünyada da bu şekilde. Bu suçun yasal olarak tanımlandığı ülkelerde, bu madde neredeyse hiç çalıştırılmaz. Bir şekilde gündeme gelmişse de, yaptırım çoğunlukla tazminata mahkumiyettir.

Dünyada bu konuda en çarpıcı örnek, Eon – Fransa Davasıdır. Fransa Cumhurbaşkanının 28 Ağustos 2008 tarihinde yaptığı Laval ziyareti sırasında ve tam cumhurbaşkanlığı kortejinin geçeceği sırada sanık/başvurucu, üzerinde “Defol git, geri zekâlı!” yazan bir levha kaldırır. Fransa’da yapılan yargılamada sanık haksız bulunur, lakin AİHM’ye yapılan başvuru neticesinde bakın neye karar verilir:

“10. maddenin 2. fıkrasının, siyasi söylem ve tartışma alanında –ifade özgürlüğünün en üst düzeyde önem taşıdığı– ve kamuyu ilgilendiren genel nitelikli sorunlara ilişkin alanlarda ifade özgürlüğüne sınırlama getirilmesine kesinlikle izin vermediğini hatırlatmaktadır. Bir siyasetçiye siyasetçi olması dolayısıyla yöneltilen eleştirinin sınırları, sıradan bir kişiye yöneltilen eleştirinin sınırlarından daha geniştir: ikincisinin aksine birincisi zorunlu ve bilinçli olarak fiillerini ve davranışlarını vatandaşların ve gazetecilerin dikkatli bir kontrolüne açık bırakmaktadır; dolayısıyla [siyasetçinin] daha fazla hoşgörülü olması gerekmektedir.

Mahkeme diğer taraftan, Cumhurbaşkanı tarafından kullanılan ve medyada geniş şekilde yer alan, ardından da geniş bir kitle tarafından daha çok mizahi amaçlarla kullanılan kaba bir ifadeyi kendi hesabına kullanan başvuranın, eleştirisini densizlik sayılabilecek bir hiciv yoluyla ifade etme yolunu seçtiği kanısına varmaktadır. Oysa Mahkeme, hicvin, temelinde yatan gerçekliği abartılı ve bozulmuş bir şeklide sunan sanatsal bir ifade ve sosyal bir yorumlama şekli olduğunu ve doğal olarak tahrik etme ve kışkırtma amacı güttüğünü daha önce birçok defa ifade etmiştir. Bu nedenle, bir sanatçının veya herhangi başka bir kişinin kendisini bu şekilde ifade etme hakkına yapılan her türlü müdahaleyi daha özenli bir şekilde incelemek gerekmektedir. 

Mahkeme, somut olayda olduğu gibi, başvuranın davranışına benzer davranışları cezalandırmanın, demokratik toplumların olmazsa olmazı olan genel nitelikli tartışmalarda çok önemli bir rol oynayan toplumsal tartışmalara ilişkin hiciv yoluyla yapılan çıkışlar üzerinde caydırıcı bir etki doğurma ihtimali olduğu kanaatindedir.

Yukarıdaki açıklamalar ve somut davanın kendine has koşulları dikkate alındığında ve devlet başkanına hakaret sebebiyle verilen mahkûmiyetin yararını ve başvuran üzerindeki etkisini tarttıktan sonra Mahkeme, kamu yetkililerinin cezalandırma yoluna başvurmalarının hedeflenen amaç ile orantılı olmadığına ve dolayısıyla demokratik bir toplumda gerekli olmadığına karar vermiştir.” gerekçesiyle Fransa Yerel Mahkemesince verilen kararın “ifade özgürlüğünün ihlali” olduğuna karar vermiştir."

Düşünsenize aynı şey şu an Türkiye’de olsa; Cumhurbaşkanı geçerken biri çıkıp “Defol git, gerizekalı!” yazılı bir levha çıkarsa? Cevabı hepimiz biliyoruz. Yani şimdi bu AB bizi niye alsın ki? Zaten muktedirler almalarını da istemiyor. Oysa AB’ye üyelik vaatleriyle gelmişlerdi zamanında.

Geldiğimiz nokta ile olması gereken arasındaki uçuruma bakın.

Diyarbakır’da 12-13 yaşındaki iki çöp toplayıcısı çocuğun, üzerinde cumhurbaşkanının fotoğrafı olan kağıdı yırttılar diye haklarında dava açıldığını hatırlıyor musunuz bilmiyorum; fakat hatırlamak lazım bunları, unutmamak lazım. Bir ülkenin hafızasının önemli parçaları bu olanlar.

Yazının konusu haberle aynı gün öğrendiğimiz 17 yaşındaki çocuğun borçları sebebiyle intihar etmesi de bu hafızanın en önemli parçalarından biri. Bu bahsettiğimiz baskılardan, insan hakları ihlallerinden hiç ayrık değil. Bu bir intihar değil örneğin. Bir sosyal cinayet. Hiçbir çocuk, borcu olduğu için yaşam hakkından vazgeçmemeli. Vazgeçiyorsa eğer, orada çok büyük bir hata ve eksiklik, korkunç bir umursamazlık ve bencillik var demektir.

Söylenecek çok şey, sıralanacak çok ihlal var. Yazmak çare olmuyor elbette. Bazen yazarken çok lümpen hissediyorum. Fakat bu olanı biteni bir yerlere not düşmek zorunda olduğumuzu da biliyorum. Birilerini rahatsız etmek, birbirimizi dürtmek için. Unutmamak, yarın daha iyisini yapabilmek adına hatırlamak için. Yazmayınca daha iyi olmayacağı için.


Tuba Torun Kimdir?

Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunudur. İstanbul Barosu’na bağlı olarak serbest avukatlık yapmaktadır. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu ve Kadın Meclisleri avukatı ve Kadın Adayları Destekleme Derneği yönetim kurulu üyesidir. ‘Bayan Değil Kadın’ programını hazırlayıp sunmaktadır. Aktif olarak siyasi faaliyetlerine devam etmektedir.