YAZARLAR

Boyunu soran olduğunda 1.70 diyordu...

Yürümek artık onun için bambaşka bir deneyim olmuştu. Yalnızca yaş almakla mı yoksa biraz da memleket koşullarıyla mı ilgiliydi olup biten, bilemiyordu.

Huysuzdu. Saplantılı. Ve her saplantılı insan gibi, saplantılarının matah olduğuna, onlarsız yapamayacağına yürekten inanıyordu...

Yaş alıyor olmanın zihninde yarattığı değişim üzerine düşünüyordu. Davranışlarındaki, kurduğu ilişkilerdeki başkalıklar üzerinde. İlişki kurduğu insan tipi ve onlarla diyalogları, sohbet konuları, o sohbetlerin mekânları değişmişti yıllar içinde. Yürümekten zevk aldığı yollar değişiyordu.

Yürümekten anladığı da. Tek başına yürümeyi sever olmuştu. Yalnızca yaş almakla mı yoksa biraz da memleket koşullarıyla mı ilgiliydi olup biten, bilemiyordu. Her ikisi de olmalıydı, ki muhtemelen öyleydi. Bazen çok tahammüllüydü, bazen de hiç tahammülü kalmadığını hissediyordu. Örneğin olağan dışı sesler konusunda her zaman hassastı ama bu hassasiyet zamanla bir takıntıya dönüşmüştü. Dayanamıyordu artık, gürültüye; dolmuşun, motosikletin, çoluk çocuğun bağırtısına, sesine. Her yüksek ses tüylerini diken diken ediyordu ve sesin müsebbibine öfke duyuyordu. Yaşamı boyunca hiç kimseyi rahatsız edecek bir ses çıkarmadığını düşünüyordu mesela. Ben çıkarmıyorsam, kendimi kontrol edebiliyorsam onlar neden ve nasıl yapıyorlar bunu, diye soruyordu kendisine. Yanıtını da biliyordu tabii. İnsan yetiştiği toplumsallığın ürünüdür, demişti birileri; anlıyordu anlamasına da bu ‘erdemli bilginin’ kulak zarına yararı yoktu.

Dünyanın pek çok yerinde son derece sevimli görünen şu motosiklet kullanımı dahi kendi toprağında antipatik olabiliyordu, insanı sağır etmeye yeminli hayvan oğlu hayvan tacizci sürücüler nedeniyle. İşte bakın, sinirlenince kaba saba düşünmeye, konuşmaya da başlıyordu. ‘Hayvan oğlu hayvan’ ifadesi doğru, zarif değildi; dile getirir getirmez bir mahcubiyet de duyuyordu ancak her kavramı yerli yerinde kullanması gerektiğini de öğrenmişti zamanında. Tahammül edemiyordu artık. Başına ne geliyorsa, zamanında öğrendikleri nedeniyleydi. Onları öğrenmeseydi daha huzurlu biri olması muhtemeldi. Motor kullanırken deli gibi bağırtıp insanları tedirgin, rahatsız edebilirdi. Cakkudu cukkudu sakız çiğneyip balon yapabilirdi. Şakır şukur tespih çekebilirdi. Dolmuşta parmakları arasında dolaştırdığı bozuk paralarla yanında oturanı huzursuz edebilirdi. Ne bileyim işte, türlü sersemliklerle ne güzel yaşar giderdi. Zamanında kendisine öğretilenlerden, onların yükünden nefret ediyordu bazen. Bazen ama, her zaman değil.

Yaşlanmakla mı ilgiliydi hakikaten tüm bunlar? Memleket halleriyle mi yoksa? Rahatsızlanıyor muydu? Normal kalmaya çalışmaktan mı baş ağrıları? Nasıl başa çıkacağını iyi kötü bulduğunu düşünüyordu aslında. Bulmuştu. Kaçıyordu. ‘Ne kadar az insan o kadar mutluluk,’ yine yıllar içinde keşfettiği bir duyguydu. Zaten zırva olsun olmasın, çeşitli duygularından prensip uydurmayı da pek seviyordu. Oysa, ‘ne kadar az prensip o kadar iyi,’ değil miydi? Prensipler insanı boğan bir kafese dönüşebilirdi; telleri sıkı örülmüş, içerisinin görülmesini engelleyen türden bir kafes. Yıllar önce Başbakanlığa bağlı bir Personel ve Prensipler Genel Müdürlüğü olduğunu duyduğunda çok gülmüştü. Ne yapıyordu acaba o genel müdürlüğün çalışanları. Mahallede sıkı prestiji olduğunu tahmin ediyordu genel müdürün. Prensiplerin genel müdürü. Adamın eşi ve çocuklarıyla birlikte ve prensipler doğrultusunda yenen akşam yemekleri, vesaire...

Evet bir şeyler bulmaya çalışmıştı zaman içinde, saplantılarının, rahatsızlıklarının kendisini tüketmesini önlemek için. Rahatlamak, tacize uğrama duygusundan kurtulmak için. Kaçmak bir yoldu. Hem kolay hem zahmetli. Kaçmanın kolay yanı, kaçacak bir yer bulma ihtimaliydi. Zorluğu, kaçacak bir yer bulmama ihtimali! Tabii bir de yalnız kalma riski. Yalnız kalmayı istemek iyi hoş da, kendisi birileriyle sohbet istediğinde bu kez o birileri buna hazır olmayabilirdi. Olsun, tüm ihtimalleri ve yalnız kalma riskini düşünerek yapıyordu tercihlerini. Tercih edebildiklerince... Hem zaten yalnız olan da kalabalık olan da ölüyordu en nihayetinde. Çaldığı minarelere uygun kılıf bulma konusunda son derece başarılıydı!

Kaçmaktan kastı, uzaklaşmaktı aslında. Hem fiziksel hem zihinsel bir uzaklaşma, duymama, görmeme, temas etmeme. Artık mecbur kalmadıkça dolmuşa ve taksiye binmiyordu. Uygun her mesafeyi yürümekten yanaydı. Hiç olmazsa kaba sabalıklarından, beş para etmez heriflerin mesafe beğenmemelerinden, yol boyu her bir kuralı ihlal ederkenki arsızlıklarını izlemekten kurtuluyordu bu şekilde. Hem yürümek sağlığa da yararlı. Kaçmayı tercih ediyordu, uzaklaşmayı. Diyelim yanında biri sakız çiğnemeye başladı. İnanamıyordu sakız çiğneyen insanlara, bunu yapabildiklerine, o sesi çıkarabildiklerine. Hele ki sakızdan balon yapıp patlatanlardan açıkça nefret ediyordu. Yanına gidip, sakin bir üslupla ‘İnşallah boğazınızda kalır, iğrenç birisiniz,’ demeyi düşünüyordu ciddi ciddi ama hiç yapmadı. Yapabilecek biri değildi. Bunun yerine, uzaklaşıyordu. Hemen o berbat sesi duymayacağı bir yere gidiyordu. İki arka koltuğa, üç yan sıraya. Bir toplu taşım aracındaysa ve oturacağı bir başka yer yoksa kalkıp ayakta duruyordu. Sakız çiğneyen ya da hızla ve kabadayıca tespih çeken bir herifin çıkardığı sesi duymaktansa ayakta yolculuğu tercih ediyordu. Eğer o da yetmezse, dolmuştan iniyor ve başka bir dolmuş için bekliyordu. Sesin kendisinde yarattığı huzursuzluğu yaşamaktansa, her şeyi yapabilirdi.

Ama kesinlikle hiç kimseyi uyarmıyordu. Tercih etmediği buydu. Uyarmayı istemiyordu çünkü otuz yaşından sonra, tanımadığı insanlarla olur olmaz diyalog kurmayı reddetmişti. Prensipleri vardı! Tanımadığı biriyle konuşup tartışmayı riskli buluyordu. Hele ki durup dururken birine, ‘Öyle sakız çiğnemeyin midem bulanıyor,’ demeyi hayal dahi edemiyordu. Dolmuşta o sesi çıkaran tespih sahibine, ‘Ne olur yapmayın, ben bir dakikadan sonra sizin çıkardığınız sesi saymaya başlıyorum,’ nasıl desindi! Rahatsızlık veren birini uyaramazdı. Gerçi, otobüs kuyruğunda önüne geçen, bankamatikte sırayı ihlal edenleri de uyarmıyordu.

Basit bir hesap yapmıştı zamanında. Eğer o kişi düzgün bir insan olsaydı zaten kuyrukta öne geçmezdi. Belli ki berbat biriydi. Berbat birini uyardığında, efendi bir yanıt verme ya da özeleştiri yapma olasılığı var mıydı? Hayır, yoktu. Yaşadığı ülkede özeleştiri yapan birileriyle hemen hiç karşılaşmamıştı. Muhtemelen çemkirecek, küfredecek, işine bak filan diyecekti. Hatta kavga da çıkarabilirdi. Bu durumda, hakkının ihlal edilmesiyle yaşadığı kaybı, hiç tanımadığı ve hiç bir zaman tanımayacağı birinin yüzüne çemkirme olasılığının ağırlığı ile teraziye koyup her durumda ilkini seçiyordu. Evet, uyarmıyor ve hakkından istemeyerek feragat ediyordu ancak karşılığında huzur buluyordu. Kötü bir yurttaşlık örneğiydi bu ancak bir öküzün, uyarıldığında uygar bir insana dönüştüğüne hiç tanık olmamıştı. Huzur, konuşmamaktaydı. Sessizlikteydi.

Kaçışı, yaşamının her anına dairdi. Mesela, boyu 1.72’ydi. Bir metre yetmiş iki santim. Eh işte, Türkiye koşullarında sepetten hallice. Ailesinden birileri henüz çocukken, basket oynarsa boyunun uzayacağını söylemişti. Tam otuz beş yıl basket oynadı. Ailesinden birileri, genetik gerçekliği, yani ne yapılırsa yapılsın belli bir santimin üzerine çıkılamayacağını, çok geç söyledi. Her neyse, zaten konu bu değil. Kaçmak. Boyu bir metre yetmiş iki santim olmasına karşın yıllar var ki soran olursa, ‘Bir metre yetmiş santim,’ diyor. Çünkü yine belli bir yaşta, toprağında yetişen insanların ‘söze’ güvenmediğini, pek değer vermediğini, asıl sorgulamaları gereken hiç bir şeyi sorgulamayıp itimat etmeleri gerekenleri kurcaladıklarını anlamıştı. Bu eğilimi henüz fark etmeden önce ‘Boyun kaç senin’ sorusunu yöneltenlere, 1.72 derdi. Ve bir kez bile ikna edemedi! Her defasında birileriyle karşılaştırıldı. ‘Yok hayır mümkün değil, en fazla 1.70’sin sen.’ ‘Ben 1.75’im, yani yalnızca üç santim mi var aramızda, hadi canım.’ ‘Abim 1.76, senden epey uzun görünüyor, en fazla 1.70.’ ‘Ayağında ayakkabı varsa iki santim oradandır, 1.70’den fazla değilsin.’ ‘Ben de 1.72’yim, ikimiz de aynı mıyız şimdi! Ben kambur duruyorum üstelik.’ Akıl alır gibi değil, her kim boyunu sorduysa itiraz etti ve onun 1.72 olmadığını kanıtlamak için çeşitli deliller sunmaya çalıştı. Hatta ne delili, oturduğu sandalyeden fırlayıp kolundan çekiştirerek yan yana duran ve başlarını hizalayan da oldu. Türkiye halkı, o iki santime çok duyarlıydı ve asla kül yutmuyordu. İnsanımızı hiç kimse kandıramazdı. Baktı ki olacak iş değil, yine kaçmayı seçti. Bu kez kaçış yöntemi, yalan söylemekti. Kurtulmak için yalan söylüyordu. Biri boyunu sorduğunda, şak diye yapıştırıyordu cevabını: 1.70. Yalan söylemeye başladığı günden itibaren bir kişi dahi itiraz etmedi. ‘Bence sen en fazla 1.68’sin’ demedi, örneğin. Doğru söylemiyordu ancak yurttaşın hassasiyet gösterdiği o iki santim sorununu kökten çözmenin yolunu bulmuş, yalan söyleyerek huzura ermişti.

İnanmayacaksınız lakin benimsediği ideoloji konusunda da yalan söylemek yolunu seçmişti. Huzur için. Sosyalizmin ilkelerini çok sevmişti, iyi kötü öğrenmişti, benimsemişti. Buna mukabil, ola ki soran olursa ‘sosyal demokrat’ olduğunu söylüyordu. Ama bu uzun hikâye. Söz konusu saplantılı şahsın, ‘Beni soran olursa sosyal demokrattır deyiniz,’ ricası, başka yazının konusu olsun...


Murat Sevinç Kimdir?

İstanbul'da doğdu. 1988'de Mülkiye'ye girdi. 1995 yılında aynı kurumda Siyaset Bilimi yüksek lisansına başladı ve 1995 Aralık ayında Anayasa Kürsüsü asistanı oldu. Anayasa hukuku ve tarihi konusunda makaleler ve bir iki kitap yayınladı. Radikal İki ve Diken'de çok sayıda yazı kaleme aldı. 7 Şubat 2017 gecesi yüzlerce meslektaşıyla birlikte OHAL KHK'si ile Anayasa ve hukukun bilinen ilkelerine aykırı bir biçimde kamu görevinden atıldı.