YAZARLAR

'Aşçım, çamaşırcım, ütücüm, sanatkârım, karım'

İnsanın, anne de, eş de, başka milyon şey de olsa önce kendisi olarak, onu o yapan özelliklerle anılmak isteyeceğini. O nedenle işte bence tüm bu nottaki en tatlı ve samimi kısım, “Özgiş Hanım” kısmı. Şahsen tanımadığım bu kadına ve erkeğe karşı olumsuz bir hissim hiç yok. Ama “Özgiş” dendiğinde, gerçekten de özel, şahsi, yaşanmış bir şeyden, özel bir kaş kaldırıştan, gülüşten bahsedildiğini daha iyi hissediyorum.

İki kişi arasında olan bitenin ne kadarı gerçekten iki kişiliktir? Evliliğin öyle olmadığı (nedense) hemen herkesin kabulü de başlı başına aşk, iki kişilik bir şey mi mesela? Sevdiğimizi nasıl seviyoruz? Neye dayanarak seviyoruz? Çocukluğumuzdan bugüne gelen bir imgeye mi? Çocukken elimizi yıkadığımız elma sabununun kokusundan babamızın yüzüne değin her şeyin dev bir yapbozun asla tamamını bulamayacağımız parçaları halinde birleşip her birimiz için “aşkın yüzü”nü oluşturduğunu fark ettiğimde, büyük bir şok geçirmiştim. Hala da tam atlatmış sayılmam bunu.

Seçimlerimiz var mı? Hayatımızı seçebiliyor muyuz? İnsan en az üç parçadan oluşuyor: Olduğunu sandığı kişi, olabileceğine inandığı kişi, gerçekte olduğu kişi. Bu üçünün hiç kimsede kusursuzca birleşmesine imkân yok. Ama ne kadar yaklaşık sonuç, o kadar iyi. “Bir Kelime Bir İşlem” yarışmasındaki gibi hani, “bir yaklaşık sonuç,” insan söz konusu olduğunda mükemmelin tanımı gibi bir şey. Bizi insan yapan da tam bu zaten. Bu kusur, bu eksiklik, bu yanılgı. Sandığımız, yanıldığımız ve anladığımız şeylerin bir toplamıyız.

Bu kadar kusurlu bir yaratık, sevdiği kişiyi gerçekten seçebilir mi? Bizim yerimize kim seçiyor, ne seçiyor o zaman? Seven, biz miyiz?

Bence gerçekten çok ama çok az şeyi gerçek anlamda “seçebiliyoruz” hayatta. Bir yüz, bir imgeye oturuyor. O imge çoğunlukla yeğlenen, desteklenen bir imge oluyor. Toplumun, arkadaş çevresinin, edebiyatın, sinemanın, bizden önce yaşanmış tüm deneyimin imbiğinden süzülmüş bir imge. Oradan yola çıkarak fedakarca bağlanıyor, umutsuzca ya da umutluca aşık oluyor, evleniyor ya da “eğleniyor”, şöyle ya da böyle bir değer biçiyoruz. Yaşantıya biçtiğimiz değerin pek azı bize ait. Öyle olsaydı, bir “an” bir ömürden daha değerli olabilirdi. Öyle olsaydı, bununla hiçbirimiz başa çıkamayabilirdik. Yaşadığımız hayatta her şeyin ağırlığını taşıyabiliriz, “o an”ın ağırlığından başka. Külçe gibi ağırdır çünkü, “an”.

Yaptığımız her şey anı ertelemek, ölümsüzleştirmek, paylaşmak üzerine bu yüzden. Anı yaşamak, o kadar az ki. Gerçekten “ o an” da var olabilsek, korku ve alışkanlıklardan, bize öğretilenlerden soyunabilsek, şu an hayatımızı oluşturan şeylerin ne kadarı orada kalırdı? Buna bir cevap verilebilir mi, bilmiyorum.

Aslında bu kadar felsefi bir başlangıç yapmayı düşünmüyordum bu yazıya, giriş, kendini yazdırdı resmen. Yola çıkış noktam, bu hafta sosyal medyada dolaşan bir Instagram gönderisi. Komedyen Tolga Çevik, eşi Özge (Yılmaz) Çevik’e evlilik yıl dönümü kutlaması için yazmış. Şu:

"Öncelikle beni ; 97 model arabam 68bin km'deyken ve evimiz kirayken seçtiğin,bana tahammül ettiğin, bana güzel bir hayat ve huzur ,yetmezmiş gibi iki de hayırlı evlat verdiğin, ikisini de ay hayatım bakıcı şart demeden, arkadaşların gezerken,sen evinde, kucağında ,salladığın,doğururken Allah aşkına şu kadrajcı fotomuzu çeksin diye moda deliliği yapmadığın,mutlaka her hafta orada burada gözükmemiz gerekir, evde bakıcı olmalıdır demediğin ve ne olursam olayım beni ve evlatlarımızı sevdiğin için sana ayrı aşığım. Senin kıymetini bilmek bile insana haz veriyor. Birlikte nice 13 yıllara Özgiş hanım. Sene-i devriye'miz yuvamıza hayırlı olsun.”

Böyle, biraz duygusal, samimi, büyük ölçüde “önden kodlanmış”, başkalarının okuyacağı bilerek yazılmış bir şey olduğu için bir ölçüde talihsiz bir kutlama. Aslen iki kişiye aitken, sosyal medyada paylaşılan her şey gibi. Kısmen samimi, kısmen anlamsız, kesinlikle kaçınılmaz. Anlamsızlığı, iki kişi arasında olan bitenin sevincinin de üzüntüsünün de aslında iki kişiyi ilgilendirmesinden kaynaklanıyor. Kaçınılmazlığı ise şu: Milyonlarca insana ulaşma şansınız varken, kendinizden de bahsetmek, sevdiklerinizi arada bir olsun onurlandırmak istemez misiniz? Tabii ki bunu hepimiz isteriz. Böyle bir olgu var yani, evlilik yıl dönümleri, doğum günleri başta tüm özel günler ve haftalar sosyal medya üzerinden kutlanabiliyor. Başkalarının hayatlarına göz belertebiliyor, hiç tanımadığımız insanlara hayran ve hiç bilmediğimiz hayatlar hakkında otuz saniyede ahkam kesebilir hale gelebiliyoruz, malum. Bu artık hayatın bir parçası. Kaçınılmaz. Bundan kaçtığında bile çerçeveni bu belirliyor çünkü.

Tolga Çevik’in eşi Özge’ye yazdığı bu sözler, bu hafta sosyal medya ve basında geniş yankı buldu. Büyük oranda gözlerden çıkan kalplerle karşılandı tabii. Bu kadar insana mal olmuş bir komedyenin fedakar eşinin hayatına katkılarını bu kadar yalın biçimde ifade etmesi, çok samimiydi kimilerine göre. Kimilerine göre de notta iki kez “bakıcı” sözü geçtiği, anlatımın geneli itibarıyla da kadın, “kutsal anne/fedakar eş/daimi hizmetçi” üçgeninde konumlandırıldığı için yazılanlar düpedüz cinsiyetçiydi.

Her iki yorumlamayı da “aşırı” bulduğumu, bu konular üzerine sık sık yazsam da içimden çıkan “ayrıca bize ne Allah aşkına!” nidasını da güç bela bastırdığımı yazayım öncelikle. “Bize ne” sorusu yersizleşiyor çünkü giderek, her şey bu kadar birilerinin gördüğü bilgisi altında yaşanırken, hepimiz bunu böyle yaşarken.

Sırayla gideyim. Bu not romantik mi? Bilmem, tanımı herkese göre değişir. Bana görür görmez lisedeyken duyduğum ve “ne yani, romantik mi şimdi bu?” dediğim bir dizeyi anımsatmıştı. Yazının da başlığı olan bu dize, şair Baki Süha Ediboğlu’na aitmiş, yazarken araştırıp buldum. “Aşçım, çamaşırcım, ütücüm, sanatkârım, karım”.

Çok romantik değil bence yani. Çünkü hayatını paylaştığı insandan, her şeyden önce, “kutsal anne” olarak bahsediyor. Bilindiği gibi “kutsal annelik” payesi kadının kadın olma riskini azaltan bir mekanizma işlevi görüyor. Kadın, ancak anne olduğunda tamamlanmış sayılıyor. Annelik zamanla diğer rollerin önüne geçerek kadına bir tür dokunulmazlık, kısmi iktidar sağlıyor. O nedenle annelik ve eşlik birleşimi fedakarlığın övülmesi, maalesef bu konudaki tüm külliyatı ve geleneksel/seksist bakış açısını çağrıştırıyor insana.

Şu cümleye takılıyorsun mesela: “Arkadaşların gezerken sen evinde, kucağında (çocuğu) salladığın için" ne demek? Çocuk sahibiyken gezmek tozmak kötü bir şey mi? Ya da bakıcı tutmayıp çocuğa kendin bakmak yüceltilecek bir şey mi yoksa tercih ve koşulların bir ürünü mü? Bu konuda çok sorunlu, kadını dört duvar arasına kutsal annelik payesiyle kapatmaya çok meraklı bir toplum olduğumuz için notun bu kısımları bana ister istemez çok romantik gelmiyor, elimde değil.

Öte yandan, bundan, bu toplumsal cinsiyet bağlamından soyutladığımızda, sevgi, emek değil midir? Al yazmalımız selvi boylu değil midir aynı zamanda? Zor zamanları birlikte atlattığımız, pek kimse görmüyorken içimizdeki kişiyi gören, bizim kendimize bile inanmadığımız zamanlarda bizi destekleyen insanın bir değeri yok mudur? Kadın için de, erkek için de böyle bu. Kimse hiçbir ilişki yoluna salt bu bilgiyle devam etmek zorunda değil bence ama bunu da teslim etmek gerek. Bu notun böyle bir yanı da var çünkü. “Beni şu anki ünlü, zengin, “tuzu kuru” halimle tanımadın, buna rağmen hep yanımdaydın, iyi günde kötü günde” de diyor bu not. İşin bu kısmını da kolayca bir toplumsal cinsiyet imbiğinden geçirip görmezden gelebilir miyiz? Az buçuk ün ve güç sahibi olan erkeklerin ilk on listesinde eş değiştirmenin olduğu bir toplumda, Tolga Çevik’in emeğe, fedakarlığa, sevgiye hakkını vermesini görmezden gelebilir miyiz? Bence gelemeyiz. Bence niyetin bizi ilgilendirip ilgilendirmemesi bir yana, niyet gerçekten iyi. Sadece seçimler talihsiz.

Talihsiz, çünkü dediğim gibi, yazıya başlık olan şiiri hatırlatıyor. Muhtemelen yine çok iyi niyetli olan, emeğe, sevgiye hakkını veren ama aynı zamanda kadını asla “sevgili”, kadın olarak değil, bir hizmet ve fedakarlıklar bütünü olarak algılatan şiiri...

Bu noktada bu meseleden kopmak isterim. Çünkü bu notun şahsi niteliğine dair düşüncelerimi zaten söyledim. Alişan gibi “son terlik bükücülerin” beyanlarının ortalığı salladığı bir zamanda hayatındaki kadına kısmen “sorunlu” bir referans çerçevesi içinden de olsa, gerçekten kıymet veren bir adam ve evliliği hakkında daha uzun konuşmak gelmiyor içimden.

Sadece diyorum ki, galiba genel olarak sevgiyi de, aşkı da göstermek konusunda çok becerikli bir toplum değiliz.

Ne kadar fedakar olursa olsun herkesin, hayatımızı kolaylaştıran yanlarıyla değil, onları biricik ve özel kılan yanlarıyla anılmak isteyeceğini çok da akıl edemiyoruz mesela. Bir kadının iki çocuk büyütürken ne kadar fedakar olduğunu değil, hala ne kadar güzel,çekici, arzulanır, kendine özgü biri olduğunu duymak isteyebileceğini de. Ya da belki pek şahane bir nitelik bile sayılamayacak ama kendine özgü bir yönünün, canı sıkıldığında nasıl gülümsediğinin, saçıyla nasıl oynadığının mesela, anlatılmasının daha çok hoşuna gidebileceğini.

Annelerin, bazen kendilerine yeni mutfak robotu hediye edildiğinde de mutlu olabildiklerini, ama mesela akıllarından geçen, öncelik sıralamasında sıra asla kendilerine gelmediği için kimsenin hediye etmediği çok daha “kişisel” bir hediyeye de en az o kadar sevineceklerini bilmem gibi…

Her annede, her “iyi eş”te, annelik ve “eş”lik dışında da akan, cıvıldayan, varlığını sürdüren bir “madde” olduğu, bizi biz yapanın biraz da o olduğu unutulmamalı…

İnsanın, anne de, eş de, başka milyon şey de olsa önce kendisi olarak, onu o yapan özelliklerle anılmak isteyeceğini. O nedenle işte bence tüm bu nottaki en tatlı ve samimi kısım, “Özgiş Hanım” kısmı. Şahsen tanımadığım bu kadına ve erkeğe karşı olumsuz bir hissim hiç yok. Ama “Özgiş” dendiğinde, gerçekten de özel, şahsi, yaşanmış bir şeyden, özel bir kaş kaldırıştan, gülüşten bahsedildiğini daha iyi hissediyorum.

Sevdiklerimize sevdiğimizi mümkün mertebe özel biçimlerde göstermek için bir fırsatımız varsa, bunu kaçırmamamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü hayat çok kısa. Çok dağınık. Seçimlerimizin çok azı bize ait.

Çünkü herkes bizi seyrederken, yine de yalnızca bir tek hayatımız var.


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.