YAZARLAR

Şort, tekme ve ‘devletimizin kırmızı çizgisi’

Çakıroğlu adliyede kendince gayrımüslim bir kadına uyguladığı şiddet nedeniyle aldığı bu cezaya isyan ediyordu. Peki Çakıroğlu 'devletimiz'den nasıl bir kırmızı çizgi talep ediyor?

Ayşegül Terzi’yi şort (sanık avukatına göre mini etek) ile belediye otobüsüne bindiği için başına tekme atarak yaralayan Abdullah Çakıroğlu, 3 yıl 10 aylık hapis cezasına çarptırıldı. Eğer cezası onanırsa 15 ay daha yatacak. Kadınların giyim kuşamlarından dolayı saldırıya uğradıkları ilk vaka değil bu; ancak sanığın basitçe kasten yaralama suçu ile değil de “inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme”, “halkı kin ve düşmanlığa tahrik veya aşağılama” nedeniyle de, üstelik herhangi bir indirime, ertelemeye vs. uğramadan ceza aldığı ilk örnek olması açısından bundan sonraki olası davalar için de önemli bir karar. Karar açıklandıktan sonra, son sözü sorulan sanık "Ayıptır diye söylemeyecektim ama otururken iç çamaşırı görünüyordu. Devletimizin kırmızı çizgisini bilmek istiyorum. Burası Türkiye ve burası bir İslam ülkesi. Zaten gayrimüslim oldukları anlaşılmıştır. Beni tahrik ettiler.” açıklamasını yaptı. Sanığın, belki aldığı cezadan dolayı yaşadığı hayal kırıklığını ifade ettiği bu sözler, aynı zamanda bir isyan ifadesiydi. Açıkça diyordu ki, bir İslam ülkesinde yaşayan bu kadın, böyle açık saçık giyiniyorsa, olsa olsa gayr-ı Müslim’dir. Daha önceki duruşmalarında da yinelemişti bu savını. “Kuran’da açıkça örtünmesi gerekiyor, Gayrımüslim ise uygun giyinmeli, insanın şehvet duygularını kabartıyor”.

Ve kendince gayrımüslim bir kadına uyguladığı şiddet nedeniyle aldığı bu cezaya isyan ediyordu. Peki, örtünmeyen bütün kadınların Müslüman olmadığını düşünen, düşünmekle de kalmayıp bunu bir suçlama olarak yöneltip kendi suçunu hafifletecek bir sebep olarak gören Çakıroğlu’nun ‘devletimiz’den istediği tam olarak neydi? Bir kırmızı çizgi. Mesela kadınların toplu taşıma araçlarında, bayramda ya da Ramazan’da nasıl giyinebileceklerine dair. Ya da kadınlar için hangi kılık ve kıyafetin edep ve hayâ sınırlarına uygun olduğu, nasıl olup da erkeklerin şehvet duygularını uyandırmadan kamusal hayata dâhil olabilecekleri ve hatta evlerinde ne giyebileceklerine dair bir sınır. Fail, kendince devletin ya da onun kolluk güçlerinin yerine geçip bu boşluğu doldurmaya kalkışarak, edep ve hayâya uygun davranmayan üstelik de Müslüman olmadığını varsaydığı bir genç kadını önce uyardığı, sonra da tekmeleyerek yola getirmeye çalıştığı için ceza almasına şaşırıyordu. Her ne kadar, pişmanlık indiriminden yararlanmak için yaptığının yanlış olduğunu kabul ediyorsa da, asıl suçlunun kendisi değil, talep ettiği kırmızı çizgiyi çekmeyen devlet olduğunu düşünüyordu. İsyanı bunaydı.

Nitekim, Çakıroğlu metroda, otobüste, sokakta ve hatta evindeki kadınların ahlak bekçiliğini kendine görev edinmiş ve her şortlu kadın gördüğünde tahrik olan, başkalarının da kendisi gibi tahrik olduğunu düşünen ne ilk ne de son erkekti. Daha birkaç ay önce, Pendik’te şort giyen bir başka genç kadın minibüste “edep ve hayâ” öğretmeye kalkışan bir erkeğin saldırısına uğramıştı. Tıpkı son sözleri sorulduğunda darp ettiği kadının iç çamaşırının göründüğünü iddia eden Çakıroğlu gibi, Pendik saldırganı da, kendisini “bayanın apış arası gözüküyordu, benim dikkatimi çekti, niyetli olduğum için bayan şahsı ikaz ettim” sözleriyle savunuyordu. İzmir’de sokak ortasında tacize uğrayan iki genç kadın şikayet için gittikleri polis karakolunda hakarete uğrayıp şiddet gördüklerinde, yine bir erkek, bu sefer bir polis tarafından “böyle giyinip gecenin bu saatinde gezerseniz, sizi daha çok elleyen olur or…..lar” sözleriyle ayar veriliyorlardı. Son olarak, Ankara’da yaşayan bir İngilizce öğretmeni, sokakta değil, evinde şort giydiği için perdelerini kapalı tutması konusunda (muhtemelen erkek) apartman yöneticisi tarafından uyarılıyordu. Son birkaç ayda üst üste yaşanan ve basına yansıdığı için haberdar olabildiğimiz bu olaylar bile, başlı başına kadınların giyim kuşamları nedeniyle maruz kaldıkları şiddetin sıklığını açığa çıkarmaya yeterliyken, hâlâ bu tür olayların münferit olduğunu, birkaç aklıbozuğun, köktendincinin ya da sapkının işi olduğunu düşünmeye devam edebilir miyiz?

Gazeteler, Çakıroğlu’nun aldığı cezayla ilgili haberi verirken neredeyse istisnasız, sanığın akli dengesinin yerinde olmadığı, ilaçlarını almadığı, cinlerin musallat olması nedeniyle kendi kendine konuşma hastalığının nüksetmiş olduğu yönündeki savunmasına da yer verdiler. Aslına bakılırsa, gazete sayfalarından aşina olduğumuz bir iddiayı, bu sefer sanık kendisini kurtarmak adına yineliyordu. Kadınlara yönelik şiddet haberlerinin çoğunda gördüğümüz gibi, erkek failin akli dengesinin yerinde olmadığına ya da en azından cinnet getirip kendisine hâkim olamadığına inanmamız bekleniyordu. Bütün tecavüz sanıkları, kadın katilleri, tacizciler ya sapıktı (bir tür hastalık ya da bir bilinç kaybı gibi anlaşılıyordu bu sapıklık hali) ya da cinnet getiriveriyorlardı. Neredeyse yalnızca ve yalnızca erkeklere musallat olan bir hastalıktı bu cinnet getirme. Bir hastalık, olağan olmayan bir akıldışılık ve kontrolsüzlük hali olduğuna göre de bu tür olaylar münferit, yani sıra dışı, birkaç hastalıklı kişiye özgü istisnalar olarak görülmeliydi. Bu gibi son derece kişisel sapkınlıkların, ruhsal bozuklukların toplumsal, kültürel ya da politik nedenlerinden söz etmek nasıl mümkün olabilirdi ki?

Son günlerde, ensestin Türkiye’de ne ölçüde yaygın olduğuna dair tartışmaları bir de bu gözle değerlendirmek gerekir. Ensest gibi hem dinen, hem de toplumsal ve ahlaki açıdan suç sayılan bir olgunun bir toplumda aslında ne kadar da yaygın olduğunu söylerseniz ve bunu bir araştırmaya dayandırırsanız, yalnızca kadınlara değil, aynı zamanda kız ve oğlan çocuklara yönelik de işlenen cinsel suçların münferit olmadığını, tek tük rastlanan akıl hastalıkları ve sapkınlıklardan ötede, toplumsal ve politik bir mesele olduğunu; erkeğin kadına, babanın evlatlarına bakışıyla ve bastırılmış cinselliğin dışavurumuyla ilgili bir mesele olduğunu tartışmaya açmış olursunuz. Israrla akli dengesinin yerinde olmadığını belirten tekmeci sanık da, ‘devletimizin kırmızıçizgisini bilmek isterken, meseleye kendi açısından bir politik müdahale talep ediyor, kadınların giyim kuşamına dair bu eril müdahalenin politik yanını, istemeden açığa vurmuş oluyordu.

Nitekim, kadınların kamusal alanda nasıl giyinecekleri, her zaman erkek devletin gündeminde oldu. Başörtülü kadınların üniversitelere, işyerlerine ve birçok kamusal mekâna alınmadığı günlerde de böyleydi bu. 15 yıllık AKP iktidarında ise kadın düşmanı söylem (erkek ve kadın) politikacıların eril dilinde mütemadiyen yeniden üretildi ve ne yazık ki, bu açık saldırıların da gösterdiği gibi belli ölçüde toplumda karşılığını buldu. Bianet’in AKP’li siyasetçilerin cinsiyetçilik arşivi başlıklı yazısına şöyle bir göz atmak bile, bugün kadınların kamuya açık mekânlarda, herkesin gözü önünde maruz kaldığı şiddetin politik bir mesele olarak nasıl adım adım hazırlandığını ortaya koymaya yeterli: “Kadından alacağımız eğitime ihtiyacımız yok” diyen belediye başkanından kadın avukata “ben sana haddini bildirmeye çalışıyorum” diyen milletvekiline; seçim meydanında erkek seçmene “aileniz size eş bulamazsa bize gelin” diyerek seslenen başbakanından muhalefet partisinin kadın milletvekiline “kadın olarak sus” diye seslenen hükümet sözcüsüne; “kadının tek kariyeri annelik kariyeridir” diyen sağlık bakanından “kadınla erkeği eşit konuma getirmek fıtrata terstir” buyuran cumhurbaşkanına kadar, kadın düşmanı söylem yıllar boyu fütursuzca meydanlarda, mecliste, basın toplantılarında en yetkili ağızlardan dile getirildi. Nihayetinde, kadın düşmanlığı Milli Eğitim Bakanlığı’nın yeni müfredatında yerini buldu. 11. ve 12. sınıflar için hazırlatılan ders kitabında gayr-ı Müslimlerle ve ateistlerle evliliklerin kabul edilemeyeceğinin yanı sıra, ailenin sorumluluğunun birinci derecede “güç ve kuvvet yönünden daha ileri olan” erkekte olduğu belirtiliyor; kadından ise “kocasına karşı görevlerinde titiz davranması, evine ve çocuklarına sahip çıkması” ve “kocasına itaat etmesi” isteniyor. Henüz tekmeci sanığın arzu ettiği gibi olmasa da, devlet kadınlara özel pembe vagonları ve otobüsleriyle, kaldırmaya çalıştığı karma eğitim ve yasakladığı karma öğrenci yurtlarıyla, her geçen gün dozunu artırarak pompaladığı muhafazakârlık ve ataerkiyle kırmızıçizgisini çizmekte.

Bütün bunlar olup biterken çok sayıda kadın, kadınlar, halka açık yerlerde, otobüs, metro ve minibüslerde ve hatta evlerinde perdeleri açıkken, gönüllerince giyinmeye; her zamanki gibi direnmeye, erkek şiddeti ve ataerki karşısında var kalma mücadelesine devam ediyor. Kadın örgütleri eril şiddeti, otoriterliğin ve muhafazakârlığın ardına saklanan ikiyüzlülüğü, kadın düşmanlığını, kimi muktedirlerin görmezden gelmekle ya da sadece inkâr etmekle yetindiği ensesti ve istismarı ısrarla göz önüne sermeye devam ediyor. Kadınların, her zaman faşizm karşısındaki mücadelenin önemli bir aktörü olduğunu unutmamak gerekir. Korkut hoca (Boratav) boşuna demiyor: Türkiye’de faşizmi kadın hareketi püskürtecektir.


Ülkü Doğanay Kimdir?

Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi mezunu. ODTÜ’te siyaset bilimi alanında yüksek lisans ve Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde yine aynı alanda doktora yaptı. Doktora çalışmaları sırasında bir yıl süreyle Paris II Üniversitesi Fransız Basın Enstitüsü’nde bulundu. Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler Bölümü'nde öğretim üyesi iken kamuoyunda “barış bildirisi” olarak bilinen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiriyi imzalaması nedeniyle 686 sayılı KHK ile ihraç edildi. 'Demokratik Usuller Üzerine Yeniden Düşünmek' isimli kitabının yanı sıra Eser Köker’le birlikte kaleme aldığı 'Irkçı Değilim Ama…Yazılı Basında Irkçı-Ayrımcı Söylemler' ve Halise Karaaslan Şanlı ve İnan Özdemir Taştan’la birlikte kaleme aldığı 'Seçimlik Demokrasi' isimli kitapları yayınlandı. Ayrıca siyasal iletişim, demokrasi kuramları, ırkçı ve ayrımcı söylemler konularında uluslararası ve ulusal dergi ve kitaplarda çok sayıda makalesi basıldı. İmge Kitabevi Yayınları’nda editörlük yaptığı beş yıl boyunca çok sayıda kitabın editörlüğünü üstlendi ve Türkçeye kazandırılmasına katkıda bulundu. Ülkü Çadırcı adıyla yayınladığı çocuk kitapları ve Gökhan Tok’la birlikte kaleme aldığı 'Teneke Kaplı İvan' isimli bir çocuk romanı da bulunmakta.